Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '12

 
Kategori
Yurtiçi Tatil
 

Gökçeada - Hayal kırıklığının aşka dönüşmesi

Gökçeada - Hayal kırıklığının aşka dönüşmesi
 

Eski Rum evlerinden birisi


Bozcaada’yı görüp aşık olduktan sonra Gökçeada’yı (eski adı İmroz) da görmek arzum had safhadaydı. Hakkında edindiğim bilgiler daha salaş, daha dingin bir ada olduğu yolundaydı. Zaten beş yıldızlı tatiller beni hiç mi hiç cezbetmiyor. Son yıllarda çektiğim doğa özlemi öyle baskın ki ufacık bir yabani ot, çiçek, böcek beni mutlu etmeye yetiyor, hatta sevinç çığlıkları atmama sebep oluyor.

Bu yıl çizdiğim tatil rotasını Milliyet Blog’da düzenlediğim toplantılarda tanıyarak dost olduğum arkadaşım Şükran Demirtaş’a ve arkadaşı Macide’ye açtığımda (birlikte arabayla bir tatil planlıyorduk) ikisi de pek sevindiler. Onların da istediği bu tarz bir tatildi zaten. Aynı isteklerle dolu olunca heyecanla gezi tarihini belirleyip, kalacağımız yerleri ayırtıp 5 Ağustos Pazar sabahı erkenden döküldük yollara…

Yaşadıkça tespit ettiğimiz ve pişman olduğumuz tek şey, gittiğimiz yerde açıkta kalmayalım diye önceden, bilmediğimiz sadece fotoğraflarını gördüğümüz mekanlarda (Sivrice koyunda kaldığımız Okan Motel hariç) yer ayırtmamız oldu. Kalabileceğimiz boş odası olan öyle şirin, fiyatı da daha uygun moteller gördük ki bundan sonra gezerken karar verelim dedik.

Tatilimizin ilk ayağı Türkiye’nin en büyük adası olan Gökçeada’ya (eski adı İmroz) gitmek için Kabatepe iskelesinden feribot’a bindik. 1,5 saatlik bir deniz yolculuğunun ardından Gökçeada’nın Kuzu Limanı göründü. Uzaktan yeşilsiz, kurak, boz bir görüntü bizi karşıladı. Yaklaştıkça görüntünün değişmediğini görünce büyük bir hayal kırıklığı hissettik. Kalacağımız motele gelip yerleştikten sonra sahile (havuz vardı ama hiç sevmediğimden) attık kendimizi. O da ne!..  Su sıcacık hamam suyu gibi… Eyvah dedim içimden tüm ada böyleyse yandım… Oldum olası ne havuz severim ne de sıcak deniz. Geçen yaz gittiğim İskenderun’un denizinden de bu yüzden hiç keyif almamıştım. Hamama mı gelmiştik denize mi belli değildi. Deniz dediğin soğul olmalı, vücudu diriltmeli. Hamam suyundan çıkıp akşama hazırlanmak için döndük motele.

Dakka bir gol bir hem adanın görüntüsü hem suyun sıcaklığı içimi karartmıştı. Yahu bir tek ağaç olmaz mı, yok vallahi yoktu…  Öyleydi böyleydi derken duşumuzu alıp giyinip akşam yemeğimizi yemek için Kale köye (Kastro) gitmeye karar verdik. Önce sahili turlayıp restoran seçelim diye düşüncesiyle dolaşırken zaten iki restoranı olduğunu görünce ismi ilginç gelen Son Vapur’da oturduk.

Bu arada ilk yaşadığımız hayal kırıklığımız da geçmişti Kale köyde…  Tipik eski Rum evleri, ağaçlar, çiçekler… Şirin mi şirin bir köyle karşılaşmıştık kel kör Kuzu limanından sonra… Yemeklerimizi söylerken hemşerim olan garsondan da fikir aldık. Yöresel ot ağırlıklı üç beş çeşit meze, kalamar ve balık istemiştik. Mezeler güzeldi ama deniz çuprası, bugüne kadar yediğim en güzel çupra idi. Gidecek olanlara şiddetle tavsiye ederim bu restoranı ve çuprayı…

Biz yemek yerken tiyatro, sinema ve dizilerde rol alan son olarak Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde kötü adam Kenan karakterini oynayan Hüseyin Avni Danyal geçti eşiyle birlikte…

Önceden Gökçeada’da nerelere gidilir diye de istihbarat yapmıştık. Yemek sonrası Mustafa’nın Kayfesi’ne gitmek için atladık arabaya. Kısa bir yol aldıktan sonra arabayı bıraktık boş bir alanda, yayan dar bir sokaktan çıkmaya başladık. Çıkmaya başladık diyorum çünkü tepede bir yerlerde idi. Daracık taş sokaklar, yine eski Rum evleri, minicik de olsa önde ya da yanda çiçekli bir bahçe, bahçe yoksa cam önünde çiçekler, zeytin ağaçları beğenimi kazanmıştı.

En sevdiğim ağaçtır, her bir zeytin ağacı ayrı güzelliktedir. Ben onları top modellere benzetirim, kimisinin tek bacağı yani gövdesi upuzun görünür, diğer taraf dallarla örtülmüştür dökümlü bir elbise misali. Güzel kadınlara benzetirim onları, hepsinde ayrı bir güzellik bulurum. Renkleri de muhteşemdir, o renkte giysiye de bayılırım ve ben yollardan geçerken büyük bir beğeniyle, keyifle onları seyre dalarım...

Harap bir duvar kalıntısı (fotoğraflarda mevcut) bile güzeldi gözümde. Gördüğümüz her bir evin yaşanmış hikayeleri vardı. Baktıkça ister istemez hayal ediyorsunuz bu hikayeleri usunuzda. Işığı az loş yokuşta ilerlerken bir horlama sesi duyuyoruz. Bariz bir horlama sesi bu. “Adama bakın nasıl da horluyor, karısı varsa yanında uyuması mümkün değil” diyorum kızlara.

Kocaman bir alana kocaman gövdesiyle ve dallarıyla yelpaze gibi yayılmış çınar ağacı altında birkaç tahta masa iskemle  görünce duraklıyoruz. Hava tamamıyla karanlık, sokaklar loş, biraz da ürkütücü… Burası değildir diye karşısındaki dar yokuşu tırmanmaya yöneliyoruz. Biraz tırmandıktan sonra geriye dönüp sesleniyorum çınar ağacının altında oynayan çocuklardan birine:

-          Mustafa’nın Kayfesi nerde?

-          Burası…

-          Oğlum Kayfe orası mı?

-          E burası dedik ya…

Çocuk haklı sinirlenmekte, burası diyor ben hala orası mı diyorum. Karanlığın da etkisiyle ilk bakışta seçemediğimiz, bir şeye de benzetemediğimiz, gözümüze basit görünüp bu kadar meşhur bir kahve burası olamaz diye düşündüğümüz alana dönüyoruz tekrardan.  Devasa çınar ağacının altına tahta iskemleler masalar koyulmuş ama esas manzara az ilerideki bölümde. Biz bu bölümde oturduk ve kuş bakışı seyre daldık aşağı Kale köyü.

Kiliseye bitişik olan kahvenin kapalı da bir salonu var harabe iken tamir edilmiş, yenilenmiş ama doğal hali korunmuş. Mustafa geliyor masamıza tanışıyoruz, bilgilendiriyor bizi hem kahve hem çevre hakkında. O konuşurken efendi, saygılı, gözü tok kişiliğini hissediyoruz. Horlama sesini oturduğumuz yerden de duyunca “Siz bu adamın horlama sesine nasıl dayanıyorsunuz” diye sorduğumuzda “O adam değil bir baykuş” demez mi? Şok olup dinliyoruz söylediklerini şaşkınlıkla… İki yıl öncesinde duymuşlar bu sesi ve köylüleri korkutunca da araştırmışlar, incelemişler sesin harabe bir bacadan geldiğine karar verip baktıklarında bir baykuş olduğunu görmüşler. Kaçmış onları görünce ama daha sonra yine gelmiş. Başka baykuşlar da varmış bölgede tek horlayan baykuş bu olduğundan hasta olduğuna karar vermişler. Ses bizi de bayağı ürkütmüştü, burada yaşasak akşamları bu seste uyuyabilir miyiz diye düşünmeden edemedik.

Kahve 1800’lerin başlarında iki katlı köy kahvesi olarak yapılmış. 1900’lerin başlarında tek kata indirilmiş. En son Maria tarafından işletilen kahve atıl durumdayken 2010 yılında Mustafa tarafından muhtarlık kanalıyla kiralanmış. Doğma büyüme Kaleköylü olan Mustafa kahveyi düzenlemiş ama kahveye kendi ruhunu da koymuş. Kanımca kahveyi Mustafa değil bir başkası açsaydı böylesi bir havası olmazdı. Gökçeada kadar meşhur olmuş Mustafa, kime sorsak Mustafa’nın Kayfe’sine gittiniz mi diyor bize. Şimdi bu kadar meşhur olmuş Mustafa’nın Kahve’sini uyanık muhtarlık elinden almak için olmadık dalavereler çeviriyormuş. Mahkemelik durumdalar, elinde kapı gibi sözleşmesi var 16 yıllık yine de kaymakama şikayet etmişler yok diye. Kaymakam çağırmış Mustafa’yı, Mustafa sözleşmeyi göstermiş. Mustafa üzgün “Konu para değil, ben kendi gücümle emeğimi koydum doğup büyüdüğüm bu köye, emeğimin hiçe sayılıp elimden alınmak istenmesi ağırıma gidiyor” diyor. Haklı Mustafa, bunca yıl harabe olarak dururken, böyle meşhur bir yer olunca mı kıymete bindi kahve. Umarım adalet yerini bulur Mustafa’nın Kayfe’si hep Mustafa’da kalır…

Kaleköy adanın en eski köyü imiş. Köyde bulunan Aya Marina kilisesi de en eski kilisesi. Adadaki tek taş çan kulesi de yine bu kilisede 1900’lerde yapılmış.

Bu yörenin kadınlarının çok çile çektiklerini bilen ressam Mevlut Akyıldız hayatta iken değer bilmek, onları ölümsüzleştirmek  ve onurlandırmak için tüm sokaklara orada yaşayan kadınların adını verdirmiş.  Mustafa’nın anlattıklarını masal gibi dinledikten ve kapalı mekanı, kiliseyi fotoğrafladıktan sonra tekrar indik aşağı Kale köye.

Kale köyün tek barı olan Pembe Kaval barına gelip oturduk. Barı ermeni asıllı Ares bey işletiyor. Canlı müzik henüz başlamıştı. Bir anda tüm masaların dolu olduğunu gördük. Tam yanımızda yüksek tabureli yuvarlak masada bir beyefendi oturuyordu. Bar sahibinin garsonluk yapan kızlarından birini ismiyle çağırıp viskisini söyleyince oranın yerlisi olduğunu anladık. Bizden “Çocuklar benimki gelene kadar biraz kuruyemişinizden verir misiniz” deyince “Siz bize ‘çocuklar’ diye hitap edin tüm kuruyemişlerimizi vermeye razıyız dedim. Gülüştük ve sohbet yolunu da açmış olduk. İlk gelişimizdeki hayal kırıklığımızı anlattık. Ben “Bu feribotların yanaştığı yer daha hoş bir liman olabilirdi, gelenler daha hoşnut olurlardı” deyince  “Aman böyle kalsın ve fazla kişi de gelmesin, yozlaşmasın” dedi. Haklı olabilirdi nerde çokluk orda bozulmuşluk örneğini görmüştük pek çok tatil bölgesinde. Popüler olmasın böyle doğal haliyle kalsın ben de aynı düşüncedeyim.  Daha sonra eşi geldi, arkasından da Hüseyin Avni Danyal eşiyle geldi. “Bir sanatçı ancak bu kadar güzel kötü olur, müthiş bir kötüsünüz” diyorum bu güleç yüzlü, dizideki kötü karakterle ilgisi olmayan adama. Yanındaki kıvırcık saçlı ve onun gibi güleç yüzlü hanım eşi imiş. Hüseyin beyin eşine ilgisi de hoşumuza gidiyor, beğeni le bakıp aramızda konuşuyoruz. Bir de hatıra fotoğrafı çektiriyoruz ama masa olarak erken kalkıyorlar işleri olduğunu söyleyerek. Biz çalan melodilerden hoşnut, solistten hoşnut geçeyi 2 yapıp mutlu mesut dönüyoruz motelimize.

Erken kalkıp kahvaltımızın ardından Aydıncık plajına (Kefalos) gittik. Plaj boyunda kampingler kurulmuş. Çadırda, karavanda, ya da tek katlı minik odalarda kalmak mümkün. Denizi muhteşem ötesi, bir önceki Kuzu plajının olumsuzluklarını bertaraf edercesine zümrüt gibi pırıl pırıl, güneşin ışıltılarının dibe yansımasını gördüğümüz berraklıkta bir deniz kucakladı bizi. Serinliği de tam kıvamındaydı. Keşke gece de bu kampingde kalsaydık diye dövünüp durduk ama yapacak bir şey yoktu. Deneyim kazanmıştık bir dahaki gelişimiz için.

Gökçeada’ya bir gün yeter düşüncesiyle plan yaptığımızdan saat 13.00’te kalkan feribota yetişmek için bu pırıl pırıl zümrüt yeşili suya doyamadan döndük motele. Hazırlanıp çıktık, biraz vaktimiz olduğundan merkezi de gezelim dedik. Yine eski Rum evleri, yine dar sokaklar… Grek kültürü ile Türk kültürünün karışımını gördük net olarak.

Kendi suyunun kendine yeten tek ada olması, Kaleköy'de bulunan antik limanın da kapatılması aldığım bilgiler arasında...

Saat yaklaştı ve iskeleye yöneldik. Türkiye’de tek olan Norveç’ten yeni gelmiş feribota bindik. Arabayı park ederken kaptanla karşılaşınca “Kısmette bu gemiye binmek de varmış, geminiz çok hoş” deyince bizi kaptan köşküne davet etti. Feribot öyle yüksekti ki ilk etapta ürküntü veriyordu insana. Son çektiğim Gökçeada merkez ve feribot fotoğrafları bir kaza sonucu silinince epey üzüldüm.

Gökçeada’ya veda edip el sallarken bir günün asla yetmediğini düşünüp tekrar gelmeye karar vermiştim bile. Zaten görmediğim yerler vardı, hatta gördüğüm yerleri tekrar görme isteği de eklenmişti…

Biz Küçükkuyu’ya doğru yol alırken geriye dönüp şöyle fısıldadım: Gökçeada… Zümrüt ada sana da aşık oldum, tekrar geleceğim bilesin…

İkinci ve üçüncü durak yazımda görüşmek dileğim ve sevgimle…

05-06 Ağustos 2012

 
Toplam blog
: 203
: 2037
Kayıt tarihi
: 23.10.06
 
 

İnsanların yapmaktan mutlu oldukları hobileri vardır. Benim de en severek yaptığım, hayatımda yen..