Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ağustos '16

 
Kategori
Öykü
 

Göçe göçe -1

Göçe göçe -1
 

“Biz, göçe göçe millet olduk. Bizi biz yapan göçtür. Göç hayat verir, göç bilgi kazandırır, göç tanıtır, göç hem sevincin hem de hüznün kaynağıdır, göç hayvanlarımızın verimini artırır, göç fazlalıklardan kurtulmaktır, göç ruhu dinlendirir; göç yeniliktir ve göç biraz da zora katlanmaktır. Biz binlerce sene birçok kez büyük göç yapmışız, sayısını bilemeyeceğim kadar da küçük göç. Büyük göçlerde kıtalardan kıtalara, küçük göçlerde ise dağlardan ovalara, ovalardan dağlara gidip gelmişiz. Dili olsa da yaşadıklarımızı anlatsa; dağların, tepelerin, yaylaların ve eteklerdeki ovaların!”
 
Dedem sesinin tonunu değiştirerek konuşuyordu, sanki birini taklit etmek ister gibiydi. Acaba kimi? Sabırlı olursam öğrenecektim, nitekim öyle oldu.
“Nereden gelip nereye gittiğimizi, geride bıraktığımız zamanda neler yaptığımızı, nasıl yaptığımızı, başarı ve başarısızlıklarımızı; kısacası tarihimizi çok iyi bilmeliyiz.” Dedem biraz soluklanıp devam etti: “Benim sana anlattıklarımı sen de torunlarına anlat, daha sonra onlar da diğer kuşaklara aktarsınlar. Gerçi birçok bilgi tarih kitaplarında yer alacaktır, ancak yaşayan insanların ağızlarından bunları duymanın ayrı bir önemi ve bilhassa lezzeti vardır.” Dedemle bu konuşmayı yaptığımızda ben, aşağı yukarı senin yaşındaydım. (O yıllarda benim yaşım, tam on bir.)
Son cümleden sonra anladım ki; bu sözler dedemim dedesine aitmiş, o da dedesinin konuşma şeklini taklit etmeye uğraşıyormuş.
 
Dedemin anneannemle yani ninemle bize, Kırşehir'deki evimize bu ilk ve maalesef aynı zamanda da son gelişiydi. Kızılpınar köyünden ta buralara kadar, bu kış gününde bizi görmek için gelmişlerdi. Dedem anneanneme “Hanım, gel gidip bir Kırşehir'deki kızımızı ve torunlarımızı görelim, ölümlü dünyada yarın olur mu olmaz mı bilemeyiz. Nasıl olsa iki güne kadar torunlar karne tatiline girecekler. Onlarla biraz hasret gideririz.” demiş. Bir göçebe Türkmene, yörüğe yakışanı yapıp; hemen ertesi gün dayıma eşek arabasını koşup, onları trene yetiştirmesini söylemiş.
Tren istasyonu köye 4-5 kilometre uzaklıkta. Yürüyerek gitmeleri biraz zor. Sabah olunca, eşekler arabaya koşulmuş ve tıngır mıngır yola koyulmuşlar.
Dedem “Ah, o huysuz kara eşek yok mu? İnadı tuttu mu başlar yan çekmeye. O zaman da bütün yük boz eşeğe biner. Bu hareketinden dolayı kara eşeğe yol boyunca söylendim durdum. Nasıl söylenmem; onun inadı, hızımızı da azaltıyordu. Bir de tozu dumana katarak gelen askerye cemseleri beni korkuttu; çünkü eşekler bunlardan ürküyorlar. Yoldan çıkıp bir çatağın içine atıverirler arabayı. Atlar da cemselerden korkar ve atlar eşeklere göre daha güçlü olduklarından zaptetmesi çok zordur. İstediğin kadar dizginleri çek, deviriverirler arabayı. Bizim köyden kaç kişinin başına geldi böyle kaza... İstasyona bir-iki kilometre kala Edirne'den gelip İstanbul'a giden motorlu trenin geçtiğini görünce, dayın daha hızlı aydemeye başladı eşekleri. Biz istasyona girdiğimizde ise tren hareket ediyordu. Tabii binmemiz mümkün değildi. Gişe memuru iki saat kadar sonra İstanbul'a bir kara trenin gideceğini söyleyince, biletimizi alıp beklemeye başladık. Dışarıda hava soğuktu, rüzgâr da vardı. Bazen rüzgâr şiddetlenip ıslık çalarak esmeye başlıyordu. Ama bekleme yeri sıcacıktı, bir görevli sık sık kocaman sobanın içine kürek kürek kömür atıyordu. Bir ara sobanın kıpkırmızı kesildiğini bile gördüm. İki saat dendi bize, ama beklediğimiz süre eminim daha fazlaydı. Sonunda bir tren düdüğü duyduk ve çuflaya çuflaya kara tren gara yanaştı. Bizim gibi tren bekleyen üç kişi daha vardı. Hepimiz birden kapıya hücum ettik. Trene bindikten beş dakika sonra da, hareket memurunun düdüğünü duyduk. Kara tren, ortalığı kömür dumanına boğarak gitmeye başladı. Altı-yedi saat sürdü İstanbul'a varmak. Yolda çok durduk, bazı istasyonlarda; karşıdan gelen treni beklermiş. İstanbul'a geldiğimizde hava kararmıştı, Sirkeci'de inip hemen Kırşehir'e bilet almak için bir yazıhaneye girdik, ama “Bizde Kırşehir'e kalkan araba yok.” cevabıyla birlikte nereye başvurmam gerektiğini söylediler, tarif ettiler. Oraya gittik, ama o günkü otobüs kalkmış, mecburen ertesi güne aldım biletimizi. Sirkeci'den bir belediye otobüsüne atlayıp, Şehremini'ndeki kızıma gittik. Bizi görünce onlar da şaşırdı. Söyledik Kırşehir'e yolculuk yapacağımızı. Teyzen hem özendi hem de kıskandı. “Keşke ben de sizinle gelebilseydim.” dedi.
 
Ertesi gün erkenden Sirkeci'deydik. Otobüsün kalkmasına en az bir saat kala yazıhaneye gelmiştik. Olsun, orada oturup beklerdik. Dışarıdan gelip geçen, koşuşturan, birbiriyle konuşan, bazen de münakaşa eden insanları seyrettik. Yazıhanede bize çay da verdiler, içimiz ısındı. Az sonra, bir simitçi yazıhanenin kapısından başını uzattı. Bir simit aldım, çünkü ninen istemedi. O böyle elalem içinde bir şey yeyip içmekten çekinir. Az önceki çayı bile nasıl içtiğine şaşırmıştım. Simit aldığımı gören bilet kesen genç, hemen bir çay daha ısmarladı. Otobüs yazıhanenin önüne yanaşınca binmek için hamle yaptık. Muavin olduğunu öğrendiğimiz genç bir çocuk, bize yerlerimizi gösterdi. Şoförün iki koltuk arkasındaydık. Sevindim. Etrafı seyrede seyrede gidecektik.
 
Biraz da otobüs içinde bekledik. Sonunda otobüs hareket etti. Arabalı Vapura bindi, burada bizim otobüse bir satıcı geldi, o gitti, bir başkası geldi, daha sonra bir diğeri... Bunlardan pişmaniyeci ve kumaş satıcısı çok gevezeydi. Mallarını satmak için ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. Simitçi de geldi ama o, bunlar gibi yaygaracı değildi. Simitçi, ön kapıdan biniyor yavaş adımlarla otobüsün içinde yürüyor ve arka kapıdan inip gidiyordu. Konuşmasına, bağırmasına gerek kalmıyor, çünkü karnı acıkan elindeki simitleri görüp alıyordu. Arabamız karşıda Harem'de vapurdan indi, gara girdi. Buradan yolcu aldı. Tabii Harem'de de satıcılar bizi yalnız bırakmadı. Ankara'ya kadar en az 6-7 yerde durduk. Ya yolcu aldık ya da mola verdik. Yol boyunca hep kar yağdı. O yüzden yavaş gitmek zorunda kaldık. Ankara'ya varmamız 13-14 saat sürdü. Ankara'daki otogarda bir saatten fazla bekledik; buradan da Kırşehir'e gidecek yolcular varmış, onları alıp hareket ettik.
 
Ankara-Kırşehir yolu, bozuk ve virajlı. İnsanın içi dışına çıkıyor. Yolun yarıdan fazlasını kar yağışı altında yaptık. Bu yolda muavin midesi bulananlara naylon torba dağıttı. Alanlardan biri de ninendi. Nitekim fazla dayanamayıp daha yolu yarılamadan kustu. İlk mola yerinde indik; elini, ağzını, yüzünü yıkadı. Ne kadar ısrar ettiysem de, sonra gene kusacağı korkusuyla hiçbir şey yemedi. Belki de kusma korkusu bahaneydi, esas sebep utanması olabilirdi. Kadıncağız sadece kusmaktan korkmuyor, aynı zamanda diğer yolculara karşı ayıp oldu diye de dertleniyordu. Yol boyunca suratı asık bir şekilde hiç konuşmadan öylece oturdu durdu. Sonunda çok şükür Kırşehir'e geldik de yüzü biraz güldü.” dedi.
 
Anneannem biz dört kardeşin dördüne de elcik(eldiven) örmüş. Gelince verdi. Ben hemen elcikleri ellerime takıp dışarı çıktım. Bu elcikler annemin ördüklerinden farklıydı. Çünkü giyildiğinde sadece başparmak bağımsızdı, diğer dört parmak birarada olmak zorundaydı. Elciklerimle kartopu yapıp sokakta tanıdığım çocuk varsa onlara atacaktım. Fakat bu elciklerle daha karı yerden almaya başladığımda bir aksilik olduğunu anladım. Karı istediğim gibi avucumun içine alamıyordum ve aldığım karı iyi yuvarlayamıyordum. Kartopu yapmaya çalıştığım kar parçası yamru yumru bir şey olmuştu. Bu şeyi atmayı denedim, sadece bir-iki metre uzağa atabildim. Moralim bozuldu, hemen eve döndüm. Tabii bunları aneanneme söylemedim. Kadıncağız üzülürdü. O kadar emek harcamış, göz nuru dökmüştü bu elcikler için...
    
(Devam edecek...) 
 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..