Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Mayıs '18

 
Kategori
Deneme
 

Göç Kızı… 1

Yolların eskitemediği bir çift ayak tabanı…
Asfaltın ziftlerine yapışan tabanlarıyla, çile kadını…
Göç yolu savaşçısı…
İçindeki unuttum kelimesiyle şarkılardan aldı hıncını…

Göç yolu toz diken.
Asfalt zift kokularıyla çamur bir derya, göl kurusu…
Bedenleri çürüyen insanlar arasında bir kartopu kristalliği ile parlayan bir göç kızı…
Ak ve beyaz…

Işıltılar içinde ruhunu arayan bir beyazlık…
Dünden bu güne ruhunu arayan bir beyazlık…
Dünlerden bu güne ruhunu zapt etmeye çalışan, savrulan bir beyazlıkla dik duran bir can… 
Göç Kızı…

Yalnızlığını kimsesizliğine gömüyordu…

Önce feslihanlar kurudu, sonra oba dağıldı ve sonra ova kurudu…
Bütün şehrin ışıkları karardı…
Camdan bakan dalgalı saçlarının altındaki gözleri karardı…
Göçmeliyim…
Önce bu obadan, sonra bu yardan ve de diyardan…
Nefes borularım kuruyor, içim göçüyor…
Sevdiğim içimden göçüyor, ben göçüyorum peşi sıra…
Halvet benden göçüyor sevdiceğim…
Bir karanlık bekçisi düdük çalıyor, sabahlar daha çok uzun diye…

Kendi kendine düşüncelerle boğuştu geçmişiyle…

Ben sevdayı omuzlarıma alıp,
Ben sevmeyi yüreğime koyup,
yıllarımı,
ezdim…
Yüreğim kanadı…

Buğulu gözlerin hasretinden ayrılık heyecanından ellerim titredi…

Aşkımı yılların ardında bırakarak, meydan okudum sevgisizliğe…

Haykırdım…
Ağladığımı kimse görmedi…
Gözyaşlarım kalem uçlarında mürekkep oldu… 
Ağlıyorum yazmak için…
Üç beş cümlesini sevdikçe kâh sevdim hayatı, kâh bastım feryadı o ayrılık cümlelerini yazarken kahretsin diye...

Hayatı sevgiye eş yaptım… Eşsizliğim yalnızlıktı…
Sakin olmayan bir düşünce girdabıydı…

Hıçkırdım beni yalnız bırakmayacaktın diye…
Haykırdım avazım çıktığım kadar…
Bir isim tak bu yalnızlığa diye…
Şarkılardan aldım hıncımı, içinde unutuldun kelimesi var diye…
Vurdum sırtıma yokuşun terlerini…

Adı yok bu dolanmanın…
Adı yok bu yalnızlığın…
Sevgi,
kil bir toprak yüreğim…

Taban diplerim, 
çakıl taşlarının boyası oldu…

Adı yok bu yaşamın… 
Adı yok bu sayfanın…
Ben kır bekçisi, 
sesi yok bu düdük çalışın…

Sevmekmiş,
uğrunda yaşayıp ölmekmiş,
meydan okuyuşmuş bu, hayatın kalemiyle kaleme,
haydi geç be… 
Geç bu yaşamın köstebek çukurundan…

Yıllarım ezilmiş…
Beynim öğütülmüş…
Boş vermişlikle kıyamadığım zamanlar geçmiş…
Hasretle, özlemle yaşantıma binlerce özlem gelip oturmuş, yarınların beklentisi
olarak…
aşkı tanımışım,
aşkta yalnızlığı, kimsesizliği, kaybetme korkuları ile acı yaşamayı öğrenmişim…

Korku rüyaları hep sevdiğim insana yapışmıştı…

Gidecek, gidileceğiz arkamızda bıraktığmız binlerce anıyı, güzellikleri, sevmenin o eşsiz güzelliğini düşündükçe ağladığımız, güldüğümüz, kayıp zamanların bekçiliğini yapacağım bir gerçekti sanki… 
Adı sevmek olan ne varsa hayat ta sanki bir bir tren vağonlarına yüklenmişçesine geçiyordu tekerlek sesleri ile kulak diplerimden beynime uzanmış sesleriyle…

Sevmem veya sevilmem benden hesap soruyordu sevgiye dahil…
Verilmeyen hesaplardı bunlar tek taraflı…
Gidilemiyordu…
Kalınamıyordu…

Her ikisi de sevmenin şartlarıydı sanki…
Sesler ve gözler kaçıyordu birbirlerinden…
Çünkü sevgiye dahil olmuşlardı…
Bir adım ilerisi ve bir adım gerisi hep çıkmazdı öne çıkan…
Varlık ve yokluk, kol kola raks ediyordu zıtlıklarıyla ama ikisi de sevgi şartlarıydı…
Utanmıyorlardı bir birlerinden… Utanmak da istemiyorlardı…
Çıkmazdı bunu adı…
Göç etmeydi bunun adı…
Kısaca göçtü bu ivme ve devinim…
Kahrolası bir kıskaçtı… Bağlanmış, prangalanmış, topuk diplerine çiviler çakılarak kelepçelenmiş bir sevme şartlanmasıydı bu göç hali…

Göç kızı hâli…

Ruhsal bir yakarıştı kendiliğinden oluşan ve devinime dönen…
Kaçış üstü bir arayıştı belki de…
Bütün olmazların yan yana geldiği bir kaçış, hem de kendi kendine
bir dinlenişti belki de…

Kendi sesini, yüreğini, yaşamda var oluş şartlarını kabullenişti belki de…
Beklide bir kurtuluş veya tekrar batağa gömüştü, karabasanları sırtına alarak…
Biliyordu göç rüzgârları estiğinde ağlama duvarından da atlayacağını…
Sevginin bütün şartlarını almıştı omuz ardına yük taşır gibi…

Biliyordu ağırlıklarını… Kaldırılamaz olacağını… 
Çünkü sevgiydi adı ve ağırlığı içinde saklıydı…

Usulcacık, seni sevdim ve ben en çok bilenim ağırlığını dedi kendi kendine…

Bizi ağlatamazsın sevgi, ağlamayacağız dedi sessizce…

Bir köşe kapmaca başlıyordu sanki hayatla, göçüp gitmekle abadan, ıslak ev yollarından, ışıkları karartılmış sokak lambalarından, kokusunu için için içine çektiği oda duvarlarından…

Başlayan çekileceği bilinen hasret miydi, yoksa kayboluş korkuları mıydı?

Sanki kaçışla başlayan acı davulları mı çalınmaya başlıyordu düşünce girdaplarında…
Seni seviyorum hayat dedi seninle sevgiyi seviyorum, bu çıkmaz belki de bir kurtuluş dedi, belki de bir hasret bulamacı…

Hayatın umulmazlarıydı belki de yaşanacaklar göç kızı için…

Sevmeyle sevilme ikizdiler…
Sevgiyle hüzünse bitişiktiler…
Hüzünle ağlamaksa bir kaderdi, sadece şaşkın baktığımız…

Dünlerin acı çukurlarından çıkmağa çalışarak,
bir beni,
bir ben olmaktan çıkarmış…
Koskoca bir yaşam benli olmaktan çıkmış…

Artık acıyı sevmiyorum, hiç de sevmemiştim ama yapışmıştı bedenimin bütün deri diplerime...

Sevginin sonsuz bekleyişi bu yoksunluk…

Hayatımız dediğimiz yaşamımız sadece düşünce zincirleriyle kayıp zamanların peşinde koştuğumuz bir kimsesizliğe sürüklendiğimiz zaman kesitleri…

Haykırarak hayırsız ve sahipsiz zamanların diken diken düşünceleri beynimizde taşıdığımız varlıkla yokluk arasında çabaladığımız yürek vurgunları…

Her şeyin bedelini vererek unutamadığımız zavallı benliğimiz…

Vefasız ve açlıkla tokluk hisleri ile boğuştuğumuz bir çamur deryası…

Hangi sebeplerdir ki kendimizi kaybettiğimiz bir ben olamadığımız bir benliğimizi bulamadığımız kayıplık…

Ve ya 
bulduğumuz her an karşısında kaybolduğumuz bir şaşkınlık bir kimsesizlik ti buluşlarımız…

Kaybettiğimiz kaç yıl kaç gündür bizi darmadağın eden anılar çuvaldızı…

Mustafa Yılmaz

 

 

 
Toplam blog
: 53
: 110
Kayıt tarihi
: 21.10.11
 
 

Hayat mı hırçındı yoksa yazı mı? ..