Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ağustos '16

 
Kategori
Öykü
 

Göçe göçe-6

3 Nisan 1878 (30 Rebiülevvel 1295) Göçün Birinci Günü;
 
Fırtınanın topraktan köküyle söktüğü bir ağaç gibiyiz. Havada savrulup duruyoruz. Fırtına bu ağacı bırakacak mı, bırakırsa nerede bırakacak? Diyelim ki fırtına dindi ve bir yere bıraktı; acaba o ağaç oraya dikilecek mi? Dikilse bile, tekrar toprağa kök salıp tutanabilecek mi? Bu göç işte böyle bir şey!
 
Buna rağmen gene de hepimizin gözü önünde bir Türkiya hayali var. “Türkiya'ya kendimizi bir atabilsek! Biz oraya da kök salarız, orayı da yurt ediniriz,” diye kendime teselli veriyorum. Karaman'dan Dobromirka'ya doğru yola çıkan atalarımız da, yolculuklarının başında mutlaka böyle düşünmüşlerdir. Ama onlar, Balkanlar'a kök saldılar. Onlar buraları yurt edinip, vatan yaptılar. Üstelik, Balkanların birçok yeri o zaman Türk toprağı değildi. Oysa şimdi, gittiğimiz yer Türkiya, bir Türk toprağı, Türk yurdu. Aslında bizim işimiz atalarımıza göre daha kolay. Yeter ki oraya varabilelim!
 
Burada bıraktıklarımızı düşündükçe, içimi bir hüzün kaplıyor. Tarlalarımızı, hayvanlarımızı, çiftimizi-çubuğumuzu, evimizi barkımızı, şehitlerimizi, ölülerimizi, hanlarımızı, kervansaraylarımızı, köprülerimizi, dergâhlarımızı, camiilerimizi, medreselerimizi, çeşmelerimizi... kısacası buradaki tüm kazanımlarımızı bırakıp gitmek ne kadar acı! Yoksa Şaman söylediklerinde haklı mıydı? İşin sonunda ölüm bile olsa, asla Balkanları terk etmemeli miydik? Korktuk mu? Can kaygusuna mı kapıldık? Ve o nedenle biz kaçıyor muyduk? Bu soruların hepsine birden “Hayır!” demek istesem de, aklımdaki çelişkiyi bir türlü halledemiyorum. Sessizce ve suçluluk duygusu içerisinde terk ettik Dobromirka'yı. O anlar aklıma geldikçe hep utanacağım. Başım önümde, birilerinden saklanmak ister gibiydim; oysa etrafta beni/bizi gözetleyen hiç kimse yoktu. Çıkışta bekleyen Şaman hariç...
Her iki yanında bağların, bahçelerin, çayırların, bereketli toprakların yer aldığı bir yolda gidiyoruz. Önce önümüze bir Türk köyü olan Balvan çıkıyor. Bu köyün yanından geçerken etrafa ne kadar bakmamaya çalışsak da, ister istemez yıkıntılar içindeki manzara gözümüze takılıyor. İnsanlarının hemen hemen tamamı katledilen bu köyde, sağlam bir ev de bırakılmamış. Bir öncü ve bir korucu köyün içine girip bakmaya karar verdiler. Onlarla birlikte gitmek isteyenler de oldu. Bu talepler reddedildi. Kafile yola devam edecekti. Daha sonra korculardan aldığım bilgiye göre, köyün içi ceset doluymuş. Yakılmadık, yıkılmadık ev yokmuş. Ağaçlara asılı insanlar varmış. Eşyaların tamamı ya talan edilmiş ya da yakılmış. Köyde canlı olarak sadece iki tane tavuk görmüşler. Koruculardan birinin ağlayarak anlattığına göre; tecavüz edildikten sonra öldürülmüş olan bir genç kızın çırılçıplak vücudunu yerde yatarken görünce, yıkık bir evin enkazının içinden bir parça bez bulup cesedin üzerine örtmüşler. Bütün yapabildikleri ne yazık ki sadece buymuş...
Buranın üzümünün, pekmezinin, şırasının, hatta ipeğinin çok kaliteli olduğunu biliyorduk. Hayvancılık ve buğday üretimi de oldukça yaygın olan zengin bir köydü. Etrafında çok sayıda un değirmeni de vardı. Şimdi ise iki tane ancak bulabildik ve çoğumuz buradan bir çuval un aldık.
Bugün, akşam hava kararıncaya kadar yürüdük. Etrafı kolaçan eden öncülerden ve koruculardan gelen müspet bilgiler, şimdilik herhangi bir tehlikenin olmadığı yönündeydi. O yüzden gidebildiğimiz kadar gitmeliydik. Yol da, yolculuk açısından fena sayılmazdı. Kırık taş, çakıl ve kum döşeli şose yolda hiç mola vermeden akşamı ettik. Küçük çocukların;
-Aney karnım acıktı. Ekmek yemeycez mi?
-Aney kakam geldi!
Diye sızlanmalarını ve analarının da onlara;
-Sık dişini abe kızanım, az kaldı! Demelerini sık sık duyduk.
Çocuklar daha fazla dayanamazlardı. Ayrıca hayvanların da beslenmesi, sulanması ve dinlenmesi gerekliydi. O yüzden bugünlük bu kadarla yetinecektik.
Mola sırasında, ileri gelenler küçük bir toplantı yaptık. Bu toplantıda bir kez daha birbirimizden kopmamamız gerektiğini vurguladık, tehlikeli yerleşim yerlerinin içinden geçmemeye çalışacaktık, varsa yan yolları kullanacaktık. Bize herhangi bir sözlü sataşma olduğunda karşılık vermeyecektik. Fiili saldırı olursa da kendimizi savunacaktık. Öncüler, konvoyun birkaç kilometre önünde giderek, geçeceğimiz yolları ve çevreyi kontrol edecek, gerekli uyarılarla bizi yönlendireceklerdi.
İlk aksilik, göçün ilk gününde oldu: Bir korucunun atının ayağı kırıldı. Bir çataktan geçerken tökezleyip kırmış ayağını hayvancağız. Tedavi edilebilecek gibi değilmiş kırık; o nedenle başına bir kurşun sıkılarak uyutuldu. Aksi takdirde ya acı içinde kıvranarak ölecekti ya da vahşi hayvanlar tarafından canlı canlı yenilecekti. Ne kadar da güzel, genç bir hayvandı! Yazık oldu, ama yapacak bir şey yok!
Korucuya başka bir at bulmak zor olmadı. Birçok kişinin yedeğinde vardı zaten. Bunların içinden en güçlü olanı seçilip korucuya verildi.
Köyden ayrılırken Şaman'ın bize merhamet ve istihza karışımı bakışları, gözümün önünden hiç gitmiyor. Kızgın değildi, küs değildi. Neden? Acaba onun nazarında biz kızılmaya veya küsülmeye bile değmeyecek yaratıklar mıydık? Başkalarını bilmem, ama ben Şaman'ın bu bakışlarından sonra kendimi aşağılanmış hissediyorum.
Yola çıktığımız andan itibaren tam tepemizde kurşun renginde bir bulut, bizi takip etti. Gökyüzünün sadece bir bölümünü kaplıyordu, yani aslında gökyüzü açıktı. Ben bu bulutu, kara bir gözün kindar bakışına benzettim. Öfke doluydu, intikam almak istiyordu, fırsatını bulduğunda emeline erişecekti... Hava karardığında da gene tepemizdeydi; çünkü başımı havaya kaldırdığımda yıldızlar görünmüyordu, oysa yan taraflardakiler parıl parıldı...
 
4 Nisan 1878 (1 Rebiülahir 1295) Göçün İkinci Günü;
 
Sabahleyin uyandığımda ilk işim gökyüzüne bakmak oldu. Beni rahatsız eden bulutu göremedim. Ondan kurtulduğuma sevindim.
Dünün yorgunluğuna bugünkü de eklenince sakat ayağım ağrımaya başladı. Önce nasıl olsa geçer deyip, aldırmadıysam da, giderek ağrı şiddetlendi. Çektiğim acıyı, yüzümdeki ifadeden anlamış olan hanımım, arabadan inip yuları elimden aldı, öküzlerin önüne geçti. Arabaya binince ağrım hafifledi.
Göçmenlere bir can daha eklendi: Bir bebek doğdu. Konvoy aniden durunca olağanüstü bir durum olduğunu anlamıştım. Öğrendim ki genç bir kadının doğum sancıları tutmuş. Bir saat içinde doğum oldu. Bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Adını Alaz koydular. Güzel bir çocukmuş, merak edip gidip baktım. Ufacık bir şey ama çok sevimli göründü gözüme.
Bir artmıştık ama gece mola verildiğinde bir eksildiğimizi de öğrendik. Ölen Alaz'ın anasıymış. Kadıncağızın durumu doğumdan sonra kötüleşmiş. Çok kan kaybetmiş. Bu haliyle bebeğini defalarca emzirmiş. Acıdan kıvrandığı halde sesini çıkarmamış ve sessizce bu dünyadan göç etmiş. Alaz bebeği sımsıkı göğsüne sardığı kaskatı kesilmiş kollarından almak çok zor olmuş. Alaz'ın anası, göç yolunda kaybettiğimiz ilk candı. Aynı gün hem doğumu hem de ölümü gördük. Ölüm de doğumla, hayat bulmuyor mu?
Sabaha karşı Alaz bebek, ağlamaya başladı. Sesini benden başka duyanlar da vardı ki:
-Acıktı kızancağız. Anacığı da öldü. Şimdi onu kim emzirecek? Ana sütünden başka bir şey de verilmez bu yaştaki kızana. Diye konuşulduğunu duydum.
Güneş doğup herkes uyandığında, korucular Alaz bebek için seferber oldular, konvoydaki her arabaya bebeği olan anne olup olmadığını sordular. Bir kadının dört aylık bebeği olduğunu öğrenince, Alaz bebek adına çok sevindik. Kadın Alaz bebeği de emzirecekti. O nedenle Alaz bebeğin ailesi ile, sütananın içinde bulunduğu arabalar, konvoyda birbirinin peşinde gideceklerdi. Böylece emzirme dışında, Alaz bebekle ninesi ilgilenebilecekti.
Alaz bebeğin geleceğini düşündüm: Acaba Türkiya'ya sağ salim ulaşabilecek miydi? Ulaşırsa anasız nasıl büyüyecekti? Bayramlarda herkes anasının elini öperken o, kimin eline “anam” deyip de sarılacaktı? Onun yazgısı da demek ki böyleymiş. Acaba hayat, yazgımızın bize çizdiği bir yol muydu? Eğer öyleyse Alaz bebek için bu yolu kabullenmekte zorlanıyordum.
 
Sonra kendime telkin vermeye başladım. Dedim ki: “ Hayatı olduğu gibi kabullenmelisin, çünkü olmasını istediğin gibi bir hayata hiç ulaşamayabilirsin. Hayat yorucudur, hayat sürprizlerle doludur, hayat acıdır, hayat zordur, dersin ama gene de ondan ayrılacaksın diye korkarsın! Evet hayat acımasız, korkutucu, bezdirici, adaletsiz ve tehlike dolu… Ama gene de hayata merhamet, sevinç, mutluluk, hak-adalet, güven ekleyerek yaşanmaya değer hale getirebilirsin. “
 
Bir yandan bunları söylerken, diğer yandan aynı ben, şöyle diyordum: “Ben hayatın umrunda mıyım? Beni ciddiye almıyor. Beni ciddiye almayan hayatı, ben neden ciddiye alacakmışım?”
En sonunda gene aklıselim galip geliyor ve diyor ki: “Kaç yaşında olursan ol, hayat hep öğretmendir sen de öğrencisin. Hayat önce uyaran, sonra öğreten; buna rağmen hâlâ öğrenemediysen, en sonunda da cezalandıran bir öğretmendir. En büyük ceza da ölümdür. Ama sakın korkma, çünkü hayat ve ölüm, sadece iki ayrı yolculuktur. Biri kısadır ve biter; diğeri ise sonsuza kadar devam eder.”
Ledenik köyünü de geride bıraktık.
(Devam edecek...)
 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..