Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Temmuz '16

 
Kategori
Eğitim
 

Görevini hakkıyla yapanlara nasıl hayran olmazsınız?

Görevini hakkıyla yapanlara nasıl hayran olmazsınız?
 

Eğitimci yazar Şehriban Tuğrul, “Anılarımla Hasanoğlan” adlı eserinde öğretmenlerini de anlatır. Olumlu ya da olumsuz anıları olan, sözü edilmeye değen öğretmenleri…

Onlardan biri, benim de kendisini yakından tanıdığım dostum Müzik Öğretmeni Osman Işık’ın eşi Müzeyyen Işık’tır. Müzeyyen Hanım, Aksu Köy Enstitüsü’nün kurucusu Talât Ersoy’un’nın kızıdır.

Ve o da müzik öğretmeni…

Bakalım, yazarımız O’nu ilk kez nasıl görmüş:

“Salı günü, üçüncü ve dördüncü saatteki müzik dersi için müzik salonuna gitmemiz gerekiyormuş. Bilen birisi önümüzde sınıftan çıktık, ana derslik binasına girdik.”

Ben gireyim araya:

Müzik salonu, dersliklerden uzakta, “Açık Hava Tiyatrosu”nun yanında, alışılmış yapılardan farklı görünümde bir binadır. Bu özelliğinden dolayı o yapı, “Açık Hava Tiyatrosu” ve sinema salonuyla birlikte Sovyetler Birliği bayrağındaki orak çekice benzetilerek, “Köy Enstitülerinin komünist yuvası olduğu buradan da bellidir.” demişler; 1940’lı yılların ikinci yarısı ve 1950’lerde.  (Görüldüğü gibi, bizim milliyetçilerimiz çok dikkatli, çok zeki insanlardır!)

Sözü yazara bırakıyorum ben yine:

“Sinema salonunun sonunda yuvarlak, bahçeli yer müzik salonuydu. Bahçeden içeri girince sağa döndük ve iki sınıftan biri olan piyano odasına girdik. Sınıf kocaman, yer tahta döşeme ve yerlere kadar dört penceresiyle aydınlık bir ortamdı. Piyano, kapıdan girince tam karşıdaydı. Oradan geçerken birisinin meraklı dokunmasıyla sesi çıkınca hoşumuza gitti. Soluk soluğa yerimize oturduk, öğretmeni beklemeye başladık.

“Öğretmenin içeri girmesiyle hepimizin sanki nefesi kesildi. Bu ne güzellik ya rabbim! Kırmızı ceket ve siyah etek bu kadar yakışır mıydı bir insana? Kırmızı ruju, incecik kaşları, sağ yanağında, dudağına yakın et beniyle, simsiyah gözleri, upuzun boyuyla bu kadın medeniyetti benim için. Yerimize oturduğumuzda o da piyano başında yoklama yapıp bizimle tanıştı. Adının Müzeyyen olduğunu öğrendiğimiz öğretmenimiz bizimle fazla konuşmadı, onun zarafeti karşısında kimse gürültü yapamadı. Ses tonu hiç değişmedi. Bize piyanoyla İstiklâl Marşı’nı söyletti. Derslerimizi mandolin denilen müzik aletiyle işleyeceğimizi, kısa zamanda okul kooperatifine mandolin, mandolin metodu ve müzik defteri geleceğini, oradan paramızla alabileceğimizi söyledi.” (Sa. 39 – 40)

Başka bir sayfada, yeri gelince yine söz eder; bu öğretmeninden:

“Müzik dersini daha bir sever oldum. Etüt aralarında, ders aralarında tiromola çalışması yapmaktan neredeyse parmaklarımız, sesinden de kulaklarımız aşındı. Başarmış olacağım ki, yedi aldım müzikten. Bu arada müzik terimlerini de öğreniyor, bilgimizi artırıyoruz. Çokları Müzeyyen Işık’a kızsa da ben onu sevdim ve ona hayran oldum.” (Sa. 58)

Müzeyyen Hanım’ın eşi Osman Işık öğretmen, daha bir yakındı öğrencilere. Ve daha bir hoşgörülü… Bu yüzden, daha çok sevilirdi, öğrencilerce. (Emekli olduktan sonra Bursa’ya yerleşen bu dostumla öteki dünyaya göçtüğü üç yıl öncesine kadar hep haberleştik.)

Birinci sınıftaki Türkçe Öğretmeni Hüseyin Bilgen için ne diyor bakalım:

“Bize çok okuyan insanın kelime haznesinin zengin olacağını söyledi. Dergi, kitap, gazete okumamızı tavsiye etti. Okulumuzun kütüphanesini, bir dersinde bizi oraya götürerek tanıttı. Burası sıcaktı. İlk defa gördüğüm kalorifer varmış burada. Elimi dokunmamla çekmem bir oldu. Aşırı sıcaktı. Hele raflardaki kitaplar, “abovvv” dedirtecek kadar çoktu. Oradaki renkli dergiler beni cezbetti resmen. Boş olduğumuz her an gelebileceğimizi, kütüphane kartıyla her kitabı bir haftalığına alıp okuyabileceğimizi söyledi. Sevinçten ellerimi ovuşturuyor, boş saatlerin bir an önce gelmesini istiyordum.”

Adaşım Hüseyin Bilgen’i tanımadım sanıyorum. Benden sonra gelmiş olmalı. Ne iyi bir öğretmenmiş ki, öğrencisi Şehriban Tuğrul’u okumaya, yazmaya özendirmiş.

Üçüncü sınıftaki Türkçe Öğretmeni Mevlüt Aydın’ı iyi tanırım. Dicle’de iki, Hasanoğlan’da da iki yıl olmak üzere dört yıl birlikte çalıştık çünkü. Ancak benim değil, öğrencisinin O’nun hakkında yazdıkları önemli:

“Türkçeci Mevlüt Aydın sessiz, sakin, kibar, düzgün fizikli biriydi. Avukat olmak için hukuk fakültesine yeni başlamış.” (Sa. 134)

“Türkçe öğretmenimiz, sınıflar arası hikâye yarışması düzenleyeceğini söylediğinde katılmaya karar verdim. On beş gün zaman verdi. Çok sevindim ve “Köyde Yangın” ve “Zeynep’le Kemal” adlı iki hikâye yazdım. Birisini ben, diğer yazdığımı da arkadaşım Yârin Satılmışkendi adıyla verdi. Bu arada Türkçe dersinde, “Ruhumdaki Fırtına”deneme yazımı öğretmenime okuttum. “Hangi yazardan?”dedi. Benim yazdığımı söyleyince, “Bir yerden esinlenmişsindir”dedi. İnanmadığı için üzüldüm; fakat bu durum beni sevindirdi.” (Sa. 138)

Hikâye yarışmasının sonucunu öğrenmek isteriz elbette. O araya rastlayan Ramazan Bayramı sonucu üç günlük bir tatilden sonra:

“Okul başlayınca, ilk Türkçe dersinde yarışma sonucu açıklandı. Benim hikâyem birinci, arkadaşıma verdiğim hikâyem de ikinci olmuştu. Öğretmenim Mevlüt Aydın, Falih Rıfkı Atay’ın Atatürk’le ilgili bir anı kitabıyla beni ödüllendirdi.” (Sa. 143)    

Birlikte çalıştığımız yıllarda, benzer bir faaliyetine hiç tanık olmamıştım; meslektaşımın. Demek ki, oldukça geliştirmiş kendini. Bravo, bravo!..

Çok beğendiği bir öğretmeninin adını yazmayı unutmuş.

“Sosyal öğretmenimizi çok beğendim ve sevdim. Kibar ve kıyafetleri çok temizdi. Heybetli, yakışıklı, eli yüzü düzgün bir öğretmendi. “Kibar insan, karanlıkta esnerken ağzını kapatan insandır.” derdi. Bu söze mecaz baktım. ‘Düşündüklerimizle davranışlarımız aynı olmalı, yani riyakâr olmamalıyız.’kanısına vardım. Ömrümce de öyle olmaya çalıştım. Karanlıkta da esnerken, hemen ağzımı kapattım!” (Sa. 134)

Bilirsiniz, okullarda tüm öğrencileri aynı tip giyinip kuşanmaya zorlayan çok titiz, çok disiplinli(!) öğretmenler de vardır. Hasanoğlan’da da var mıydı acaba?

Sınıflar 4’e, 5’e yükselince, genç kız ve delikanlıların yaşları da 16, 17 olmuştur artık. Bir zamanlar aynı dönemlerden geçen bay ve bayan öğretmenler, onları anlayabiliyorlar mıydı; dersiniz?

Beni değil, Şehriban Tuğrul’u dinleyin siz:

Bizlere bir şeyler olmuştu. Giydiğimiz formalarımızı kısaltıyor, üzerlerine renkli hırkalar giyiyor, formaların altına soğukta bile ince çorap geçiriyorduk. Hele de topuklu ayakkabılarımız görülmeye değerdi!

“Saçlarımıza daha bir özenir olmuştuk. Sık sık şampuanla yıkıyor ve uzatmaya çalışıyorduk. Ama bu çabalarımıza engel koyan zalim(!) öğretmenlerimiz vardı.

“Pazartesi sabahları tören alanında kılık kıyafet kontrolüne tabi tutuluyorduk. Bizler de saçlarımızı, kıyafetlerimizi saklamak için köşe bucak kaçışıyorduk. Yakalanınca uygunsuz kıyafetlerimiz düzelttiriliyor, uzun saçlarımız ordan burdan kırpılıp berbere gitmemiz mecbur bırakılıyordu. Biz kızların belalısı(!) Emel Arıkan, erkeklerin de belalısı(!) Kemal Başaranve Asım Yılmazöğretmenlerimizdi.

“Öyle titizlerdi ki bu konuda, tören alanında gözden kaçırdıklarını sınıflara baskın yaparak yakalıyorlardı. Son sınıflara bile acımıyorlardı. Bir gün Kemal Başaranöğretmenimiz 6/B şubesine baskın yapmış. Saçlarını binbir baskından kaçırarak uzatan ağabeyler, çareyi (sınıf penceresinden atlayarak) kaçmakta bulmuşlar.”

Bu üç öğretmeni de tanırım: Emel Arıkan iş bilgisi, Kemal Başaran matematik, Asım Yılmaz da beden eğitimi öğretmeniydi.

Dersleri nasıldı bilemeyeceğim ama disiplinlerine bir diyeceğim yok benim! Zaten böylesine görevlerini canla başla yapmasalar, beni nasıl sürgün gönderdilerse Kars’ın Arpaçay’ına, onları da Ardahan’a, Iğdır’a, Van’a sürgün ederlerdi; değil mi ya!

Bu değerli meslektaşlarım gibi, görevini hakkıyla yapanlara nasıl hayran olmazsınız siz!

Hüseyin Erkan

(*) Anılarımla Hasanoğlan (Yazan: Şehriban Tuğrul, Hasanoğlan Mezunları Derneği Yayını, No: 2   Ankara 2016, TEL: 0312 379 33 33)

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..