Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Şubat '11

 
Kategori
Öykü
 

Göz Göre Göre

Güneş, odanın içindeki hâkimiyetini floresan lambaların beyaz ışığına bırakarak çekip gitmişti. Zehra, önündeki yazıyı okumakta gittikçe zorlanıyordu. Masası da kafasının içi kadar karman çormandı. Arkadan at kuyruğu yaptığı kestane rengi saçları yanlardan özgürlüğünü ilan etmiş, sabah sürdüğü rujdan eser bile kalmamıştı. Yataktan çıktığı andaki haline sanki yeniden dönmüş gibiydi. 

Mesaiye başladığı andan bu yana aralıksız yazıyordu. Kolundaki saate baktığında eve gitmek için kısa bir süre kaldığını görünce içi bir nebze de olsa ferahladı. Parmakları zamana karşı on kurşun askeriyle klavyenin üzerinde adeta savaş veriyordu. Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu. 

- Neyse ki bitmek üzere! Ama ne sırt kaldı ne de göz! Şu işi bu akşam tamamlayabilirsem derin bir oh çekeceğim! Yaklaşık beş veya on dakika sonra sessiz bir çığlık attı. Ardından yüzünü avuçlarının arasına alarak gözlerinden akan yaşları kapatmaya çalıştı. 

- Olamaz! Mahvoldum ben! Ekran kilitlendi. Kaydedemiyorum! O kadar emeğimin boşa gittiğine mi yoksa şube müdürüne nasıl hesap vereceğime mi yanayım? Şimdi bir sürü laf işiteceğim. Vay efendim neden sık sık kaydet tuşuna basmamışım? Neden vakitlice bitirememişim? Der de der artık! Dolaptan bir evrak almak üzere içeri giren Selim, Zehra’nın konuşmalarına ister istemez vakıf olmuştu. Yanına doğru gitti ve utana sıkıla omuzundan tutarak “üzülmemesini ve yapabileceği bir şey varsa elinden geldiğince yardımcı olabileceğini” söyledi bütün içtenliğiyle. İşyerinde Selim’in simsiyah gözlerinin sert veya art niyetli bakışına maruz kalan bir kişi dahi olmamıştı. 

Adının geçtiği her yerde bir yufka muhabbeti muhakkak geçerdi. Ama bu yufka sanıldığı gibi böreklik değil yüreğinin cennetlik oluşundan dolayıydı. Zehra, titreyen ellerini yüzünden hızlıca çekti. Yanakları ve kulaklarından sanki alevler yükseliyordu. Kaşlarını çatarak söylendi. 

- Keşke yardım edebilsen! Ama sanmıyorum Selim. Bilgisayar dondu kaldı. Hiç bir işlem yapamıyorum. Kapatırsam bütün yazdıklarım buhar olup uçabilir! 

Selim: 

- Lütfen biraz sakin olur musun? Herşeyin bir çaresi vardır. Bekle biraz!” dedi kendinden emin bir şekilde. Hemen pencere kenarındaki boş masaya oturdu ve telefonu çevirmeye başladı. 

- “Bilgi İşlem Merkezi. Size nasıl yardımcı olabilirim?” diyen görevlinin sesini hemen tanımıştı. -Dilek Hanım ben Selim. Şu anda 319 Numaralı odadayım. Teknisyen arkadaşlardan birini buraya gönderebilir misiniz? Yalnız durum çok acil! Zehra’nın, elindeki işi bu akşam mutlaka teslim etmesi gerekiyormuş. Ama bilgisayarı bozulmuş. Yardımcı olursanız çok sevinirim. 

- Hemen notumu aldım. Yalnız arızalara bakan sadece bir teknisyenimiz var. Diğerleri bir kurs için bu hafta sonuna kadar şehir dışına görevlendirildiler. Dolayısıyla dediğim arkadaş çok yoğun! Tek başına her sorunla başetmeye çalışıyor. Şu anda da odada değil. Gelir gelmez söylerim. Selim, teşekkür ederek telefonun ahizesini yerine bıraktı. Zehra, kan çanağına dönmüş gözlerini sildi ve medet uman bakışlarını Selim’e yönelterek sordu. - Sence teknisyen yazdıklarımı kurtarabilir mi? Yoksa yandım demektir! Şube Müdürü “akşam mesaiye kalır, yeniden yazarsın” der. O kadar da yorgunum ki. 

- Boşuna üzülüyorsun. Adamın işi bu! Elbette ki kurtarır. Hadi oldu ki bir aksilik oldu! Ben ne güne duruyorum! Çok hızlı yazamam ama elimden geleni yaparım. Bana inan! Zehra ve Selim, kapıyı tıklatan uzun boylu ve bir hayli zayıf, elmacık kemikleri dışarı doğru çıkmış, kaşları seyrek, kısık bakışlarından gözlerinin renginin siyah olduğu zar zor farkedilebilen gencin; - “Arızalı bilgisayar için geldim” sözüyle bir anda susmuşlardı. Zehra’nın kahverengi gözlerindeki sönük ışık yerini sevinç ışıltısına bırakmıştı. Hemen ayağa kalkarak sandalyesini geriye doğru çekti. Bilgisayarını ve masasını ağzı kulaklarında bir biçimde işin ehli olan personele teslim etmişti. Teknisyen ağır ağır yürüyerek Zehra'nın sandalyesine oturmuştu. Selim, gülümseyerek teknisyene baktı ve: 

- Sizi daha önce hiç görmedim. Yenisiniz sanırım. Hayırlı olsun. Adım Selim ya sizin? Teknisyen, ekrana odaklanmış donuk gözlerini Selim’e doğru hızla çevirdi. Öylece bir kaç saniye boş boş baktıktan sonra cevap vermeden tekrar ekrana döndü. Selim ve Zehra’nın gözleri birbiriyle birleşti o anda. Sonra Zehra toparlandı ve; 

- Çay veya kahve ne arzu ederdiniz? Hemen çay ocağından alıp geleyim. Teknisyen buz gibi bir ifadeyle başını iki yana salladı. Zehra, kısa bir sessizlikten sonra dayanamayıp sordu. 

- Doktor bey! Hastam kurtulacak mı? İyi haberlerinizi bekliyorum! Yazılarımın ölmesi demek benim de ölümüm demek. Anlatabiliyor muyum? Teknisyen, kısa bir süre sonra Zehra’nın ekranda donup kalan sayfasını aktif hale getirerek ayağa kalktı ve hiç bir şey konuşmadan ağır ağır kapıdan dışarıya çıktı. Zehra ve Selim aynı anda “teşekkür ederiz” dediler demesine ama teşekkürün muhatabı olan kişi çoktan odadan çıkmıştı bile. Selim, dudağını bükerek Zehra’ya baktı. 

- İlginç biri! Neyse işin görüldü ya gerisini boşver! dedi usulca. Daha sonra müsaade isteyerek kendi odasına gitti. Zehra arkasından seslendi. - Selim çok iyisin! Teşekkürler! 

- Ben ne yaptım ki? Bütün hüner, adını bile öğrenemediğimiz teknisyenin! Yine de sağol Zehra! İyi akşamlar! Zehra, elindeki işi kısa bir süre sonra tamamlamış ve çıktı alarak amirine teslim etmişti. Sonra odasına tekrar gelmiş ve bilgisayarını kapatmıştı. Masasının üzerindeki klasörleri dolaba kaldırıp kilitledikten sonra gözü telefonun yanındaki siyah deri kaplı ajandaya ilişmişti. “Selim ajandasını unutmuş” diye düşünmüş ve alelacele çekmecesine atıvermişti. Koridora çıktığında işyerindeki bütün odaların kapısının kapalı olduğunu gördü. İyi akşamlar diyebileceği bir kişi dahi kalmamıştı. Katta olan asansörün kapısını hızlıca açtı ve zemin katın düğmesine bastı. Her zaman ki gibi dönüp kendine şöyle bir bakıverdi. Sonra yüzünü buruşturdu. “Kendini beğenmiş insan olur da kendini beğenmemiş insan olamaz mı yani! Küseceksen küs budala ayna! Bugün iyi görünmüyorsun!” dedi gülümseyerek. Kapıyı dışarıya doğru iteklerken yine ciddi bir yüz ifadesi takındı kendine. Dış kapıyı açmasıyla içeri girmesi bir olmuştu. Bir anda bastıran yağmura gafil avlanmıştı. - Aman Allah’ım gök delinmiş sanki! Bu yağmurda değil yürümek adım atmak bile çılgınlık! Odasında küçük bir şemsiyesinin olduğu aklına gelince derin bir nefes aldı. Apar topar tekrar asansöre doğru yürüdü. Bir yandan da “Böyle şansa ne denir ki? Önce mesai ardından sağnak yağmur! Allah beterinden korusun” diyordu. Tekrar odasına girip ışığı yaktı. Tozu dumana katan rüzgâr pencereyi sonuna kadar açıvermişti. Zehra, pencereyi kapatana kadar az da olsa üstü başı ıslanmıştı. 

Masasının çekmecesinden bir peçete çıkarıp yağmurdan nasibini alan boş masayı iyice kuruladı. Tekrar kendi masasına geçti ve oturdu. Önce şemsiyesini çıkardı. Sonra tekrar peçeteyi yerine koyarken gözü akşam alelacele koyduğu siyah deri kaplı ajandaya ilişti. Selim’in gün boyu yaptıklarını düşündü. Kendisine olan ilgisini farketmiyor değildi aslında. Ama duygusal anlamda ona karşı hiç bir şey hissetmediği için anlamamazlığa geliyordu. “Tamam iyi, hoş insan hatta çok da yardımsever ama ben hayır kurumu değilim” ki diyordu içinden Sonra ajandayı usulca eline aldı. Açmakla açmamak arasında kısa bir süre tereddüt yaşadı. Fakat içindeki merak duygusunu bir türlü bastıramıyordu. Rastgele bir sayfayı açtı. O an gözleri yuvasından fırlayacak gibi oldu. 

Yaprakları çevirdikçe dehşete düşüyordu. Arada bir bakışlarını pencereye doğru kaçırıyor sonra tekrar sayfalara dönüyordu. Birden ayağa fırladı. İçi ürpermişti. Bir de üstüne eklenen gök görültüsü iyice ruh halini bozmuştu. 

- Bu defter Selim’e ait değil! Olamaz da! Selim gibi düzgün bir insan böyle notlar yazamaz! Mümkün değil! Peki kimin o zaman? Çakan şimşekle birlikte sanki zihni de aydınlanmıştı. Uzun saçlarını eliyle arkaya dolayıp topuz yaptıktan sonra bir kurşun kalemle tutturdu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. 

- Tamam hatırladım! Bu defter masama oturan teknisyene ait olmalı! Ama şimdi ne yapacağım? Kolundaki saate baktıktan sonra kalbi daha da hızlı atmaya başladı. Sürekli “birşeyler yapmalıyım! Hem de bir an once” diyordu içinden. Ama aklına hiç bir şey gelmiyordu. Defterin sayfalarında iz sürüyor ama bir sonuca ulaşamıyordu. Birden aklına Selim geldi. Hemen cep telefonuna saldırdı. Fakat Selim bir türlü açmıyordu. Israrla bir kez daha aradı. Zehra’nın psikolojisi iyice bozulmaya başlamıştı. Ajandanın sayfalarını titreyen ince parmaklarıyla yeniden açtı. Küçük küçük notlar vardı üzerinde. ,  

- Bitecek! Az kaldı! Dayan! Diğer sayfada: 

- Herkes pişman olacak! Özellikle de annem! Çok utanacak! Tabi yüzü varsa! Zehra, kırmızı kalem ile halka içine alınmış tarihin olduğu sayfadaki tabanca resmine tekrar baktı ve sonra altına yazılmış yazıyı bir kez daha okudu. 

- Bütün sorunlarım bugün bitecek! Artık rahatlayacağım! diyordu hem de büyük harflerle. Çalan telefonun sesiyle damağını çekmesi bir oldu. Arayan Selim’di. 

- Hayırdır Zehra! Beni hiç aramazdın! Bir şey mi oldu? 

- Selim, seni rahatsız ettiğim için çok özür dilerim. Ama konu çok ciddi! Hatta hayati! Şu anda hiç iyi değilim. Elimde bir ajanda var. Sanırım bugün odama gelen teknisyene ait! İçinde yazılanlar ise korkunç şeyler! Adını bile bilmediğimiz o genç adam bugün intiharı planlamış. Ona ulaşamazsak ölecek duyuyor musun? 

- Ne diyorsun Zehra! Neredesin? Söylediklerini kulakların duyuyor mu senin? İnan kafam karıştı! Şu anda hiç bir şey düşünemiyorum! - Ben işyerindeyim. Çok yağmur vardı odama geri döndüm. Şeytan o ajandayı okumam için resmen dürttü beni. - Dur bir dakika düşüneyim! Buldum! Bilgi İşlemdeki Dilek Hanımın telefon numarası yok mu sende? Teknisyen orada görev yaptığına gore adresini ondan öğrenebiliriz! 

- O bayanla fazla bir samimiyetim yok. Ama bir kez tesadüfen ogle yemeğinde aynı masada oturmuştum.Biraz sohbet etmiştik ve birbirimize telefon numaralarımızı vermiştik. Hemen arıyorum. Teşekkürler Selim! 

- Beni geri aramayı unutma tamam mı? - Tamam. Zehra, hemen Dilek’e ulaşmış ama istediği bilgileri ondan alamamıştı. Dilek bir solukta; “Teknisyenin adının Hüseyin olduğunu, on gün önce işe başladığını, ailesinin Mersin’de yaşadığını, burada üç arkadaşıyla küçük bir evde kaldığını, defalarca söylemesine rağmen adres ve telefon bilgilerini kendisine vermediğini” söylemişti. Zehra sol eli ile şakaklarını ovuşturdu ve hararetli bir şekilde konuşmaya devam etti. 

- Tamam işte! Defterde böyle bir not da vardı. Arkadaşlarının memlekete gidecekleri tarihleri ayrı ayrı işaretlemiş ve bugün için “Nihayet evde yalnızım. Zaten doğarken yalnızdım, yaşarken de öyle. Ölürken de yalnız olmalıyım!” yazıyordu. Dilek, ben de olmayan idari bilgi, başkanımızda hiç olmaz ama yine de Serdar Beye bir sorayım. Ama Hüseyin’in bilgilerine ulaşacağımızı hiç sanmıyorum. Moralim çok bozuldu Zehra! Bacaklarım zangır zangır titriyor şu anda. Zehra, pencereye doğru yaklaştı. Yağmur tamamen durmuştu. Pencereyi sonuna kadar açtı. Toprağın mis gibi kokusu ilk kez ona yaşama sevinci vermemişti. Hatta ölümün soğukluğunu hatırlatmıştı. Gözlerinden çaresizliğin gözyaşları süzülüyordu. Tanımadığı, ismini bile bilmediği bir kişi için endişe duyuyordu. Gözü sandalyesine ilişti. 

- “Bugün bu odada ve masamdaydı. Yarın ölmüş olacak! Allah’ım bir şey yapamamak ne kadar korkunç bir duygu! Yaşamalı! Çok genç daha! diyordu gözyaşları arasında. Çalan telefonun sesiyle kendine geldi. Arayan Selim’di. - Bir gelişme var mı? Dilek ne dedi? - Koca bir hiç! Adam bu dünyanın hiç bir ucundan tutunamamış sanki! Kökünden kopmuş, yavaş yavaş yavaş boynu bükülen bitkiden farksız! Hatırlasana! Bugün hiç konuşmadı! Bu dünyaya ait değil gibiydi. Selim ne olur düşün! Ne yapabiliriz? Emniyete bildirsek! - Zehra lütfen sakin ol! Hâlâ işyerindesin değil mi? Çık artık oradan. Evine git ve dinlen. 

- Gidecek gücüm yok! Çok kötüyüm. 

- O zaman ben taksiye binip geliyorum. Gelince telefonunu çaldırırım inersin. Lütfen kendine gel. Zehra, Selim gelene kadar Emniyeti de aramıştı. Fakat Hüseyin’in muhtara kaydını bile yaptırmadığını öğrendi. Üzerinde adının geçtiği ne bir araç ne de bir ev vardı. Sanki o daha yaşarken yok olmuştu. Bir insan öz annesinden nasıl nefret edebilirdi ki? Hele Allah’ın verdiği cana nasıl kıyabilirdi? Kafasında bir sürü soru işareti uçuşuyordu. Bu saatte çoktan evinin yokuşunu çıkıyor olurdu. “Annemi aramalıyım! Yoksa meraktan kahrolur!” diye geçirdi içinden. 

- Anneciğim! Mesaiye kaldım. Birazdan çıkacağım. Meraklanma diye aradım! 

- Kızım! Yavrum! Tamam ama sesin çok kötü geliyor! İyi misin gerçekten? - Anneciğim iyiyim. Görüşürüz. Öptüm. Selim, işyerine geri döndüğünde Zehra gerçekten adım atacak durumda değildi. Kolundan tutarak ağır ağır taksi durağına geldiler. Selim de Zehra da kara kara düşünüyorlardı. Zehra’nın evinin önüne geldiklerinde Selim: - İyi düşünelim iyi şeyler olsun! Belki kötü bir şey olmayacak. Dua edelim. Gerçekten yapabileceğiz her şeyi yaptık. Ama çaresiz kaldık biliyorsun. Sabah olsun hayrolsun demekten başka elimizden bir şey gelmez. Koca şehirde Hüseyin’i nereden bulacağız ki! Zehra, başını öne eğerek sanki söylediğini onaylamıştı. Yavaşca taksiden aşağı indi. “Görüşürüz” diyerek apartmana girdi. 

Sürekli düşünüyordu. O gece annesinin ısrarlı sorularını yorgunum diyerek geçiştirmişti. Onu da üzmek istemiyordu. Yatağına uzandı ve dualar ederken yorgun bedeni uykuya yenik düştü. Sabah olduğunda, ruhu gecenin zifiri karanlığında gibiydi. Nefes almakta güçlük çekiyordu. İçi daralıyordu. İşyerine geldiğinde ilk işi çekmecesindeki ajandayı alarak Bilgi İşlem Merkezine gitmek olmuştu. Fakat Dilek, Hüseyin’in henüz işe gelmediğini söylemişti. Aradan saatler geçmiş hâlâ Hüseyin’den ses seda çıkmamıştı. Öğle saatlerinde olan olmuştu. Hüseyin’in intiharı once yerel televizyonlarda sonra ana haber bültenlerinde “gencecik bir delikanlının hazin sonu” olarak geçmişti. Zehra haberi alır almaz hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Bir yandan da konuşuyordu. 

- Keşke sana ulaşabilseydim! Keşke seninle konuşup, caydırabilseydim! Keşke bilgisayarım bozulmasıydı da seni hiç tanımasaydım. Ben şimdi ne yapacağım? Ölümünü planladığın o kara kaplı ajandayı neden masamda unuttun ki? Hiç hikayeni bilmemiş olacaktım. Neden kıydın canına? Değer miydi? Çok üzgünüm çok! Zehra daha fazla dayanamayıp yere yığılmıştı. Etrafındakiler kolundan tutarak en yakın bir odaya geçirmişler ve bir koltuğa oturtmuşlardı. Zehra bir müddet susuyor daha sonra tekrar ağlamaya başlıyordu. Hüseyin kendi ölüm kararını “sırf annesi yaptıklarından pişmanlık duysun. Bir kez bile olsa çocuğu için üzülsün” diye vermişti. 

Ama her şeyin boşuna olduğunu nereden bilebilirdi ki! Çünkü babasını aldatarak yurtdışına kaçan annesi zaten çoktan ölüp gitmişti. Babasına da bir türlü ulaşılamamıştı. Cenaze törenine sadece işyerinden adet yerini bulsun diye seçilmiş bir grup katılmıştı. Bir de bekar evlerine geldiklerinde cesediyle karşılaşan iki arkadaşı. Hüseyin, kendisi için en çok gözyaşı döken kişinin sadece on on beş dakika sandalyesinde oturduğu Zehra adında bir genç kız olduğunu hiç bir zaman bilemeyecekti. Çünkü o artık yaşayan bir ölü değil gerçekten bir ölüydü. 

Aysel AKSÜMER 

 
Toplam blog
: 334
: 482
Kayıt tarihi
: 22.03.10
 
 

Halkla İlişkiler bölümü mezunuyum. Iki çocuk annesiyim. "Bir Öykü Kadar Kısa Bir Roman Kadar D..