Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Eylül '16

 
Kategori
Öykü
 

Göçe göçe - Osman dedem Galiçya'ya gidiyor-31

Göçe göçe - Osman dedem Galiçya'ya gidiyor-31
 


Dedeme sordum:
-Dede sen savaşa gittin mi?
Soruma hemen cevap vermedi; önce gözlerini tavana dikti, sonra karşıdaki duvara. O bakıyor diye ben de gayrihtiyari yani elimde olmadan tavana ve duvara baktım. Tavanda duyun ucunda sallanan yüz mumluk ampulü ve soba borusundan sızan dumanın kirini gördüm. Duvarda bir değişiklik yoktu.
Dedem, gözlerini hafif kısmıştı, bir şeyler hatırlamaya çalışıyor gibiydi. Sonunda, zihninde anıları canlanmış olmalı ki başını sallayarak:
-Tabii gittim. Gitmez olur muyum?
-Savaş nasıl bir şey? Korkmadın mı?
-Korkmam mı? Can tatlı oğul. İlk başlarda herkes korkar. Birkaç çatışmaya girince alışıyor insan. Daha sonra da korkuyor, ama ilk zamanki gibi elini ayağını titreten bir korku değil bu. Savaş hangi açıdan bakarsan bak, kötü... Can alıp can verdiğin bir şey, hiç iyi olur mu?
-Ne kadar savaştın dede?
-Yıllarca. İlk savaşa gittiğimde senden 5-6 yaş büyüktüm. Anlatayım mı?
-Anlat dede.
***
Osman Dedem anlatmaya başladı:
“O gün tarladan geldiğimde, hava iyice kararmıştı. Ekinler biçilip demet yapılmış bir şekilde tarlada bekliyordu. Bunları arabayla harman yerine getirmek için tarlaya gitmiştim. Babam da benimle gelmek istedi, tek başıma getirebileceğimi söyleyince, gelmekten vazgeçti. Bu kadar geç kalmazdım, ama ekin demetlerinin olduğu tarla çok uzaktaydı. Dörtgöllerde... Köyün dışına çıktığında görmüşündür; ileride İkiztepeler var; bunların yüksekliği on metreden fazla.. Dedem bana onların altında ölülerin yattığını söylemişti. Doğrusu ben de çocuk aklımla ölülerin üzerini neden bu kadar çok toprakla örttükleri, sorusunu sormuştum. Ama dedem bu soruya sadece gülmüş, cevap vermemişti. İşte bu tarla, o İkiztepeler'den de daha uzakta...
Anam akşam yemeğini hazırlamış beni bekliyordu. Geceleri dışarı çıkma alışkanlığı olmayan babam, evde yoktu. Nereye gittiğini anama sorduğumda “köy odasına” çağırıldığını söyledi. Yorulmuş ve acıkmıştım. Anam, bana yemek koymak istedi; ama ben babamı bekleyeceğimi söyledim.
Bir-iki saat sonra babam amcamla beraber geldi. İkisinin de yüzü asıktı. Kötü bir şeyler olduğunu anladıysam da, ne olduğunu soramıyordum. Az sonra konuşmaya başladılar ve mesele anlaşıldı: Asker toplanıyordu. Bunu bildirmek için aile reislerini çağırmışlar. Anam konuşulanları duyunca olduğu yere çöktü kaldı. Sonra kendini topladı ve odadan çıktı. Tekrar içeri girdi, sağa sola bakınıp çıktı. Şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. Ben, durumun henüz farkında değildim. Anlatılanlar, sanki benimle ilgili değilmiş gibi dinliyordum. Oysa, bu konu asıl beni ilgilendiriyordu. Bizim evde benden başka askere gidebilecek kimse olmadığına göre...
Sonunda sofrayı hazırlamayı akıl eden anam, bizi yemeğe çağırdı. Amcam gitmek için niyetlendiyse de, babam yemeğe kalması için ısrar etti, onu bırakmadı. Amcam, hatır için sofraya oturup bir iki kaşık yemek yeyip kalktı. Babam da öyle. Ben onların aksine karnımı iyice doyurdum. Anamın kumpil aşı olur da yemem mi!
16-17 yaşlarındayım o zamanlar. Amca oğlu Hüseyin de, benimle akran olduğu için askere alınacaklar arasında o da vardı. Akrabalığın, kardeşliğin ötesinde canciğer arkadaştık Hüseyin’le.Yengem yani Hüseyin’in anası, aramızda 9-10 gün bir fark bulunduğunu, benim Hüseyin’den birkaç gün büyük olduğumu söylerdi. “Sen onun agası sayılırsın.” Derdi.
Askere alınacaktık, savaşa gidecektik; ancak bizde bir umursamazlık vardı. Çünkü ne askerlik ne de savaş hakkında bilgimiz vardı. Bugüne kadar, silahla sadece birkaç kere atış yapmıştık; hepsi bu... Oysa oraya öldürmek ya da ölmek için gidilirmiş. Kimi öldürecektim? Cevap basitmiş: Düşmanı... Bu düşman nasıl bir şey, neye benziyor ve ben onu neden öldürecektim? Düşman namussuzun, ırz düşmanının, alçağın biriymiş. Tamam öyleyse; ben o namussuz, ırz düşmanı ve alçak düşmanı öldüreceğim. Vatan, kahramanlık, gazilik, şehitlik kavramlarından bahsediliyordu savaşla ilgili konular konuşulurken. İtiraf etmeliyim ki, bunlarla ilgili anlatılanları da tam olarak anlamıyordum. Bunlar kutsalmış, övünç doluymuş, namusmuş, herkesin ulaşmak isteyeceği şerefli değerlermiş, mertebelermiş!
Köyden ayrılma günü geldi. En sağlam çarık seçilip bana verildi. En yeni pantolon benim ayağıma giydirildi.Yedeğe koyacak yeni giysim yoktu, onun için eski püskü birkaç parça eşya aldım; zaten oraya gidince askeri elbise verileceğinden başka bir şeye ihtiyacım da yoktu.
Bir çıkının içine hazırladığı yiyecek türü şeyleri elime tutuşturan anam, yüzüme bakacağına ikide bir arkasını dönüp duruyordu. Belli ki ağladığını bana göstermek istemiyordu. Davul zurna eşliğinde adet olduğu üzre köylüler, asker uğurlama töreni yaptılar. Var olan bütün bayraklar çıkarılıp asıldı. Köy meydanı köylülerle dolup taştı. Akrabaları, askere gideceklerin ceplerine para koydu. Herkes askerleri defalarca kucakladı. Ağlayan hiç kimse yoktu. Asker uğurlandıktan sonraya bırakılmıştı ağlamak...
Amcaoğlu Hüseyin’le asker sevk yerine geldiğimizde “Galiçya Cephesi”ne gönderileceğimizi öğrendik. Birkaç günlük talimden sonra, yola çıkacaktık. Bize birer asker elbisesi verdiler. Giydim ve elbisenin içinde kayboldum. Sanki büyük bir çuvalın içine girmiş gibiydim. Amcaoğlu Hüseyin, beni bu halde görünce kahkalarla güldü. Ona bozuldum, biraz ağır kaçacak laflar söyledim. Gülmeyi kesti, fakat az sonra kendini tutamadı ve gene bana bakıp bakıp gülmeye başladı. Birkaç günüm bu çuval benzeri elbisenin içinde geçti. Burada terzi varmış ve elbiseleri düzeltebiliyormuş. Terziyi bulduk, biraz para verdim ve o da elbiseyi üzerime oturacak bir şekle soktu.
Tüfek de verdiler. Kısa boylu ve yaşım küçük olduğundan, omzuma astığım tüfek neredeyse yere değiyordu. Gerçi boyum şimdi de kısa, ama o zaman daha da kısaydı. Şimdi olsa bırak askere almayı, bu daha “kızan” deyip kahveye bile sokmazlardı beni. Amcaoğlu Hüseyin, benden daha iri ve uzundu. Bir kavga oldu mu o yüzden hemen önüme geçer, beni korumaya çalışırdı.
Burada en çok hoşuma giden şey yemeklerdi. Daha önce bu kadar çeşitli ve bol yemek yememiştim. Hep böyle yemekler çıkarsa, askerlik yapmak zevkli bir meşgale olurdu.
Talim bitince bizi trene bindirdiler. Bir hafta süren tren yolculuğundan sonra, cepheye varmaya yürüyerek iki günlük yolumuz kalmıştı. Trenden indirildiğimiz yerde üç gün bekletildik; sonra yürüyerek cepheye gitmek için yola çıktık. İşte savaşın olduğu yere, cehennemin tam orta yerine gidiyorduk, ama aklıma ne korku ne de başka bir şey geliyordu. Sadece bir an evvel oraya ulaşmayı istiyordum, ama savaşayım da düşmanı defedeyim diye değil; trende sallana sallana gitmekten, şimdi de saatlerdir yürümekten bıktığım, yorulduğum için...
Amcaoğlu Hüseyin, yolda bana bir şeyler anlatıyordu. Oldukça da neşeli görünüyor, belki de görünmeye çalışıyordu. Yorulduğunu yüzünden anlıyorum ama sorduğumda “Ne yorulması, amcaoğlu!” cevabını alıyordum. Bir ara Hüseyin sustu, baktım ellerini karnına koymuş kıvranıyor. Kafileden ayrılıp kenara çekildik. Sıhhıye geldi baktı, ama bir şey anlamadı. Sıhhıye dediklerimiz de bizim gibi, yani çocuk sayılır.
Mola yerine kadar koluna girip Hüseyin’i yürüttüm. Acısı giderek arttı. Sabaha kadar inledi. Yola çıkma vakti geldiğinde; devam edemiyeceğini, onu bırakıp gitmemi söyledi. Kabul etmedim. Sırtıma alıp bir-iki saat taşıdım. Boyu benden uzun olduğu için ayakları yere sürtüyordu. Yoruldum. Kan ter içinde kaldım.
Dinlenmek için sırtımdan indirdiğimde, zorlukla nefes aldığını gördüm ve tekrar sıhhıyeyi çağırdım. Sıhhıye yapacak bir şey olmadığını, orada bırakmamız gerektiğini sert bir ifade ile bana anlattı. Geriden gelen ekibin, hastaları topladığını da ilave etti. Onlar bakar, tedavi ederlermiş. Amcaoğlu Hüseyin, konuşulanları duydu, bana çok acı çektiğini, orada biraz dinlenmek istediğini, iyileşince beni gelip bulacağını söyledi ve elini cebine sokup ne varsa hepsini bana verdi: Mendil niyetine kullandığı bir bez parçası, 2-3 kuruş para ve kör bir çakı… Amcaoğlu Hüseyin’in emanetlerini uzun süre sakladım ve korudum, ama sonunda kaybettim. Düşürdüm mü, çaldırdım mı, bilmiyorum.
Son bir kez birbirimize sarılıp öpüştük, vedalaştık. Bunun son olduğunu, o da ben de biliyorduk ama “yakında buluşacağız” dilekleriyle birbirimizi kandırıyorduk.
Cepheye yaklaştığımızı barut, kan ve çürümüş ceset kokularından anladım. Artık savaşın içindeydim. Savaşın ne olduğunu doğrusu bilmiyordum. Komutanlarım ne derse onu yapacaktım. Onların emirlerinden dışarı çıkmayacaktım. Kendimi ve vatanımı korumanın tek yolu bu olmalıydı.
Beni doğrudan cephedeki çarpışmaların olduğu yere sürmediler. Ufak tefek oluşum ve okuma yazma bilmem nedeniyle “muhabere” sınıfına aldılar. O dönemde okumuş insan bizde çok az. Yörük dedem okuma yazmayı öğreterek, askerliğim sırasında bana büyük bir fayda sağlamış oldu. Dedemi bir kere daha minnetle andım. Yapacağım işler konusunda on gün eğitim verdiler. Sonunda da içinde kablo ve telefon santralı olan, kocaman bir sandığı bana teslim ettiler; daha doğrusu zimmetlediler. Komutan:
“-Bu sandığa bir şey olursa, kesinlikle kurşuna dizilirsin. Sen ölebilirsin, ama sandığa hiçbir zarar gelmemeli!” diyerek son uyarısını yaptı. O zaman anladım ki o sandık, benim hayatımdan daha kıymetliydi. Zaten cephede, askerin hayatından daha kıymetli olmayan ne vardı ki… Asker her yerde ve her zaman bulunabilirdi, ama telefon santralini nereden bulacaksın!
(Devam edecek...)

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..