Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Nisan '08

 
Kategori
Öykü
 

Gidiyorum dedi... çıktı gitti adam.

Gidiyorum dedi... çıktı gitti adam.
 

http://resimgalerileri.blogspot.com/


Koyu bir akşamın esrarı daha çökmemişti kentin üzerine, denizin üzerine vuran sahildeki ışıklar yeni yeni oynaşmaya başlamış, yaz akşamlarını kocaman kafasıyla süsleyen ay kafasını uzatmış; bir şehri, bütün şehirleri, insanları, binaları, ayrılıkları, sevinçleri, doğumları, ölümleri, nikâhları, kavgaları ve barışmaları, sevişmeleri, aldatmaları ve her şeyiyle nefes alan ya da almayan hayata dair ne varsa hepsinin üzerine ışıklarını salmıştı. Bütün bunlar bir anda yaşanır mıydı? Bütün evrende yaşanılan bu yerde neden bu kadar şey yaşanmasındı…

Kimi farkındaydı bu ışığın ki yakamozlar ayın yaydığı ışıklardan oluşmuştu, bunu denizin kenarında birbirine iyice sokulmuş sevdalılar, ayrılığın ilk depremini yaşayan aşka küskünler, en yakınını kaybetmiş üzüntülüler bir de hayalperestler daha bir farkına varır.

Böyle bir akşamın esrarını kıran bahar kokuları etrafa mayhoş mayhoş yayılırken, bütün bunları bir kentte değil de bir kasaba da, bir ormanda, bir köyde, yeşilliğe dair içinde ne varsa mesela; bir bahar çiçeği olan mimoza, bir leylak ve baharda fütursuzca açmış ağaç çiçekleri, meyve çiçeklerinin olduğu her yer bu kokuyu yayar ve akşamın çisesi üzerine düştüğünde dayanılmaz olur. Öyle ki nice sevdalıların başı döner de, bunu yanındaki sevdalısından sanır. Halbuki aşk, sadece yanımızdaki insanın teninden yayılan koku ile duyumsanamaz. Bütün evrende yaşayan yaşamayan; ister gerçek olsun, ister suni kokuların karışımı insanı mest edebilir. Bazen bir rüzgarın ardına takılıp gelmiş, bazen havada asılı kalmış her çeşit kokunun karışımı aşkı çağrıştırır; bunu da yalnızca isteyen hisseder.

İşte kimimizin hayallerine giren, kimimizin ise yaşayıp ta farkına varamadığı böyle bir yerde, böyle bir kokunun içinde bir kadının hınç çığlıkları yayılıyordu. Gözlerindeki ateş öyle bir durumdaki demirin tavındaki kıvılcımlar gibiydi. Bu öfke bütün yukarıda sayılan güzelliklerin içinden geçmiş, dayanılmaz kokulardan üzerine sinmiş olsa da, daha önceleri bunları hisseden kadın, az evvel odasından çıktığı erkeğin yarattığı öfke depremleri bunları yerle bir etmişti. Hırsla odasına çıktı. Kentte bir daha eşi benzeri olmayan bu evde hayatı hızlı yaşamış, babasının parası ile belki de dünyanın en yakışıklı, bir herkül kadar yapılı erkeğine sahip olmuştu. Onu kentin en saygılı işadamları arasına katmış, kendi güzelliği ve babasının itibarı sayesinde saygın bir kişilik kazandırmıştı. Bir tek şey vardı oda az evvel odasından çıkan adamın geçmişi asla ve asla bilinmiyordu. Bir anda bu aileye katılan adam kimdi? Neyin nesiydi? Bu sorular bir süre kenti ve yaşayanları işgal etmiş ancak, ayın sabah ışıklarına teslim olması gibi kaybolup gitmişti.

Yüreği örselenmiş bir vaziyette yerden tavana kadar camın önündeki hasır koltuğa bıraktı kendini. Dışarıdaki yaşlı ve heybetli ıhlamur ağacı kocaman yapraklarını açmış, çiçeğe durmanın vaktini bekliyordu…

Hızla geri sardı yaşamını…

Bir dağ köyünde yolun kenarında atı ile giderken rastlamıştı adama. Kısa gömleğinin altından çıkan yanık pazuları dikkatini çekmişti ilk. Arabayı yavaşlatmış neredeyse atla birlikte gider olmuştu. Nihayetinde genç adamın kafasını çevirip soran gözlerle baktığında, bu adamı burada bırakıp gidemeyeceğini anlamış ve o an vurulduğu adamın peşinden köyüne kadar gitmiş. Ailesini ikna etmiş ve bir süre sonra Adamı yanına almıştı. Adamda ilk karşılaşmalarından sonra yaşanılanları peri masalı sanmıştı. Köyden dışarı hiç çıkmamış, babasının tarlasında çalışmış, ailesiyle birlikte yaşamıştı. Yakışıklılığının farkında olsa da henüz gönlünü koyacağı bir kıza rastlamadığından, diğerlerine bakmaz olmuştu. Taa ki hayatını çınarın kökünden devrilmesi gibi kökten değiştiren bu kadına rastlayana kadar. Gençti, toydu, arzu doluydu, bir kadının sahip olmayı isteyeceği bir vücuda sahipti. İrkildi kadın. Kaç yıl geçmişti sayamadı. Arzu dolu kaç yıl… O kadar sürede bir kez olsun yanından ayrılmamıştı. Kıskançlığın kıskacı ona bu serbestliği vermemişti. Hata mı etmişti? Bunu sorguladı kadın. Kendisi yurtdışında yaşamış, asla ve asla geleneksellik içinde olmamış, Avrupa’nın en iyi okullarından mezun olmuş, ailenin tek ve değerli bir varlığı olarak yetiştirilip, şirketin başına getirilmişti. Aklının estiği gibi ilişkiler yaşamıştı. Gemiler yakmış, gemiler fora etmişti…

Sırf yakışıklılığından şirketin başına geçen adamın ne yazık ki eğitimi yoktu. Bütün bu ihtişam, saltanat rüyasında görse inanmayacağı kadar lüks ayaklarının altındaydı. Kendini bu günlere getiren kadını bir kez bile geri çevirmemiş, ne ona ne ailesine karşı bir saygısızlık göstermemişti. Doymuştu, doyurmuştu. Ama özlüyordu lanet olsun… Köyünü özlüyordu, nereden geldiğini biliyordu, burnuna bir an akşamın serinliğinde evinin önündeki çiçeklerin kokusu gelir gibi oldu… Her şey vardı, her şeye sahipti, bütün bu zenginlik, itibar tek vücudu ile kazanılmıştı. Karşılığında yakışıklılığını vermişti. Vücudunu vermişti.

Gençliğini vermişti. Dışarıdan bakıldığında, nereye gitseler kafalar onlara çevrilir, etrafındaki kadınlar onu baştan çıkarıp birkaç saatte olsa beraber kalabilme hesapları yaparlardı. Davetlerde, kokteyllerde gözler ona çevrilirdi, o ise kolundaki kadının ağırlığı altında sadece hafif gülümserdi. Bütün yaptığı buydu. Görünmez bir tasma boynunda dolaşıp duruyordu. Elbette kararlar alabiliyor, devraldığı işleri yardımcıları ile birlikte yürütüyordu ama sadece buydu, sadece bu! İsyan etti adam kapıyı çarpıp giden kadının ardından. Tek dediği bu hafta sonu köye gidebilir miyimdi. Ne vardı ki bunda, her şeye sahip ama tek sahip olamadığı eski günlerini özlemek suç muydu? Bu kadına para ile alınamayacak değerler öğretilmemiş miydi? Deri koltuğuna gömülüp ıtırların, ıhlamurların çamurlaşmış toprağın kokusunu içine çeker gibi havayı soludu adam. Bunca yıl sonra artık tükendiğini hissediyordu son zamanlardır. Köydeki yaşantısını düşündü adam. Babasının evinde nasırlaşmış elleriyle tarlayı ekiyor olacaktı. Evlenirdi şimdiye dek, belki de iki-üç çocuğu bile olurdu. Gözleri kömür karası, kıvırcık saçlı güneşten kızarmış yüzleri ile evin önünde oynarlardı. Ahhh! Kaç kere demişti kadına gel bir çocuğumuz olsun diye… Sırf formum bozulur diye reddetmişti. Her gece sevişen; altından girip üstünden çıkan kadın çocuk istemiyordu. Anlayamıyordu. İnsan evlenir ve çocuğu olurdu. Sırf cinsellik için böyle bir hayata anlam veremiyordu. Ne bir adım gidebiliyor, ne de onsuz bir yere çıkabiliyordu. İşte, kavga da bundan çıkmıştı. Adam kaç yıl sonra köyünü özlediğini söylemiş; gideceğim demişti. Bir an boğuluyor gibi oldu, kendini köydeki evlerinin önünde gölgelikte oturuyorken düşündü, suyla ıslatılmış betonun serinliği yüreğine vurdu bir an. Karar verdi hemen. Eğer bu kararını hemen şimdi şu an yapmazsa yukarıdaki kadına bir kez daha teslim olacağını biliyor, bu kararını bilinmeyen bir tarihe erteleyeceğini de hissediyordu.

Son kez kalktı deri koltuğundan, zamanında çok gemiler yakmış kadının yanına gitmek üzere koridora çıktı. Durup kendine baktı. Ne kadar uzaktı, o köydeki gömleğinden, pantolonundan… Nefesini alıp verdi birkaç kez, kravatını gevşetti. Kadının oturduğu kapıyı açtı…

“Gemiler yandı gülüm, ben gidiyorum!”

Çıktı gitti…

 
Toplam blog
: 359
: 1593
Kayıt tarihi
: 29.11.06
 
 

Deli-dolu, akıllı,  yalandan yere çamura yatan, normal değerlerde zekalı, esprili, şakacı, kendin..