Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Nisan '08

 
Kategori
Felsefe
 

Göze gelenler

Göz. İnsan gözü. Biri gördüklerine kör, diğeri göremeyeceklerine faltaşı. Biri yorgunluğundan bir an önce kapanabileceği anın özlemiyle mosmor, diğeri merağından aman biraz daha büyüyebileceği anın heyecanıyla ışıl ışıl.

Peki, insanın gözü görebildiklerinin sonunu mu beklesin, göremediklerinin sonsuzluğundan mı vazgeçsin? Hayır, ne biri, ne de diğeri! Yanarak beklemesini kabullenmiş gözler, yakarak avutmasını öğrenmiş gözlerden başka neyi görebilir ki? Bu yüzden, yine hayır, yine ne biri, ne de diğeri! İnsanın gözüne bakmasını, bundan öte, bakıp da görmesini öğretmesi gerekiyor. Bakıp da göreceklerini gözlerine alması gerekiyor. Bakmak hesap, görmek kitaptır. Bakmak ve görmek hayatın hesabı kitabıdır. Bakmak bugün, görmek yarındır. Bakmak, bakılanın rengiyle, şekli şemaliyle, cismi cemaliyle temasa geçmek ise, görmek görülenin aklı ve ruhuyla aynı masaya oturmaktır. Bakılan gözde görünen rengin güzelliği başka, görünen gözde görülen rengin kaynağının aklı ve ruhu başkadır. Bakmak aşk ise, görmek sevdadır. Sevda da aşkla başlar. Bakarsan insanın sana açık kapısı gözlerini görür aşık olursun, görürsen o kapının ardındaki mekânı, aklını ve ruhunu, nelerle bezediğine bakar, sevdalanırsın. Kısacası, bakarak çıkılan yolun sonunu görerek getirmek gerekir. Bunu becerebilmek için ise her şeyden önce kendi gözüne bakmasını, kendi gözlerindekini görmesini öğrenmek gerekir. Dışarıya doğru bakıp, dışarıyı ‘doğru’ görmek, önce içeriye doğru bakıp, içeriyi ‘doğru’ görmeyi önkoşar.

Peki, insan kendi gözlerine kendi gözleriyle bakmasını, kendi gözlerindekini kendi gözleriyle görmesini nasıl bilecek? Çok kolay: dinleyerek; gözlerinin dediklerini dinleyerek. Kendi gözlerine kulak olarak. Gözlerinin bakıp, görüp, bildiklerinin ne anlama geldiğinin ardına vararak. Bunun üstesinden gelebilmesi için ise yaşadığı hayatın tek kâtibi, gümünden bir şey kaçmayan kalbinin yoluna düşecek. Gözlerinin kulaklarına anlatacağını kalbine tercüme ettirdikten sonra ‘görme ustası’ olacak. Bir işin ustalığına göz dikmek, o işin çıraklığına kulak hibe etmektir. Bir işin çıraklığına kulak hibe etmek demek ise o işin diğer ustalarına emri vaki olmak, yeri geldiğinde kulak çekişlerine kuru göz yaşı olmak demektir. Çırak olmak demek, önce göz, bunun sonrasında da kulak ve kalp, tokluğuna çalışmaya varacak olan yolda bir damla göz yaşına üstünde kayıp gidebileceği bir yanak, yanakta patlayıveren bir şamarın kıpkırmızı çınına ebediyyen yankılanabileceği kabarık bir kulak, kulaktan içeriye dolar dolmaz kalbi, isyankâr ve itaatkâr diye, ikiye ayıran bir küfüre kulaktan dalıp damardan girdiği kalpten ömür billah bir daha çıkamayacağı büyüklükte bir yürek olabilmek demektir. Yani her iş de olduğu gibi bu işin ustalığı da emektedir; işin işçiliğiyle içli dışlı olma uğraşısındadır. İnsanın emek vermediği bir işe aklının ermesi mümkün değildir. Öyle olduğunu düşündüğü durumlarda bile ‘birileri’ onun adına gerekli emeği vermiştir; o, yani genel anlamıyla insan, bu emeğin kalıtsal mirasçısı olarak, payına düşen alın terine nefes alıp vermeye başlar başlamaz ‘evet’ demiştir. Kısacası, ‘hayır’ı bile unuttuğu ‘evet’inden dolayıdır.

Peki, kimdir bu ‘birileri’? İnsanı ‘bakma ve görme sanatı’nda ustalığa taşıyacak bu ‘birileri’ kimlerdir? İnsanın gözündeki yaşa, kulağındaki şamara ve kalbindeki öğüde sebep bu ‘birileri’ kimlerdir? En yenisiyle bile ‘eskiler’dir. ‘Şimdi’yi ‘sonra’ yapan hep ‘önce’dir. ‘Çırağı’ ‘yeni usta’ yapan hep ‘eski ustalar’dır. İnsan ise ‘eski usta’ ile ‘yeni usta’ arasına serili ‘değişim’de saklıdır. Yeni ustanın ‘yeniliği’ başkalığında aranmalıdır. Bu ‘değişim’, ‘yenilik’ ya da ‘başkalık’tır ‘ustalık belgesi’ndeki notun hayatın diline tercüme edilmiş hali. ‘Şimdi’ ‘önce’yi ne kadar yerinde değiştirebilir, yenileyebilir ya da başkalaştırabilirse ‘sonra’nın notu da o derecede ‘pekiyi’ olacaktır. Yani ‘sonra’ya gözünü dikmiş ‘şimdi’nin besini ‘önce’yi kendine en faydalı şekilde sindirmesi gerekir. Bu ‘önce’dir sözünü ettiğimiz ‘eskiler’; bu ‘eskilerdir’ insanı bakma ve görme sanatında ustalığa taşıyacak olan; ‘eskilerdir’ aradığımız ‘birileri’. Demek ki önce ‘önce’nin kapısına dayanmak gerekiyor: ünlü arap mistikçi Hüseyin el Hallaç şöyle demiş: “Kimin orada bir kalbi varsa, atsın gözünü, o zaman görecektir”. Bu söz ‘önce’nin ‘yolunun sonu’nun tanımıdır. Görme sanatının doruklarına dikilmiş gönül bayrağıdır. Uzun lafın kısası, gözün en son eleği kalptir. Bunun ardına daha iyi varabilmek için eskilerin gözden kalbe giden yolu arşınlayışlarına bir göz atmak, yol boyunca dile getirdiklerine kulak kabartmak gerekir.

Kabartalım o zaman.

Kimi ‘eskiler’ görme sanatının doruğuna giden yolu üç etaba ayırmış. Buna göre ‘görme sanatı’nın doruğuna giden yolda üç durak vardır: 1. salt fizyolojik görme yetisi, yani bakabileceksin 2. sanatsal görme, yani görebileceksin ve 3. gözün fazileti, yani baktığını görüp, gördüğüne bakabileceksin. Ayrıca bu üç durağın sıralandığı yolda çoğu zaman gözlerden kaçan ya da unutulan, bu yüzden görülmeyen, gözün edebine ve sağlığına zarar verebilecek, konumu değişken, iki saklı durak daha vardır: 1. gözün müstehcenliği ve 2. gözün sağlığı. Bu iki durak aslında kaçınılması gereken iki tali yola kapı görevindedir. Yani bu duraklarda durup kapılardan birinden bir tali yola sapmak zorunda kalmamak görme sanatı içinde bir sanat olarak görülür. Diğer üç durağa sağsalim uğrayabilmenin sırrı da bu iki kapıdan içeriye sığamayacak kadar ‘ufku geniş’ biri olmakta gizlidir. Ayrıca bu iki kapı diğer üç durağın olduğu yolu uzatır, bulandırır özelliktedir.

Peki, insanın görme sanatında ustalaşabilmesi için geride bırakması gereken gözden kalbe giden bu yol nerededir? Yani sırasıyla salt fizyolojik görme yetisinden, sanatsal görmeye oradan da gözün faziletine varan yolun başlangıcının bir adresi var mıdır? Evet, vardır! Bu yol insanın aklındadır; yani beynindedir. Dolaysıyla bu yolun başlangıcının adresi de aklındadır; yani beynindedir. ‘Eskiler’ görme sanatındaki ustalıklarına bu akılla varmışlardır. Bu akla göre de aklın evi beyni yine üç odaya ayırmışlardır: 1. ön beyin, 2. orta beyin ve 3. arka beyin. Biraz önce dile gelen iki şeffaf durağı da her üç odada penceresi olabilen bir olgu gibi anlamak gerekir. Yani gözün müsthecenliği ve sağlığı her üç odaya da açılabilen bir pencere gibidir. Her üç odada da gözden kaçırılmamaları gerekir.

Peki, insanı görme sanatında ustalaştıracak olan bu tasvirî fabrikanın kapsadığı üç odanın düzeni nasıldır? ‘Eskiler’ düşünmüş: ön odanın adını ‘fantastik oda’ takmışlar. Eskilere göre görünenin rengi ve şekli gibi duyusal formların işlendiği bu oda anlayış ve algılamanın gerçekleştiği gözün bakışına ev sahipliği yapmaktadır. Bu odanın sıcak ve kuru tutulması gerekir der eskiler. İkinci ve orta odanın adı ‘rasyonel oda’dır. Burası karşılaştırmanın, seçip ayırmanın, reddetmenin, vazgeçmenin ama aynı zamanda düzene sokmanın odasıdır. Bu oda ılık olmalıdır; nemi sever. Üçüncü ve arka odanın adı da ‘hatırsal oda’dır. Aklî arşiv gibidir. Hatır bilir bir odadır. Bilinenler dosya dosya bu odaya tıkıştırılır. Bu oda soğuğu ve kuru havayı sever.

Peki, üç odadan ibaret bu fabrikanın çarkı nasıl dönüyor? Yapısal, biçimsel olarak çok kolay: gözlem ve imgeleme yoluyla ön odaya buyur edilen resimler orta odada seçme ve seçilme sınavına tabii tutulduktan sonra başarılı olanlar kayıt edilir ve dosyalanarak arka odada misafir edilir.

Ancak, asıl ustalık bu fabrikayı ‘içeriksel’ olarak en üst düzeyde yürütmektir. Yani asıl ustalık, işlenmek üzere gelen ‘malzemeye’ dikilen gözün kalbindedir. Kalp malzemeye baktıktan sonra onu nasıl görürse şeklini öyle bilir. Demek görme sanatında ustalaşmak için gözü kalbe doğru sırtlamak, sonunda da gözü kalbe teslim etmek gerekiyor. Gözün emin ellerde (yani kalplerde) olduğunu bilmek için ise her şeyden önce kalbin gözünün içine şöööyle bir bakacaksın. Bakıp gördüğünü iyice bir okuyacaksın. Kalbin gözünün içinde okuyacakların ise gözün kalbe dikte ettiğinden başka bir şey değildir. Göz nasıl atarsa kalp de öyle gümler. Budur gözden kalbe giden yol: mütevazilik. ‘Ne, mütevazilik mi?’mi? Evet, mütevazilik! ‘Neden anlayış değil?’ mi? Anlayış’ın kendileştiği haldir zaten mütevazilik! ‘Mütevazi’den koptuğu, sahibi insan olmayı aşıp, onun varlığının vazgeçilmez bir parçası olduğu andır mütevazilik! Yani anlatılan bağlamda mütevazilik, bir duygunun namaddi organik hale geçişi gibidir! Mütevaziliği pankreasınızmış gibi düşünün! Ya da böbreğinizmiş gibi. Hele bir de iki adete sahipseniz...!

Evet, mütevazilik, yalnızca herkese değil, aynı zamanda (bu daha da önemlisidir) her anlayış’a da anlayış gösterme sevdasında olmaktır. Yani göz kalkıp kalbe yollanacak, kalp kalkıp göze yollanacak. Gözü kalpte arayanlar göze dönecek, kalbi gözde arayanlar kalbe dönecek. Yol hep yol kalacak; hiç bitmeyecek. Görme sanatında asıl ustalığa ise bu yolun sonsuzluğunu görenler ulaşacak. Yani öyle vadeli mütevazilik yok!

Gözün kalp, kalbin göz olduğu bir bakışta ne görülebileceklerin sonunu beklemek, ne de görülemeyenlerin sonsuzluğundan vazgeçmek vardır. Hayır!

Evet, ‘görme ustalığı’na aday çırağımız bütün bunları kendi mayasıyla yoğurup, sonunda isteyen herkesin ve mantıklı olduğunu iddia edebilen her anlayışın sindirebileceği bir duygusal besin pişirebildiği için dalından başarıyla mezun olabilmşitir. Ama daha da önemlisi, çırağımız kalbini gözüyle yoğurup, gözünü kalbiyle pişirip, herkesi ve her anlayışı kendi yeni ‘usta’ varlığıyla sindirmesini öğrenmiştir. Çünkü ‘çırak’ artık ‘önce’yi (yani ‘eski ustalar’ı) ‘şimdi’ (yani kendi ‘usta’lığını) sindirerek ‘sonra’ya (yani kendi yeni varlığına) doymanın sanatını öğrenmiştir. ‘Önce’ bitti diyenlere, ‘şimdi’ bir gün bitecek diyenlere, ‘sonra’ya da daha çok var diyenlere: ‘önce’leri ‘sonra’ya ertelenenler ‘şimdi’leşmeyi öğrendi artık. ‘Önce’ bitmedi, ‘sonra’ hep olacak, ‘şimdi’ye şükür! ‘Önce’nin ‘sonra’sı ‘şimdi’ an meselesi.

Bazen gördüklerine kör, bazen ise göremeyeceklerine faltaşı insan gözü bundan böyle merağından aman biraz daha büyüyebileceği anın heyecanından dolayı yorgunluğundan bir an önce kapanabileceği anın özlemiyle ışıl ışıl ışıldayacak. Çünkü gözümüz gibi kalbimizin evi aklımızın hangi odasını sıcak ve kuru, hangisini ılık ve nemli, hangisini soğuk ve kuru tutmamız gerektiğini biliyoruz. Ünlü arap mistikçi Hüseyin el Hallaç’a gelince: her eskinin değeri antik değildir. Kalbimiz nerede olursa olsun, gözümüzü ondan ayırıp bir yerlere atamayacak kadar kalp göz olmalıyız. Hallaç’ın hatırına atacak olsak da yeri kalbimizin koynu olduğu kadar gözümüzün kendi geleceği bebeği de olmalıdır. Yani görme sanatında sınıfta kalan kem gözlerin kalifiyesiz göz avutup, hesapsız kalp yaktığı zamanın ‘sonra’sı an meselesidir... Bu da böyle biline...!

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..