Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '08

 
Kategori
Sosyoloji
 

Gol gool goool goooool!

Gol gool goool goooool!
 

Gol. Gool. Goool. Goooool!


Yine benim güzel hazinemden; arşivimden: 14 Temmuz 2005 yayınlanan bir yazımı paylaşacağım bugün sizlerle. Umarım zevkle okur siz de eğlenirsiniz benim gibi…

Geçenlerde hem futbola olan ilgisi hem de yaşıtları ile kaynaşması bakımından yararlı olacağını düşündüğüm için Fenerbahçe Futbol Okuluna yazdırdığım sekiz yaşındaki oğlumun ısrarlarına dayanamayarak minikler maçını izlemeye gittim. Maçın başlamasına yarım saat vardı daha biz sahanın kenarında yerimizi aldığımızda. Bizimkiler soyunma odasında giyinirken bende henüz çıkan gazetemizi okumayayım bari dedim. İki haftadır basında geniş yer alan Zeynel Şenol, Boztepe atışması son hızıyla devam ediyordu manşetlerde. Konu ise bir türlü gündemden düşmeyen “Evrenseki” arsalarıydı. Resmen komedi.

Bu yüzden de haberi okudukça gülüyor, içimden taşan kahkahalarıma engel olamıyordum. Kocaman kelli felli adamlar oturmuşlar, başka işleri yokmuş gibi çocukların bile inemeyeceği bir seviyede karşılıklı birbirleriyle atışıyorlardı. Biri, birine ne kadar da Fatih Ürek’ e benziyorsun diyor. Diğeri ikimizin resmini yan yana koysunlar bakalım sen mi daha çok benziyorsun, ben mi diye cevap veriyor. Gazeteciler böyle bir atışmayı kaçırır mı? Kaçırmazlar tabii. Anında Fatih Ürek’ in resmi ortada, başkanın resmini sağda, işadamının resmi solda olmak üzere patlatıyorlar bombayı. Ben iyice kopuyorum haberi okudukça. Tanrım..! Fıkralara bile bu kadar gülemiyorum artık diye geçiriyorum içimden de. Allah sizden razı olsun diyerek dua etmeyi de ihmal etmiyorum. Etrafımdakiler ise “delimi nedir bu kadın” dercesine yüzüme bakıyorlar.

Biraz sonra merak ederek gazeteyi eline alıp okuyanlar neden kahkahalarıma engel olmadığımı anlıyorlar anlamasına da diğerlerinin gözündeki yerim değişmiyor. Antrenör’ün başlama düdüğü ile kendime gelip, haberden sıyrılarak maça ve çocuklara yoğunlaşmaya çalışıyorum. Isınma turlarını başlayan antrenör ise elinde düdüğü bir oraya bir buraya koşturarak çocuklara direktifler vermeye çalışıyor.

-Düüüüt. Çocuklar susun ve beni dinleyin!

-Düüüütttt. Çocuklar susun ve beni dinleyin!

Çocuklar ise hiç oralı görünmüyor. Daha düüütt sesinin yankısı bile kesilmeden başlıyorlar kendi aralarında itişmeye, kakışmaya.

Tekrar bir düüüütttt sesi hocadan.

- Çocuklar susun ve beni dinleyin!

Çocuklar yine oralı değil.

Hocam ben kaleci olmam. Hocam ben de Hasan’ın gurubuna girmem. Hocam ben ilerde oynayacağım. Biri susmadan diğeri başlıyor. Kimsenin hocayı mocayı dinlediği yok.

Antrenörün ve çocukların haline bakıp gülerek, “susma sustukça sıra sana gelecek” diye slogan atıyorum içimden. Ardından da antrenöre acıyor, bir nevi günah çıkarıyorum kendi kendime. “Kendimi tutamayıp güldüğüm ve gülerken antrenörle göz göze gelerek yakalandığım için.”

Zar zor takımlar belirlenip maça başlanıyor. Başlıyor çocuklar koşturmaya, o minicik elleri ayakları ile düşe kalka bir şeyler yapmaya. Maçın başlaması ile birlikte tel örgünün dışı da başlıyor hareketlenmeye. Meğerse asıl komedi şimdi başlayacakmış da haberim yokmuş. Çocukları bırakıp büyükleri izlemeye koyuluyorum.

Top kimin çocuğunun ayağına gelirse yerlerinden fırlayıp var güçleri ile bağırıyorlar kenarda.

- Oğlum koş, kooş, koooş, pas ver, pas ver. Şut, şuut, şuuut!!!

Sanki futbol maçı değil de Irak Amerika meydan muharebesi. Hop oturuyorlar, hop kalkıyorlar yerlerinde. Türk toplumunun genel anatomisini izler gibiyim o anda.

-Hadi oğlum, çek oğlum, indir oğlum diye bağıran adam, belki de yarın ödeyemeyeceği çek koçanını yırtıyor o anda.

“Haydi koş oğlum, koooşşşş… pas ver” diye yırtınan hanım ise; dün gece eve geç gelen kocasının ne haltlar yediğini düşünüp hiddetleniyor muhtemelen.

Tel örgüleri parçalarcasına saldıran ve saha kenarından yeğenine direktifler yağdırmaya çalışan genç kız ise bu gün yine aramayan sevgilisinin hıncını alıyor tel örgülerden adeta.

Tel örgüleri atlayıp, çocukların elinden topu alıp koşturacak kadar hiddetlenen bir başka adam ise;

-Ahhh be ahhh diye geçiriyor içinden. Zamanında babam engel olmasaydı babam şimdi ünlü bir futbolcuydum belki de. Köşeyi çoktaaan dönmüştüm. Kadınlar, kızlar, şan, şöhret, para. Hepsi, hepsi senin yüzünden işte baba diyerek oğluna bağırmaya devam ediyor.

-Çeeeeeek oğlummmmm çeeeek. Şuuuuut, şuuuuutttt. Gooooool goooool gooooollll. Aferin oğlum, koçum benim al babanın intikamını tarihten.

Bu arada cılız bir haykırı gibi orta yerde kalakalan antrenör’ün sesi yerine ulaşmayan mektuplar gibi sahada dolanıp kendine geri dönüyordu. “Antrenör biz miyiz onlar mı?” “Madem o kadar biliyordunuz bize niye getirdiniz çocuklarınızı” o zaman der gibiydi surat ifadesi, mimikleri. Bunları yüksek sesle dile getirmesi beklenemezdi tabii. Malum ekmek davası!

Üstüne kurt sürüsü saldırmış gibi kopup gelen sesle herkes başını sol tarafa çevirdi bu defa.

-U… e..oğlu e..k… Ul.n beceriksiz… Ben seni adam olasın, hayatını kurtarasın diye getirdim buraya. Sen topa bakacağına havadaki kuşa bakıyorsun diye soldan soldan gürleyen bu adam; belki de üç aydır biriken kira borcunu, iki yıldır bir türlü artmayan maaşını, evde sürekli başının etini yiyen karısının yüz ifadesini, elektrik, su, telefon faturalarını geçiriyordu bir film şeridi gibi gözlerinin önünden o an.

Kısacası…

Ben oğlumun ısrarı ile çocukların futbol maçını izlemeye gittiğimi zannederken, nerden bilebilirdim Türk toplumunun bütün figüranlarını içinde barındıran uzun metrajlı bir film seyredeceğimi.

Antrenörün düdük sesiyle tekrar kendime geldim.

-Maç bitti çocuklar, çarşambaya görüşürüz!

Çocuklar sessizce dağılır, olay yerini terk ederken bu defa da bir anne alıyordu sazı eline. Tiz ve çığırtkan bir edayla…

-Ama olmaz ki… Çok kısa sürdü maç. Siz bize böyle dememiştiniz çocuklarımızı kaydettirirken buraya. Bu kadarcık şey için mi çekiyoruz biz bunca cefayı. Bu kadarcık şey için mi ediyoruz bunca masrafı. Maç dediğin doksan dakika sürer. Yarım saat maç mı olur.

Ciyak, ciyaaak, ciyaaaaak!!!

Antrenör hiç kimseye ama hiç kimseye duyuramadı sesini. Anlatamadı derdini meramını. Ne annelere, ne babalara, ne amcalara ne de yeğenlere. Onun sesi tiz bir keman sesi gibi kaybolup giderken bu hengâmede, kadının sesi atom molekülleri gibi parçalanmaya devam ediyordu atmosferde…

Ciyak, ciyak, ciyaaaaaak!

 
Toplam blog
: 669
: 1503
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

Bir on dört mart sabahı güneş henüz arz-ı endam ederken üzeri yongalarla kaplı, küçük pencereli, ..