Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mart '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Gidenler için...

Gidenler için...
 

Bir ırmağın kıyısında durmuş akıp giden suyu seyrederken bizi en çok etkileyen görüntü nedir? Suyun kendisi mi? Rengi mi? Akış hızı mı? İçindeki canlılar mı? Hangi kaynaklardan gelip nereye döküldüğü mü? Hepsi bir bir aklımızdan geçer, hepsinin üzerinde düşüncelere dalarız. Ama sanırım en çok etkileyen tarafı onun durmadan akıp gitmesidir. Bu tek yönlü ve biteviye akış, insanları hep düşündürmüş, ona birçok felsefi anlam yüklemişlerdir. En çok da “zaman”a ve “hayat”a benzetilmiştir. Ben de öyle yaparım. O yüzden, ne zaman bir akarsu kıyısında biraz otursam oraya gittiğimden farklı bir insan olarak dönerim. Zamanın ve hayatın geçiciliğini bir kez daha anlarım. Onu zaten bilirim de her defasında bu acı gerçeğin başka bir boyutunu keşfederim.

Elbette bunu anlamak ya da hatırlamak için ille de akarsu kıyısına gitmek gerekmez. Ama çağımızda, gündelik hayatın hay-ı huyu içinde hayatın geçiciliğini unutuyoruz çoğu zaman. Oysa bunu unutmamakta fayda var. Bundan mesela yüz yıl sonra, bugün yeryüzünde yaşayanlardan hemen hiç kimse hayatta olmayacak. Çoğumuzdan küçük bir iz, bir mezartaşı bile kalmayacak. Yüz yıl sonra bugün yaptığımız küçük çıkar hesaplarının da hiçbir anlamı kalmayacak. Bizi hatırlamayacaklar. Hangi dine inandığmız, hangi milletin mensubu olduğumuz, hangi partiye oy verdiğimiz, hangi dili konuştuğumuz, hangi sınırlar içinde yaşadığımız, hangi ideolojiyi benimsediğimiz o günlerde yaşayan kimseyi ilgilendirmeyecek.

Biz bugün böylesi aidiyetler için birbirimiz ve kendimizi yiyip bitiriyoruz ama sonraki kuşaklar halimize bakıp gülecekler belki de. İdeolojiler saygınlığını kaybedecek, sınırlar büyük ihtimalle kalkacak, dinde yeni inanç biçimleri ortaya çıkacaktır. Bu durum bütün hayatını öteki aidiyetlerden insanlara düşmanlıkla geçirenleri pişman edecektir ama onların çoğu zaten bugünden o dönüşümü öngöremeyecektir. Ne kadar anlatmaya çalışsanız da anlamak istemeyecektir sizi.

Şu anda bir akarsu kıyısında falan oturmuyorum. Bir masada, ekran karşısındayım. Peki bunları bana düşündüren ne? Bunları düşündüren, son günlerde birkaç arkadaşın Milliyet Blog’dan aniden ayrılması ya da ayrılmak zorunda kalması. Bazılarının yazmayı bırakması, bazılarının da eski tempo ve yazma iştahlarını kaybetmesi. Ayrılmaların içyüzünü tam bilmediğim için bir yorumda bulunmak istemiyorum. Sadece onların geçici ya da kesin biçimde Blog ortamından kaybolmasının yol açtığı eksikliği düşünüyorum. Burada yazan herkes ayrı bir renktir. Üsluplarıyla, hayat öyküleriyle, görüntüleriyle, deneyimleriyle, uzmanlık alanlarıyla binbir tonda renk... Onlardan birinin eksilmesi bir rengin de silinip gitmesi, onların sözlerinden mahrum kalmamız, bize katacakları muhtemel zenginliklerden faydalanma imkânını da yitirmemiz anlamına geliyor.

Ha, Blog hiç yokken, bu arkadaşlarla tanışmamışken yaşamıyor muyduk? Elbette yaşıyorduk. “Öyleyse neden bu sızlanma, hüzünbaz iç çekişler?” diye bir soru gelebilir akla. Şundan: kaybedilen bir rengin boşluğu, olmayan bir şeyin eksikliğinin acısından büyüktür. Üzüntüm o yüzden. Kendi istekleriyle yazmayı bırakanlara diyeceğim yok ama bunda başka faktörler etkili olmuşsa bu üzüntüm daha da artar. Ayrıca, bizden her saniye bir şeyler koparıp götüren hayatın acımasızlığına bir de biz katkıda bulunursak üzüntüm katlanır. Daha önce “kayboluşlar” üzerine kaleme aldığım bir blogda benzer bir temayı işlemiştim. http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=12976 Sözlerimi oradan bazı cümlelerle bitirmek istiyorum:

“İsteriz ki hiçbir şeyimiz kaybolmasın. Ama öte yandan hayatın kendisi de bir kayboluşlar manzumesi. Ne kadar istemesek de sürekli yitiririz bir şeyleri. Bir gün bir yakınımız, ertesi gün sevdiğimiz bir sanatçı, bir başka gün bir devlet adamı, bir gün ailemiz kadar yakın komşumuz... Cebimizin yırtık yerinden düşüp kaybolan bir anahtar, cüzdanımız, o cüzdanın içindeki eski bir resim...


Her kayıpta vücudumuzda iyilik ve mutluluk üreten birkaç milyar hücremiz de ölüyor sanki. Eksiliyoruz. Bu eksilişi durduracak bir önlem almamıza imkân yok. Saçlarımız, kaslarımızın kuvveti ve öteki yeteneklerimiz her gün yavaşça sezdirmeden eksilir. Dostlarımız kendi yazgılarının randevularına göre birer birer kaybolur. Çünkü hayat böyle. Biz bir şeyler inşa edip iyi kötü bir düzen oluşturuyoruz. Bir yapı inşa ediyoruz ama hep ileri doğru işleyen zaman sert rüzgârlarıyla onu orasından burasından yıpratıp bozuyor, hep bozacak da... Ama belki biraz direnebiliriz. Sahip olduklarımızın kıymetini bilerek.”

Bir başka yerde de vaçgeçmelerden bahsetmiş ve eklemiştim: “Önemli olan şu: Senin gitmenin yarattığı eksikliğin yarası orada yapışıp kalmanın yol açtığı tümörden daha büyük olmalı...” http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=20592

Başta da dediğim gibi, yüz yıl sonra dünyanın bugünkü sakinlerinden hemen hiç kimse kalmayacak. Yaşadığımıza dair çok az şey hatırlanacak. Belki hikayelerimiz kalabilir. Öyleyse, nereden nereye gidersek gidelim önemli olan arkamızda iyi hikâyeler bırakabilmektir.


 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..