Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mayıs '09

 
Kategori
Alternatif Tatil
 

Gökçeada’da bir fincan kahve, bir kadeh şarap...

Gökçeada’da bir fincan kahve, bir kadeh şarap...
 

İnsan ve zaman, zaman ve mekân kavramlarının birbirine karıştığı bir ada, Gökçeada. Bir yanda, binlerce yıl adanın tek sakinleriyken artık azınlık olan Rumlar, bir yanda 1970’lerde Trabzon’dan, Muğla’dan, Isparta’dan, Çanakkale Biga’dan getirilip adaya yerleştirilenler... Yüzlerce yıllık, kimi bakılıp güzelleştirilmiş, kimi zamanın acımasızlığına bırakılmış taş yapılar ile son 30 yıl içinde kotarılıveren binalar... Türkiye’de güneşin battığı son nokta olan Gökçeada, kalabalıklar arasında sıradan tatillerden sıkılmış şehir insanları için büyülü bir rota.

Adanın Alaçatı’ya rakip olma iddiasındaki rüzgârı, sörf okulu, plajları, günbatımının izlendiği kalesi, balık restoranları, Türkiye’nin ilk sualtı parkı, rengârenk çiçekler ve anıt ağaçlar arasındaki taştan köyleriyle büyülü...

Bir yeri en iyi anlatan, tarihi ve orayla özdeşleşmiş insan portreleridir ya; iki köyden iki portre çizdik bu nedenle.

Rumların adadaki nüfusu, 1960’lardan sonra hızla azalmış. Şimdi Tepeköy ve Zeytinliköy, sadece Rumların yaşadığı köyler. 28 nüfuslu Tepeköy, her yıl Aziz Panaia’nın (Meryem Ana) doğum gününün kutlandığı 15 Ağustos’ta, dünyanın dört yanından gelen ada Rumları ve onların çocukları ile dolup taşıyor. Kurban kesip köy meydanına kocaman bir ziyafet sofrası kuruyor, sabaha kadar şenlik yapıyorlar. İşte, klasik bir Gökçeada portresi olan Barba Yorgo’nun yani Yorgo Amca’nın meyhanesi, bu meydanda.

Barba Yorgo adanın ilk şaraphanesini kurdu “Camia olarak dört bin yıldır buradayız. Truvalıların soyundanız” diyen Barba Yorgo Zarbozan, adadaki nüfuslarının sekiz bin 500’den 170’e nasıl indiğini anlatmaya, “Başkalarının günahını biz çektik” diye başlıyor: “1964 senesine kadar nüfus beş binden 10 bine kadar değişiyordu. ‘64 senelerinde sekiz bin 500 kişiydik. Bu Kıbrıs olayları... Başkalarının günahını biz çektik. ‘64 senesinde eritme programı çıktı. Gitmek zorunda kaldık. Bizi Bulgarlar gibi kayıklara, gemilere sokup göndermediler. Ama devlet büyüktür, kuvvetlidir. Vatandaşın boynu kıldan ince. Ne oldu? Verimli topraklar istimlâk edildi, okullar kapatıldı, açık hapishane geldi. E, yeter! Dereköy Türkiye’nin en büyük köyü, altı ay içinde boşaldı. ‘70 sonlarında 400 kişi kadar kalmıştık.”

En zoru da bu süreçte adalı Rumların “iki tarafın da yabancısı” olmasıymış: “Bir defa Yunanistan vize vermiyor. İnsanların büyük kısmı sandallarla gitti, varını yoğunu bırakarak. Bir elinde çanta, bir elinde çocuk, karşıya geçti. Ne diye geldiniz, diye karşılandılar. Türkiye’de ‘gâvur’ olarak adlandırılıyoruz, Yunanistan’da ‘Türk tohumu’. Ben her iki hükümeti suçluyorum burada açık açık. Adalılar Yeni Zelanda’ya kadar gittiler. Yunanistan’a gidiyorsun, iş vermiyorlardı, ne aş, ne ev...” Adanın mevcut Rumları nasıl kalmış peki? “Bir yere kadar ‘Bizim topraklarımız’ dediler... Bir yere kadar da çoluk çocukları yoktu, ‘Oraya gideceğim, ne yapacağım tek başıma’ dediler... Kalanlar kalmak mecburiyetinde kaldı, çünkü gidecek yerleri yoktu.”

Barba Yorgo, liseyi okumak için gittiği İstanbul’da İstanbul Üniversitesi Kimya Mühendisliği’ni okumuş ve uzun süre sonra, 1996’da geri dönmüş. Herkesin kendine yetecek kadar bir üzüm bağına sahip olduğu, kendi şarabını ürettiği adanın ilk şaraphanesini açmış: “Benim rahmetli kayınpeder, Bozcaada’nın en büyük şarapçısıydı, 1930’lu-‘50’li yıllarda. Ben de şaraba meraklıydım. İçmesine meraklıysan yapmasına da meraklı olacaksın. İstanbul’da tesis kurmuştum, fabrikam vardı. Ben zaten dersini almıştım, kayınpederle teşriki mesaimiz oldu. ‘96’da yerleştim buraya, az miktarda yapmaya başladım. Ada tarihinde ilk defa resmi olarak şarap evi açıldı. Herkes şarap yapıyordu ama ticari anlamda ilk ben yaptım. Tavernayı da aynı zamanda açtım.”

Barba Yorgo’nun “Başka bir ilk” diye anlattığı bir girişimi daha varmış: Reçina denilen bir beyaz şarap üretimi yapmak: “Türkiye’de başkası yapmaz, yalnız burada üretiliyor. Bilmeyenler, bu küf kokuyor, der ama küf değil, aroma. Yöntemi özel.”

Daha önce üzümü ada halkının bağlarından alan Barba Yorgo 17 dönümlük bağ kurmuş, bu yıl ilk mahsulünü alacak ve artık kendi şarabını kendi üzümüyle üretecek. Yaz mevsiminde beş-altı bin şişe şarap sattığını söyleyen Barba Yorgo tavernası 15 Eylül’e kadar açık. Bayramlarda da açık olacak. Kışın mekanı kapatıyor ama sipariş üzerine satış yaptığını söylüyor.

Orhan Karatay’ın kahvesi hatıra defteri gibi.

Herkesin, artık hayatta olmayan Madam’ın dibek kahvesini içmeye geldiği Zeytinliköy’deyiz. Ama biz, yokuşun başında Madam’ın Kahvesi’yle bakışan Orhan Karatay’ın Yeri’nde içiyoruz dibek kahvelerimizi. Mekânın önünden yürürken birden içeri süzülüverdik çünkü; bir hatıra defterinin sayfaları arasında gezintiye çıkıverdik. 77’lik Orhan Karatay, görünüşte yalnız. Oysa, on yıllardır izlerini bırakıp gidenlerle; duvarlarda üst üste iliştirilmiş notlar ve fotoğraflarla kalabalık... Orhan Karatay, eski manken yeni oyuncu Nefise Karatay’ın babası. Nefise Karatay da diğer üç kardeşi gibi burada büyümüş. Zaten babalarının 1979’da Gökçeada’ya yerleşme nedeni buymuş: “İstanbul Şehremini Mevlanakapılıyım. 1979’dan beri buradayım. Köye, çocukların okulu için yerleştim. Yurt dışında 26 yıl çalıştım. Denizcilik yaptım, sonra Almanya’da kaldık, evlendik... Her sene Türkiye’de izin yapıyordum. Şehremini’de evimiz var fakat kapıların önünde bile motorlar, bisikletler, her gün kaza oluyor... Çocukları büyütmek için sakin bir yere taşınmak istiyordum. Yeğenim buraya gelmiş, beğenmiş. Onun tavsiyesiyle geldim ve yerleştim.”

1984-85 yıllarında feribot iskelesinin orada, 150-200 kişilik restoranı ve 24 yataklı oteli olan bir tesisi çalıştırmış. 1986’da halen işlettiği kahveyi Rum sahibinden kiralamış. 1989’dan bu yana da kahveden gelip geçen herkes, birkaç kelime ile suretini bırakmaya başlamış Orhan Karatay’ın Yeri’ne. Kahvenin nüfusu böyle böyle artmış: “1989 yılında bir gün üç kadın, çocuklarıyla geldi. Kadınlardan biri yün örüyor. İki buçuk-üç ve beş yaşlarında haylazca çocuklar, fırlayıp fırlayıp sokağa gidiyorlar. O zaman benim çocuklar da okula gidiyorlardı. Onlar için çarşıdan pastel kalem, resim defteri almıştım. Defterin ortasından yaprak kopardım, birer tane verdim, boyalı kalem verdim. ‘Sen güzel resim yapıyormuşsun’ dedim. Anneleri farkında bile değil, dalmış konuşuyorlar. Aldım resimleri, çiviledim boş duvara. Anneleri, ‘Ooo!’ dedi, ‘biz bunlara kalem de alırız, defter de alırız, sesleri kesildi.’ Çocuklar, annelerine yazı yazdırdı. Anneleri, çocuğumuz güzel resim yapmış, falan yazdı. Sonra her gelen notları gördü, bir şey yazıp astı. Bir tanesi ‘Ne olur Allah’ım, bu sene kızım üniversite imtihanlarını versin’ diye yazmış. Telli babaya döndürdüler.”

Yan duvarda 1995’ten beri biriken fotoğraflar ise Gökçeada’daki yüksek okulun öğrencilerinden yadigâr. Karatay, “Öğrenciler her hafta gelir, burada doğum günü tertip ederler, otururlar. Onlar kendi fotoğraflarını astılar” diyor.

Komşu kahvehane
Bartholomeos’un babasınındı
Zeytinliköy, halen sadece az sayıdaki Rumun yaşadığı diğer köy. Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos, buralı. Karatay bu mekanı tuttuğunda karşısındaki kahvehane, Patriğin babasına aitmiş. Patrik halen her sene köyü ziyaret ediyor. Öldükten sonra kahvesinin popülaritesi artan Madam da o yıllarda hayattaymış. Orhan Karatay, üç mahalleden oluşan bu Rum köyünde yaz-kış yaşayan tek Türk. 20 yıl kadar önce Rumların, Yukarı Mahalle’deki çamaşırhanede kavga-dövüş sıraya girdiklerini anımsıyor. Ama artık köydeki pek çok unsur gibi orası da turistik. Bir tek Rumlar için turizmin ötesinde anlamları var köyün. 1980’deki Anayasa oylamasından bu yana seçimlerde sandık görevlisi olarak çalışan Karatay’ın söylediğine göre köyde 80 Rum yaşıyor. “Genç yok, bulamazsınız. Gençler arasında dedelerinin evlerini restore ettirenler var. Ağustos ayı bayramlarının olduğu aydır. Yıllık izinlerinde gelir, ibadet yapar, eğlenirler. Sabahlara kadar dans edip şarkı söylerler” diyor.

Sezonu Mart ta açıyor Karatay, “Ağustos ta biter bizim işimiz” dese de aralık ayına kadar dükkanı kapatmıyor. Tatilini kışın kah İstanbul’da kah güneyde, arkadaşlarının yanında geçirdiğini söylüyor. Kızı Nefise Karatay’ın iki yaşındayken geldiği adayla bağını, “Sık gelir, habersiz de gelir. Birkaç gün kalır, bir yere çıkmaz, hasret gideririz” diye anlatıyor da asıl kendisi adada kopamıyor: “Her sene ‘son’ diyoruz ama devam ediyoruz. Çocuklarla savaş halindeyiz. Bırak diyorlar, ben bırakamıyorum. İstanbul’a çocuklara gidiyorum; bir bahane arıyorum her gün kaçmak için. Benim için buradan başka yaşanacak yer yok.”

 
Toplam blog
: 2
: 6517
Kayıt tarihi
: 25.10.08
 
 

Gazeteciyim. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halka İlişkiler ve Tanıtım Bölümü 1995 mezunuyum..