Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Mayıs '09

 
Kategori
İstanbul
 

Göçün göçürdükleri

Göçün göçürdükleri Taşralılık tavrı, kesif bir şekilde İstanbul’u mekân belleyince, her sokağın her mahallin adı keyfe göre değişince, dağ taş gecekondular beton katlarla birleşince, taksi şoförü müşterisini götüreceği bir arka sokağın dahî adresini bilemeyince, değil şoförde; AltıYüzElli senelik benim İstanbullu raconumdan tutun da; İstanbul’da yaşayan hiçbir insanda, hamalından çöpçüsüne, fakirinden zenginine kadar, racon macon kalmamıştır. Maganda ve megandaların(*) rakılı, kebaplı, cipli, bipli, minili g-stringli, dreksionda burun karıştıran, sürekli telefonla konuşan kültürü, müstehcen bir şekilde, şaklata şuklata, patlata putlata, yapış yapış bir çiklet bayağılığı ile bu şehri işgâl etmiştir. Ve İstanbul bitmiştir. Bu gerçeğin en bariz ispatı da; Türkiye’nin halen en nezih yeri olduğu iddia edilen Bağdat caddesi kaldırımlarında, 40x40 cm. olan beher kaldırım karosu üzerinde, en azından İki Üç çiklet karasının bulunmasıdır. İstanbul bu şekilde bitmeseydi ne olurdu?

Öncelikle 2010 Kültür Başkenti projesi muvacehesinde tabii çok iyi olurdu. Sonra ben, 1960 senesinden bu yana, KırkDokuz senede Kırk Dokuz kerre çıkmadığım Beyoğlu’na, belki de İkiYüz kerre çıkardım. Pera’da huzur içinde gezinebilirdim. Köprü altında balık yiyebilirdim. Pierre Loti kahvesinde, Eylül mehtabının OnDört’ünü başlatabilir, eskiden ve her gece yarısı, kafa dinlemek için, Göztepe’den kalkıp, yoğurt yemeye gittiğimiz, Kanlıca’ya, hiç değilse haftada bir kere gidebilirdim. Eyüp Sultan’da bazı Kandil günleri bulunmayı isterdim. Karmaşa ve kokusunu bile çok sevdiğim İç Bedesten’e, İki ayda bir uğrayabilir, Sultan Ahmet meydanında turlayabilirdim. Emirgân’da çınar altında kâğıt helva arasına konan, kaymak dondurmayı da, en azından senede Üç Dört kez taam edebilir, Sirkeci civarlarında her zaman iyi yapılan dönerden, hiç değilse senede bir kez tadabilirdim. Sarıyer börekçisine uğradıktan sonra, Telli Baba’nın az ilerisinden veya Yuşa Hazretlerinin türbesinden boğaz ile Kara Denizin kucaklaşmasını içime sindirip, Anadolu ya da Rumeli Fenerin’de midye tava da yiyebilirdim. Sarıyer’den Kilyos’a kaçmak, Beykoz’dan da Şile’ye dreksion kırmak hiç de fena olmazdı. Şile de bir ailenin işlettiği tekne lokantada, bilmem beni ne kadar zamandır beklemektedirler. Kilyos’taki taş evin sahibi ise, o taş ev yıkılsa bile, sahildeki salaş yerinde, mutlaka yolumu gözlemektedir... Yalova artık İstanbul olmadığından, oralarda bekleyenleri saymam, Yalova iline ayıp olacağı için, o civara değinmeyeceğim. Yalova’ya ve Yalovalıya olacak ayıbı, ben tabii ve mutlaka düşünürüm. Ama ben ve benzerlerime karşı ve İstanbul’a İstanbullu’ya karşı olacak ayıbı kimse düşünmez... Düşünemez de.. Zîra taşralı olmanın “Ayıp” anlayışı ile İstanbullu olmanın “Ayıp” anlayışı arasında, kökten ve dağlar kadar farklılıklar vardır.

Suvadiye Bostancı arasında, eskiden kumu bile pilisole olan, kumru yuvası denilen mahalde, denize girme fiilini, hatırlamayı bile artık istemiyorum. Bütün ömrümün geçtiği Anadolu yakasının çoğu yeri, yazın sürekli lâğım kokuyor, artık. Kadıköy’den Yalova’ya kadar dibi açıkça görülen denizin, bir karış suda bile, dibi görünmüyor şimdilerde. Ve bazı insancıklar oralarda ısrarla denize giriyorlar. “-Bu pislik kimin pisliği?” diye bana kimse sormasın!.. Bu pislik elbette bizler gibi, İstanbullu olanların pisliği asla değildir. Zîra bizim kültürümüzde yaşadığımız yere, yaşam alanımıza pislemek zinhar yoktur. Hatta biz teknelerimizden denize, limon çekirdeği bile hiç atmadık. Canım Annemin, tekneden sezon başında denize düşürdüğü ve denizi kirletmiş olduğu için çok üzüldüğü, en sevdiği sportif takımının yemek bıçağını, sezon bitmeden Anneme, Marmara Denizi benim elimle ve paslanmadan iade ettiği için, herkes çok sevinmişti. Sevinme sebepleri sadece bıçağın bulunması değil; denizde pas şartlarının oluşmamış olmasıydı. Bıçağı dipte gördüğüm o aynı noktada, şimdi hiçbir şey görmek mümkün değil. Teknelerinin altına zehirli boya sürmeyenler, bugün olduğu gibi saçını başını yolmazlardı. Haftada bir müsait bir şekilde süngerle, sadece sakal tabir edilen yosunları temizlemek yeterli olurdu. Beş gün denizde kalan bizim Zodiac’ın su kesiminin temizliği için, geçen sene Beş saat uğraşmak bile bize yetmemişti. Ne tekne, ne de deniz. O kapıyı da kapatıp, “sadece evimiz” prensibine daha da sarıldık. Çünkü biz İstanbullu’lara yaşam ya da nefes alanı bile kalmadı bu şehirde artık. Kapının önüne dahî çıkmak istemiyoruz. Bu halimizle ve maalesef İlk İnsan gibi uzağız cennetimizden. Hoş geldin taşra, perişân etmek için bizi ve bizim şehrimizin her yerini, bir hamlede... Ama ben ve benim benzerlerim, Senin hiçbir yerine bu denli bir kötülüğü asla reva görmedi. Bu vatan elbet hepimizin. Haddimizi bilemezsek, hepimiz bu toprakların, her yerine bu şekilde abdest bozabiliriz de... Ancak ben tüm Türkiye’yi pamuklarla sarıp, her tür çevre kirliliğinden sakınırken, Senin aman bilmez bu hoyratlığın niye? Sen şimdiye kadar bu şehir için ne ürettin de, bu şehri bu denli hoyrat bir şekilde tüketmeye kendini amir ve lâyık görüyorsun?!.. Sen bu şehirliden, daha mı üstün bir kişilik ya da kimlik sahibisin? Sen gerçekten kimsin? Zîra biz, insan vasfına uygun kalıplar tahtında, artık Seni kendimize tanımlayamıyoruz...

Bence kendine süratle çekidüzen versen, her kesim ve bu şehir için çok iyi olacak. Sıradan biri de olsan, en nadîde façalar içinde, en pahalı otomobili dahî kullansan, kafanı pahalı tutmak aklına sahip olmadığın için, çürük diş gibi, her yerde ve her şekilde sırıtmaya devam ediyorsun. (*) Dişi maganda anlamında Haydar Volkan Çiftehavızlar: 22.05.2009

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..