Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ağustos '15

 
Kategori
Deneme
 

Gidenin ardından; Robin Williams

Gidenin ardından; Robin Williams
 

Onu ilk hangi filmi ile tanıdım ya da hangi filmi ile sevmeye başladım, hiç hatırlamıyorum. Bunlar çok da önemli olmayan basit ayrıntılar zaten. Önemli olan her filmi ile, hayat verdiği her karakterle, yediden yetmişe herkesin, ama özellikle de bizim kuşağın ve benim vazgeçilmezlerimizden biri olması.

Pek çok filmini her seferinde aynı tadı alarak döndüre döndüre izlediğim, bazı repliklerini ezbere bildiğim, yarattığı her karakter ile kendini biraz daha aşan o müthiş karakter oyuncusu; Robin Williams…Filmleriyle hayatımın bir parçası olmuş ve bana güzel anılar bırakmış, ölüm haberiyle ise beni şoka uğratmış usta aktör… Lise yıllarında izlediğim, Ölü Ozanlar Derneği’ndeki sıra dışı ve idealist öğretmen John Keating ile bana bir süre öğretmen olma hayali kurduran kişi…Patch Adams ile bir doktorun asıl sahip olması gerekenin sağlam bir tıp bilgisinden önce koşulsuz insan sevgisi ve merhamet olması gerektiğini bize anımsatan ve ‘iyi doktor’ kavramını yeniden sorgulamamızı sağlayan adam…O filmi izledikten sonra o kadar etkisinde kalmıştım ki; yakın çevremdeki doktorlardan tutun da, hastanede beni muayene eden hiç tanımadığım doktorlara kadar, nerede bir beyaz önlüklü görsem hepsine “iyi bir doktor olmak istiyorsanız o filmi mutlaka izleyin” diye  ahkam kesmiştim. Boşanmaların çığ gibi çoğaldığı ve çocukların velayetini anneye verip kendi hayatını yaşayan, sadece para vermeyi babalık sayan adamlara alışmaya başladığımız 1990’lı yıllarda, Mrs.Doubtfire ile çocukları ile zaman geçirebilmek için her şeyi yapabilen, her kılığa girebilen ve böyle babaların da olabileceğini düşündürerek içimize su serpen ideal bir baba modeli …Hep iyi ve komik rollerde izlemeye alıştığım, Insomnia filminde soğukkanlı bir katil ve sapık olarak görünce çok şaşırdığım, ancak performansına hayran kaldığım her rolün büyük oyuncusu… Ama en önemlisi de Can Dostum (Good Will Hunting) ve Aşkın Günü (What Dreams May Come) filmlerinde eşi için yaptıkları ve söyledikleriyle içimize işleyen o ideal aşık… Can Dostum’daki o efsanevi terapistin ölen eşine duyduğu sevgiyi, iki ay boyunca bir an bile baş ucundan ayrılmadan bir hastane odasında onunla birlikte ölümü çaresizce nasıl beklediğini ve gerçek kaybın işte tam da böyle bir şey olduğunu anlattığı; birini bir aşkı sonsuza dek paylaşabilecek kadar çok sevmenin önemini vurgulayarak eşini “Tanrının kendisini cehennemden kurtarması için indirdiği bir melek” olarak tanımladığı o tiradı, dönemin liseli yeni yetmeleri olarak herhalde hiçbirimiz unutamamışızdır. Robin Williams’ın Can Dostum kadar ön plana çıkmayan filmi Aşkın Gücü ise benim kişisel tarihimde ayrı bir yere sahiptir. Çok sevdiği eşiyle mutlu bir evliliği olan doktor Chris Nielsen’ı canlandırdığı bu filmde yaşanan aşk kadar cennet-cehennem kavramının işlenişi de beni çok etkilemişti. Eşine duyduğu o büyük aşk ve iki çocuklarını trafik kazasında aniden kaybettikten sonra depresyona giren kadına verdiği destek bir yana; kendisi de bir trafik kazasında öldükten sonra bile bağlarının kopmayışı ve bu kadar acıya dayanamayan eşi intihar edip cehenneme gidince sırf onunla olabilmek için cennetten vazgeçip cehenneme onu aramaya gitmesi benim için hem inanılamayacak kadar gerçek dışı, hem de imrenilecek kadar güzeldi. Filmi sinemada izledikten sonra, yine önüme gelene anlatmış, günlerce gerçek hayatta böyle bir aşk olup olamayacağını tartışmıştık. Ve o cennet-cehennem kavramı, o görüntüler…Cenneti kendi hayallerimiz doğrultusunda yarattığımız, istediğimiz bedende ve yaşta var olabildiğimiz, suyun altında yürümek ve uçmak gibi olağandışı her şeyi yapabildiğimiz muhteşem bir renk cümbüşü içinde vermesi; cehennemin ise alıştığımız gibi alevlerle değil de, insanın aklını kaybettiği, öldüğünün bile farkında olmadığı ve kendisi dahil hiç kimseyi tanımadığı tam bir şuursuzluk denizi olarak yansıtılması…Bir nevi kayıp ve günahkar ruhlar silsilesi. Ve Chris Nielsen’ın kendi cennetindeki o güzellikleri bırakıp sırf eşini bulmak için cehenneme gidişi, bulduktan sonra da kendisini getiren rehbere “çocuklarıma söyle ben burada anneleriyle kalıyorum, annelerini terk edemem” demesi. Sonrasında bu büyük aşkın karşılığında affedilip her ikisine de dünyada yeni bir şans verilmesi. Ne kadar gerçek dışı olsa da, en inançsız ve duygusuz insanı bile etkileyebilecek kadar özel bir konuyu beyaz perdeye o müthiş performansı ile yansıtmıştı yine Robin Williams. 18 yaşında izlediğim filmin etkisinin 33 yaşımda hala sürmesi ve hayat bana bunun mümkün olamadığını kafama vura vura öğrettiği halde ‘gerçek aşk’ denilince aklıma hala bu filmin ve o karakterin gelmesi de bunun en güzel kanıtı.

Şimdi düşünüyorum da, sanırım hepimiz onun yarattığı karakterlerde kendimizden bir parça bulmuş ya da onları eksikliğini hissettiğimiz bir figürün yerine koymuştuk. Hani kimimiz için o müşfik baba, kimimiz için ise bizi deli gibi sevecek o ideal sevgili, hatta ruh eşi…Belki de bu yüzden bizim kuşağın hayatında farklı bir yeri oldu. Her türlü değerin giderek yozlaşıp yok olduğu günümüzde, canlandırdığı karakterler aracılığıyla sevgi, güven, vefa, şefkat gibi kavramları bize anımsattığı için bu kadar benimsedik onu. Ama maalesef gerçek hayat ile sinemanın yarattığı illüzyonu birbirine karıştırdık çoğu kez…Beyaz perdede gördüğümüz o karakterlerin gerçek hayatta da var olabileceğini zannetme saflığımız bir yana; belki de Robin Williams’ı o müthiş karakterlerin bir toplamı olarak görüp mükemmelleştirdik ve idealize ettik. Filmlerindeki gibi neşeli, hayat dolu, sevecen biri olarak canlandırdık kafamızda. Onun çok farklı bir yapıda olabileceğini ya da en azından hepimiz gibi sorunları, kusurları olan bir fani olduğunu düşünemedik. Belki de bu yüzden intihar haberi şok etkisi yarattı. Öyle ya, o kadar neşeli ve filmlerinde bize sevgi dolu gülen gözlerle bakan biri nasıl intihar edebilirdi? Halbuki kim bilir nasıl bir açmazdaydı, bizim gördüğümüz figürün arkasında nasıl dertler vardı? Sonuçta arkasında bıraktığı soru işaretleriyle birlikte, kendi arzusu ile çekip gitti bu dünyadan. Ben, kendi adıma onun yeni filmlerini göremeyecek ve hep hayal ettiğim gibi bir gün onunla tanışamayacak olmanın büyük üzüntüsünü yaşıyorum…Ve her şeye rağmen, yine de o illüzyonun arkasına saklanıp “Ah be Robin, senin gibi neşeli, sevgi ve hayat dolu bir insanın bile intihar ettiği bu dünyanın anasını satayım” demek istiyorum. Umarım istediğin huzura kavuşmuşsundur…

Deniz Çantay

Ağustos 2014

*Bu yazı, Kirpi Edebiyat Dergisi'nin (e-dergi) Eylül 2014 sayısında yayınlanmıştır.

 
Toplam blog
: 13
: 551
Kayıt tarihi
: 02.01.14
 
 

27 Kasım 1981 tarihinde Bursa'da dünyaya geldim. 1984 yılından beri Ankara'da yaşıyorum.1998 yılınd..