Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mayıs '15

 
Kategori
Alışveriş - Moda
 

Göçmenlik

Dünya da yüz binlerce, hatta milyonlarca insandan biri olarak bende ülkemden uzakta gurbette yaşamaya başlayan bir göçmendim.  Bu düşünemediğim aklıma gelmeyen, yeni farklı bir hayat oldu. Zoraki olmuştu. İradem dışında zorla dayatılan, hayatım boyunca unutamayacağım ayrılıktı. Uzun yıllar alışamadım. Anlayacağınız, istemeden gurbetçi olmuştum. Bu bir tür cezaydı. Haksız yere, adaletten yoksun bir cezaydı. Üç bin mil uzakta soğuk bir iklimde yaşamak kolay değildi. İstemezsem de, o yeni durma dayanma gücü elde ettim. Yeni duruma alışmam yıllarımı aldı. Kazandıklarım ve kayıplarım oldu. Yeni baştan, sıfırdan başlayarak bir hayat kurmanın başlangıcı oldu. Zorlukları aştıkça, dayanma gücüm gelişiyordu. Bu bir cezalandırma idi. Adaletsizliğe, savaşa, doğayı tahrip edenlere karşı durmanın bedeliydi. Biliyordum. Yerkürede ekonomik ve politik nedenlerden ötürü ülkesinden ayrı kalanların, tümü benzer cezaya çarptırılmışlardı. Yalnız olmadığımın bilincine vardıkça rahatlıyordum. Göçmenlik sevimsiz de olsa, adaletsiz zorba bir dünya gerçeği idi. Ben ne ilktim ve ne de son olacaktım. Dünyada ki adaletsizlik ve doğa tahribatı sürdüğü sürece, göçmenliğin olması da kaçınılmazdı. İlk kez karşılaşmış olsam da,  benden öncekileri ve daha sonra da olacakları düşündüğümde haksızlığa, adaletsizliğe, baskıya karşı direnmenin ne kadar haklı ve kutsal bir savuma olduğu sonucuna varıyordum. İnsanlığa zülüm ve tüm canlıları yok edenlere karşı direnmek meşru ve kutsaldı. Onların yaptıkları gibi değil, adil, özgür barışçı bir dünyaya, doğayla barışık yaşama olan inancım giderek artıyordu. Bu duruş beni daha güçlendiriyordu. Kötülükleri yapanlardan öç alma değil, yeni farklı özgürlükçü, doğal dengelere saygı duyan onu koruyan bir dünya taraftarı idim. Bize dayatılanı değil, olması gereken bir dünyadan yana olma düşüncem daha da netlik kazanıyordu. Açık taraftım.

Yüzlerce, hatta binlerce yıldan bu yana insanlar durmadan oradan, oraya sürülmüşlerdi. Bu kadar adaletsizlikten kimse ders değil, öç alma politikalarını savunuyorlardı. Bu anlayış dünyayı olumlu değiştirmeye yetmiyordu. İktidar olanlar kısa süre sonra, karşı çıktıkları öncekilerinin konumuna düşüyorlardı. İktidara tutsak düşenler dünyayı değiştirme yeteneğini de kayıp ediyorlardı.  Göçmenlikte son bulmuyordu. Dünya da kendi doğduğu topraklarından sürülenlerin sayısı durmadan artıyordu. Bu bir sistem sorunuydu. Baskının, adaletsizliği temel alan her siyasette, benzer insanlık dışı ve doğa karşıtı durumlar yaşanıyordu. Bu bir dünya gerçeği de olsa bedelini yoksullar, baskıcı sistemlere karşı duran aydınlar ödüyordu. Farklı bir anlayışım giderek güçleniyordu. Öncekiler gibi değil. Yeni alternatif insanlığı temel alan, doğayla barışık bir politikayı savunma fikrim de gelişiyordu.

 Yeni bir mekân edinmek, oraya uyum sağlamak hiçte kolay değildi. Göçmenlikte ilk karşılaşılan fiziki zorluktu. Yeni coğrafi koşullara uyum sağlamak zaman alıyordu. Sıcak iklimlerden gelenler, soğuk kuzey ülkelerine uyumu daha uzun ve çetin geçiyordu. Zorluklar bununla da bitmiyordu. Farklı kültürlere olan hoşgörüm ve onlara saygılıda olmam, sorunları çözemiyordu. “Uyum” sağlamayan göçmenlerin birçoğu üşütüyordu. İntihar edenler bile oluyordu. Bu türde ağır vuruk olumsuzluklar beni de etkiliyordu. Bunları yaşama olan bağlılığımla ve geleceğin umuduyla aşmayı öğrendim. Bir yanda bunlarla uğraşırken, diğer yandan kedimde yeni koşullarda yaşamayı öğreniyordum.  

Ülkemde edindiğim alışkanlıkları bırakmak, söylendiği gibi kolay gerçekleşmiyordu. Uyum, belli bir zamana yayılıyordu. “İklime, sosyal koşullara tam uyum sağladım,” derken başka sorunlarla karşılaşıyordum. Sömürü sistemleri “demokratik” sayılsa da,  farklı dozda da çelişkilerle doluydu. Birini aştım derken, aralıksız yeni sorunlar çıkıyordu. “Gelişmiş demokrasi” sayılan ülkelerde bile, derinine indiğinde kapitalizmin çıkmazlarıyla karşılaşıyordum. Bu bir önyargı ve kapitalizme olan muhalefetimin den değildi. Sistemin doğasından gelen, çelişkilerden kaynaklanan bir gerçeğin saptanmasıydı. Onu değiştirmem mümkün değildi. Göçmendim. Elimde sihirli bir güçte yoktu. Sadece kabul etmediğimi her fırsatta dile getiriyordum. Ya sisteme teslim olmaktı. Verilenden fazlasını istemeden boyun eğerek yaşamak. Ya da en azında kişiliğini koruyarak, “bağımsız” olarak kalmak. “Bağımsız” kalmayı seçtim. İşte tam bağımsız kalmanın koşulları göçmenleri için yok. Yaşamak için, zorunlu ödünler vermen kaçınılmazdı. Bu bir tür uzlaşmaydı. Çelişki gibi görünse de, yaşama savunması oluyordu. Yaşamak uğruna, sistemin verdiklerinden fazlasını istememekti. Muhalifleri uysallaştırma cezasıydı. Real durumdan olumsuz etkilenmem kaçınılmazdı. Maddi olarak olanla yetinmek, bana ters gelen düşünce ve uygulamalara uymamayı seçtim.  Biliyordum. Artık ağzımla kuş tutsam da, sistemin verdiğiyle en alt düzeyde yaşamamı sürdürüyordum. Bu dayatma bizde ki gibi, kaba aniden acıtan biçimde de olmuyordu. Çok ince, örtülmüş farkına varılmayan politikalarla yapılıyordu. Zaten farkına vardığında da, sistemin dişileri arasında acı duyarak, çaresiz ezilmeye boyun eğersin. Göçmenlerin çoğu bu sinsi, insanı sömürü sistemine zarar vermeyecek duruma getiren, uysallaştırmaya çoktan razılardı. Ben “asi” biri olduğumda razı değildim. Birde şu gerçek vardı. Daha göçmenliği kabul ederken, oradaki sisteme bağlığını beyan etmiş olursun. Birçok konuda “ biçimsel” de olsa, bende olanları kabul ettim. Nasıl olsa, geldiğimiz ülkenin sistemi “Demokrasi” idi. Buna uyum sağlamakla, “iyi bir göçmen sayılırsın.” Açıkta, içinde zor ve şiddet olmayan sisteme “gönüllü” razı olmaktı. Birde madalyonun diğer, örtülü yüzü vardı. Kapitalizmin özünde var olan temel çıkmazlar. Bu çıkmazlar yirminci yüz yılın son yirmi yılında, kendini çok net göstermeye başladı. Seksenlerde artan işsizliğe paralel, göçmenlere karşı olan ırkçıların sayısı da artıyordu. Çevre kirlenmesi başka temel bir çıkmazdı. Zenginler daha zengin olurken, yoksullarda biraz daha yoksullaşıyordu. Önceleri var olan sosyal yardım kısılmaya başlamıştı. Bundan en çokta göçmenler etkileniyordu. Yine de geldikleri ülkelerle karşılaştırdıklarında, geldikleri batı ülkelerini tercih ederlerdi. Türkiye, İran, ırak, Suriye, Suudi Arabistan ve bazı Afrika ülkelerin devletleriyle kıyaslandığında, Avrupa ülkelerini “cennet” sayıyorlardı. Bu da anlaşılır insani bir tercihti. Diktatörlüklere karşı, “Batı Demokrasilerini” savunmak.

Göçmenlerin tümü geldikleri ülkelerinde diktatörlükler hüküm sürüyordu. O ülkelerde ki diktatörler her gün biraz daha baskı ve şiddeti artırıyorlardı. Batı ülkeleri, göçmenlerin geldikleri ülke devletlerine ciddi olarak karşı çıkmıyorlardı. Bu tam bir danışıklı dövüştü. Bir yandan Batı devletleri Orta-Doğu ve Afrika devletleriyle her türlü ekonomik ve politik ilişki içindeydiler. Normal ticaretin dışında, Orta-Doğu ve Afrika diktatörlüklerine her yıl milyarlarca dolar değerinde silah satıyorlardı. Söz konusu devletleri politik olarak ta, el atında desteklemekten asla geri durmuyorlardı. Aynı devletler, göçmenlere de “kucak açıp, insan haklarına” sahipçıktıklarını kendi halklarına karşı da tam ikiyüzlü politikayla çıkıyorlardı.  Bu ikiyüzlü politikayı, göçmenlerin ezici çoğunluğu fark etmiyordu.  Fark edenlerde sesini çıkarmıyordu. Batı devletleri “insan haklarına” sahip çıktıklarını her fırsatta da tekrar ediyorlardı. Bu türde insanları öne çıkarıp, göçmenleri temsilen kontrollü yetkili kılıyorlardı. Bunlar nasıl bir politika izleyeceklerini, yine o devletlerin politikaları sınırlar koyuyordu. O sınırlara dayanmadan, her tür düşünceyi “savunma özgürlüğü” tanıyorlardı.   Onların dışına çıkan bir göçmem temsilcisi anında, pasif duruma getiriliyordu.  En çok kullandıkları söz şuydu. “Devletlerin iç-işlerine karışmama” ilkelerine bağlı olduğunu tekrar edip durulardı. Bu söz bende tiksinti yaratıyordu. Bir başka savunma da, “Serbest piyasa” ve “Özgürlükçü-demokrasi”  sözünü çok seviyorlardı. Göçmenlerde buna inanmıştı. Göçmenlerin çoğu bu ikiyüzlü durumu fark etmeden, kendilerine “sunulana minnet duyuyorlardı. Batı devletleri kendilerine sorun çıkarmayan kurnaz, biraz yetenekli göçmenleri basa basa kullanıyorlardı. Onlarda sisteme sadakatle bağlanıyorlardı. Bu hizmete karşılıkta, maddi olanaklar sunuluyordu. Benim gibi karşı çıkan insanları da şiddetle eleştiriyorlardı. Eleştiri ne kelime, adeta suçluyorlardı. “Bizim huzuru bozmaya hakkın yok. Madem beğenmiyorsan ülkene geri git.” Diyecek kadar da ileri götürüyorlardı. Kendilerini siyasetçilere ve devlete kabul ettirmek içinde adeta çırpınıyorlardı. Bazı konularda, onların eleştirilerine katılmazsam bile anlaşılır buluyordum. İlk kez sınırlı da olsa, daha rahat nefes alıyorlardı. Özellikle Afrika ülkelerinden ve Orta-Doğu ülkelerinde gelenler için Avrupa “cennetti.” Benim gibi insanlara göre de sanal bir “cennetti.”

Yıllar geçtikçe göçmen uyum sağladıkça, geldikleri devletlerde sorunlarını daha iyi görmeye başlıyordum. Sorunların başında ırkçılık, ayrımcılık, yabancı düşmanlığıydı. Durmazdım. Bunlarla boğuşmak zorunda kalıyorduk. Kuşkusuz yalnız değildim. Az da olsa benim gibi düşünen yerli aydınlar, sosyalist politikacılar ve hümanist çevreler vardı. Onlar benim dostlarımdı. Bunlar benim için sürpriz olmadı. Sömürünün ve adaletsizliğin olduğu her yerde, azda olsa ona karşı direnen insanlar vardı. Bunlar iktidar olmazlarsa da, iktidarları olumlu yönden etkiliyorlardı. Demokratik baskı güçleri bu ilerici, sosyalist, demokrat ve hümanist çevrelerdi.  Eğer böyle olmasaydı, dünya yaşanmaz olurdu. Yeni koşulların temel sorunlarıyla uğraşırken, söylediğim gibi yalnız değildim.

Yalnız kaldığım zamanlarda ise, daha çok geride bırakılanlara dönüyordum. Ülkenin güzel değerleri, dostlarım, yoldaşlarım aklına gelirdi. Onların hasreti gelir, yüreğine otururdu. Özlem zordu. İçim kabarır, gözlerim dolardı. Kimseler duymasın diye, çoğu kez içimde ağladığında olurdu. Benzer özlemi sessiz kalanlarda yaşadığını biliyordum. Rüyamda her gece ülkeme, doğduğum topraklara giderdim. Çocukluğumu gençliğimi yeniden yaşardım. Uyandığımda, rüya olduğunu anladığımda bile, geride bıraktıklarımın özlemiyle uyanık kalırdım. Yorulduğumda, ne kadar zaman sonra uykuya daldığımı bilmezdim. Sabahleyin yakın arkadaşlarıma, rüyamı anlatırken, onlarda buruk bir tebessümle dilerdi. Sonra benzer rüyayı onlarda gördüğünü söylerdi. İstisnasız bu tür rüyalar göçmen kaldığım yıllarda sürüp gitti. Kendi aramızda konuşur, bazı sonuçlara varırdık. “Yeryüzünde hiçbir insan, vatanına “ihanet etmediği” çok netti. Farklı ülkelerde gelenlerde bezer rüyaları gördüklerini anlatırlardı.  Sevda olur, gittiğin her yerde seninle olur.  Velhasıl, göçmenlik zor bir meslekti. Hani bir söz var, ‘‘bu anlatılmaz, sadece yaşanır.’’ işte böyle bir duygu, göçmenlikte anlatılmaz, sadece yaşanır. Onu da, en iyi yaşayanlar biliyordu. Bende onlardan biriydim. Özlem hepimizin ortak yanıydı. Göçmen geceleri ve şenlikleri düzenlerdik. Kısmen de olsa, hasretimizi ortak gidermiş olurduk.

O bir yandan bu ağır sorunlarıyla uğraşır. Diğer yandan özlem dolu sevda, seni terk etmez. Nefes aldıkça, yalnız kaldıkça, içimde şöyle bir dilekte bulunuyordum. ‘‘Keşke ‘göçmenlik’ denilen o ayrılık ve hasretlik hiç olmasaydı. İsteyen, istediği ülkeyi turist olarak gidip, görme olanağına sahip olsaydı.’’ Göçmenliğin insanlık tarihi kadar eski olduğunu bildiğim halde, yine de öyle bir dilekte bulunuyordum. Önceleri bana “Sende, göçmen olacaksın.” Deselerdi inanmazdım. “Yaşam insan düşüncesinden daha zengin ve inanılmaz sürprizlerle doluydu.” Bu saptamayı yaşam bana yüzlerce kez doğrulatıyordu.

Gurbete çıkmadan önce ayrılık, hasret, özlem, sevda işleyen türküleri, öyküleri, efsaneleri ve romanları o kadar derinlemesine his etmiyordum. Kendim ayrılığı, hasreti ve sevdayı yaşayınca, bunları bir başka anlamaya ve algılamaya başladım. ‘‘Ayrılık ateşten bir ok.’’ Olduğunu, çok iyi biliyordum artık. Hem delen ve hem de yakan cinsten bir acıydı.  Bu daha çok, manevi tinsel bir acıydı. Gurbette her insan gibi, bende alışmış olduğum her şeyin özlemini çekerdim. İnsan normal yaşamın da değerlerin farkında olmadığını anladım. Onlardan ayrı kaldığında, onların önemini anlar ve özlemini duymaya başlardı. Alışmış olduğum, ayrı kaldığım değerlerimi yerini, başka bir şeyle doldurulamıyordum. Doğduğum yerin iklimine, dağlarına, ırmaklarına, taşlarına, ormanlara, içindeki hayvanlara, böceklere ve kuşlara,  tarihe, kültüre geleneklere, sokaklara, yakınlarıma, arkadaşlarıma, yaşanmış sevdalara, yemeklere, şakalara ve hatta küfürleri bile özlerdim. Böylece, özlem gurbette sürekli yanım da olurdu. Şairin dediği gibi, “Sevdan terk etmedi beni…” beni de terk etmedi. İşte insan böyle, tuhaf karmaşık, anlaşılması da zor bir sosyal varlık. Alışmış olduğun ve seni biçimlendiren değerler, seni terk etmez. Uzun yıllar, gittiğin her yerde seninle gelir. Benimle de geldiği için biliyorum. Çoğu insan benim gibiydi, özlem söz konusu olduğunda.

Özlemin dışında, birde gurbetin kendine özgü zorlukları vardı. Dil sorunu, uyum sorunu, kültür sorunu, daha onlarcası,…akla, hayale gelmeyen sorunlarla karşılaşırdım. Bunlar kişisel veya ortak göçmen sorunlarıydı. Her an bir sorunla karşılaşma bekleyişi, insanı güven duygusundan yoksun bırakır. Herkesten kuşku duymaya başlarsın.  Bende öyle olduğum anlarım çoktu. “Öf be! Göçmenlik zor iştir.” Derdim.  Aldırış etmeye çalışırdım. Unutmak istersin. Bazen insani hazırlıksız yakalar. Böylesi bir durumda, bocalarsın.

Bazen de çıkmazda kalınır, isyan duyguların ayaklanır. Bu durumda kendimi zorlayarak, “bardağın dolunu” kısmını görüp rahatlamak isterdim. Göçmenliği, iyimser yönden aldığım da, sıkça hayal kırıklığı olurdu.  Bunun kesin bir çözümü de yok gibi. Çözümü yoksa mutlaka bir çözüm ararsın. İşte böylesi bir çözümsüzlük anında, umut gelir aklına. Umuda sarılırsın. Tek çaresi, umuttur! Bu beni rahatlatırdı. “ uzakta da olsa, yarınlar daha güzel olacak. Umut orada!” Düşüncesi beni de yaşama bağlayan ve kendine olan güvenim artardı. Güven içimdeki sevgiyi ve hayata olan bağlığımı artırırdı. Bunu etrafımla paylaşınca daha da güçlendiğimi fark ederdim. Değerleri paylaştıkça, onların çoğaldığını fark ederdim. Etrafım da olmazsa bile, içim küçük değişik çiçeklerden bir sevgi bahçesine dönüşürdü. Bu bahçe de sevdiğim çiçekleri yetiştirirdim. Bu aşamaya varmak, öyle kolay olmadığını söylememe izin verin. Yılların sabrı, harcadığım güç ve verdiğim emeklerim ürününü gördükçe, gurbete alıştığımı anlıyordum.

Yıllar geçmiş. Olgunlaşmış ve değişmişim. Yeni bir çevrem oluşmuş. Geldiğim yeri çoktan aşmış olduğunu gördüğümde, her koşulda hayatın güzel olduğu sonucuna varırdım. “Yaşamak güzel! İnsanca yaşamak daha da güzel.” Dediğimde uçar gibi olurdum. Birikim ve deneylerim artmıştı. Bu kazandıklarım bana güç veriyordu. Yılgınlığa hayatımda yer vermedim. İçimde yeni bir enerjiye ortaya çıkıyordu. O enerjiyi yakınımda olanlara geçirmeye çalışırdım. Bu ise işlerimin daha da yoluna girdiğini görüyordum. Umut doğmuştur içimde. Yeni hayata onunla tutunurdum. O umut çelik bir halat gibidir. Kolayca kopmazdı. Umutla paylaşımı, güveni değerlere olan bağlığımla yeniden üretirdim. Bu güçle baktığımda,  başta başladığım yerden çok ilerde olduğunu görürdüm. Adeta, “Küllerinden yeniden doğarsın” böyle olur. Gurbet benin için farklı bir okul olmuştu. Yeni şeyler öğrenmiştim. Öğrendiklerinin de bedelini ödemişsin. Senden almışlar. Bir nevi hayat alış-verişi, yapmışsın. Almışım ve vermişim. Farkına varmadan yıllar geçmişti. Getirdiklerim değişmişti. Geri de bıraktıklarım yeni deyim ve bilgi ile değişime uğramıştı. Artık nerede, ne zaman, nasıl bir sorunla karşılaşacağını tahmin etmeye başlamıştım. Korkmama, endişe duymama gerek yoktu. Her duruma hazırlığım vardı. Hayatın her alanında Bazen iş yerinde, bazen alışverişte, kimi zaman yolda, çocuğumuzu yuvaya veya okula bıraktığımızda, oturduğumuz binada, park yerinde... gurbetin zorlukları karşına dikilse de,... artık, her soruna bir çare bulma alışkanlığı edinmiştim. Kendine güvenim tamdı. Zorlukların çıkış biçimleri de,  hep aynı türde de olmasa da, neden kaynaklandıklarını biliyordum. Bazen ırkçılık, kimi zaman ayrımcılık, bir bakmışsın kültür farklığı olmuştur. Kadın erkek ilişkisinde sorunlar yaşarsın. Tüm bu söylenenleri aşmak ta yıllarımı almıştı. Alışmak, dengeyi tutturmak, yıllara mal olmuştu. Anlayacağınız, göçmenlik, zor bir meslekti. Alışsan bile, kötü bir alışkanlık gibi gelir. Bana da kötü bir alışkanlık gibi geliyordu. Bu alışkanlıktan kurtulmanın umudunu asla yitirmedim.  Bir kere bulaştım gurbete, o artık yaşamıma da ortak bir dert gibiydi. Onun kontrol altına almıştım. Onunla nasıl yaşayacağımı da öğrenmiştim. Zorunlu olarak ona katlanmam da zoruma gitmiyordu. Yine de gurbete çıkmama neden olanları sevmezdim. Onlara ömür boyunca intizar edeceğim. Halk deyimiyle “boyunları devrilsin!” diye annemin inancına havale ediyordum. Yıllar sonra umudum da büyümüştü.  Birçok zorluğu nasıl aşacağımı öğrenmiştim.  

Gurbete çıkmalarına neden olanları hiç unutmadım. Ne o tarihi ve ne de gurbete çıkışıma neden olanları… Bir taraftan da, bir daha kimse göçmen olmasın, diye elimden geldiğince çaba harcıyordum. Diğer yandan göçmenliğin zorluklarına uyum sağlamak, alışmak için tek çıkar yol oluyordu. Bende bunu yapıyordum. Güçlü olmayı, gurbette öğrendim. Haklı nedenlerim vardı. Birikimim ve irademle sorunların üstesinden geliyordum.  Göçmen olmam nedensiz değildi. Neden göçmen olduğumu çok net biliyordum. Bu anlayış, en büyük teselli kaynağımdı. Kimse göçmen olmasın diye, yaşamım boyunca, mücadele edeceğime de inanıyorum. Bu boş bir böbürlenme değil, hayatı sevenlerle paylaşmak inanılmaz coşku vericiydi.   

Göçmenliğin çok iyi bilenen temel nedenleri; ekonomik, sosyal, politik ve doğal afetlerdi. İsteyerek gurbete çıkmayan, adamın göçmenlik nedeni politikti. 12 Eylül 1980 de politik fırtına kopmuştu. Beş general,  emir buyurmuştu. Ol! Demiş. Politik kıyamet kopmuştu. Bir gecede sendikalar, dernekler, siyasi partiler, muhalif gazeteler kapatılmıştı. O emir, demiri kesmişti. Demire bağlı olan gemi fırtınaya tutulup, rotasını şaşırıp, dalgalara kapılmış. Bende o geminin içindeydim. Azgın dev dalgalar, beni kuzey Avrupa da İskandinavya ülkelerinde birinin sahiline bırakmıştı. Böylece ayrılık başlamış, gurbetle yüz yüze gelmiştim. Kendine geldiğinde şaşkınlık içindeydim. Yarın baygın halde, ne olduğumu tam anlayamamıştım. Yine de sağ kaldığıma sevinmiştim. Yaşamak güzeldi. İlk başlarda, gurbeti iyimser olarak düşünmüştüm. İlkin, birçok şey bana da tozpembe, çekici bile gelmişti. Kulakta duyma “demokrasi-insan hakları” sözleri bana da, çekici gelmişti. Gösterişli binalar, aldatıcı ışıklar, sarışın kızlar..., oldukça ilgi çekiciydi. Ülkem de olmayan birçok ekonomik, sosyal ve politik değerleri, olanakları orada bulacağını hayal etmiştim.  ‘‘Uygar Avrupa! Demokratik İskandinavya ülkeleri! Refah devleti Danimarka! Fırsat eşitliği! İnsan hakları!’’...benzer değerleri çağrıştıran kavramlar ve güzel sözler duymuştum. İlk başlarda bunların cazibesine kapılmıştım ve inanmıştım. Otuz yıl sonra, öğrendim ki, sadece bir illüzyondu, gördüklerim. Doğrusunu öğrendim. Oradan kaçtım...

 
Toplam blog
: 17
: 178
Kayıt tarihi
: 24.03.15
 
 

Sivas ın Kangal İlçesi Külekli köyünde dünyaya merhaba dedim. İlkokulu köyde, ortaokulu Sivas'ta,..