Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Kasım '08

 
Kategori
Dostluk
 

Gözyaşının rengi yoktur

Gözyaşının rengi yoktur
 

Alıntıdır.


-"Kanatlar muhteşem olmuş."
-"..."
-"Böyle çizmeyi kimden öğrendin?"
-"..."
-"Bence bu resmini bir yarışmaya göndermelisin."
-"..."
-"Kütüphanede bir sürü kitabın var. Hepsini okudun mu? Vay canına felsefe kitaplarına bayılırım. Okumak için istesem verirsin değil mi?.. Bir sürü DVD ve CD'in var ayrıca. İsa'nın filmi manyak bir film gerçekten. Onca acı ve eziyet bir insan için çok fazla. Ben bile erkek olduğum halde kanlı sahnelerinde yeter demiştim içimden. İğrenmiştim artık kandan."
-"..."
-"Hadi ama kötü olduğunu biliyorum. Ağlamalısın. Sen öylece durmuş sadece o aptal kanatları çiziyorsun. Belki de ölüm meleğine hediyeni sen zaten kendin vermişsindir."
-"..."
-"Gözlerinden belli acı çektiğin. Ben senin arkadaşınım değil mi? Gözyaşlarını tutarak bu şekilde lanet bir deli olabilirsin."
-"..."
-"İçki getirebilirim. Annenler filan görmeden. Kimse görmez, çok iyi saklarım."
-"..."
-"Şimdi alıp geleceğim. Hiçbir yere kıpırdama."
-"..."

Dışarıya çıktı. Serindi hava. Kot ceketinin yakalarını kaldırdı. Ne olmuştu bu kıza böyle? İlk defa böyle görüyordu ve onun için hayatında ilk defa endişeleniyordu. "Yarattığı lanet olası melek çok güzel olmuştu. Kendim için istemeliyim bu resmi, odamda renk olacak bana. Ama öncelikle arkadaşım iyi olmalı." Hızlandırdı adımlarını.

Caddeye az kalmıştı. İçki bazen unutmak için iyidir diye düşünüyordu. Tekel bayiine yaklaşmışken duraladı. Sanki onu görmüştü. Bu o olabilir miydi? Çok benziyordu ama o olamazdı. O ölmüştü ve toprağın altındaydı. Aslında bir yandan o sersersiden kurtulmasına seviniyordu. Çok üzüldüğü zamanlarda arkadaşını görmüştü. Bu şekilde olmamalıydı belki ama ilahi adaletti sonuçta ve elinden arkadaşının gülüşünü tekrar görmeye çabalamaktan başka bir şey gelmiyordu.

-"2 bira."
-"Ne kadar?"
-"..."

Ceketinin içine koydu biraları. Biralar soğuktu. "Bu soğuk havada hasta etmem inşallah kızcağızı. Ne yapmalıyım? Nasıl eski gülüşlerini geri kazandırabilirim ki! Lanet olsun. "

"Ne çok lanet okumaya başladım. Onun yanında da lanet okumayayım. Zaten perişan."

Mahalleye ilk geldiklerinde kavga etmişlerdi. O kadar sinir olmuştu ki, önüne çıkan çöp kutusuna geçirmiş, ayağını incitmiş ve kendini komik durumuna düşürmüştü. "Ne kadar şirret bir kız, her söylediğime cevap veriyor. Kız olmasa on kere patlatırdım." Şimdi dostluğunu düşünüyordu da "kimse yapmazdı onun bana yaptıklarını" diyordu.

İşte gelmişti. Odaya girdi. Kimse yoktu. Çizdiği meleğe gözyaşları eklemişti. Meleğin yanaklarından ince ince süzülüyor, sonrasında selmişçesine aşağı damlıyordu. Sonsuzluğa akıyordu sanki bu gözyaşları.

"Gözyaşının rengi yoktur" demişti bir keresinde. Bu sözü onun dudaklarının arasından çıkışını seyrederken "Neden şimdi bunu söyledi ki!" diye düşünmüştü. Aslında bazen anlayamadığı sözler söylerdi ve sanki bu dünyaya ait olmayan kelimeler söylüyormuşcasına gözleri okyanusun derinliklerindeymiş gibi bir hal alırken onun gözleri saydamlaşıyor diye düşünürdü. Dahası kendi de inanmıyormuş gibi söylediklerine duraksar ve inanmak istercesine inadına gülümser, suskunluğa gömülüverirdi. Anlayamadığını dillendirmek ona zor geldiği için suskunluğuna kendi suskunluğuyla yanıt verirdi.

"Nerdeydi?"

Evdekileri telaştırmanın sırası değildi. Onu bulmalıydı. İlerliyordu. Kaçtığı yerlerden ona bahsederdi bazen. Ama hiçbir zaman onun tek başına kaldığı yerlere gitmemişlerdi. Bazen yalnızlığa kaçıverirdi böyle. Güzelliklerinden bahsederken gözleri ışıldardı, afacan bir çocuğa benzerdi çoğu zaman.

Onun neşesi ve çocukça halleri. Ama artık öyle olmayacağını biliyordu. "Keşke onun gibi inatçı damarlara sahip olsam..."

İnat neye yarıyordu ki hayat karşısında. Ölüm karşısında.

Hiçbir şeye...

"Maviyim ben bu gün."

"Bu gün kırmızıyım."

"Bu gün yeşilim." derdi. Hergün bir renk olurdu.

-"Peki ya bu gün siyahsan... Ölüm meleğine hediyeni kendin vermişsindir."

"Ne kadar aptalım. Bunu ona nasıl söylerim. Tanrım ben gerizekalının biriyim. Bazen çok patavatsız olabiliyorum."

Bu düşüncelerle sokak sokak onu ararken bu sözleri kendine tekrarlayıp duruyordu. "Nerdesin? Lütfen affet beni. Özür dilerim. Ben arkadaşımı, gülen eski neşeli arkadaşımı geri istiyorum."

Yoktu. "Allah'ım ben... Bana lanet olsun."

Eskiden o da çok lanet okurmuş. Öyle derdi. "Hep lanet okurdum. İçimdekileri kusarken lanet okumaya bıkmıştım ve bir gün lanet okumamaya karar verdim."
-"Peki şimdi okuyor musun?" diye sorduğunda "Her zaman değil" diye gülümsemiş ve "Ama eskisi gibi lanet okumaya başlamamak için elimden geleni yapıyorum." diye devam etmişti.

"Onu bulayım ben de lanet okumayacağım artık." İlerliyor, sokaklara baka baka ilerliyordu.

Çocuklar oynuyordu. Mahalleye ilk geldiğinde onu ilk oyun oynarken görmüştü. Biraz yadırgamıştı ve top onun yanına geldiği zaman sırf konuşmak amacıyla yanına gönderdiği çocuğa topu vermemiş, onun gelip almasını söylemişti.

Bunu duyduğunda yüzündeki gülümseme solmuştu. Yanına yaklaşırken ne diyeceğini düşünüyordu. Acaba nasıl tepki verecek bana diye düşünürken tek kelime etmeden topu elinden düşürmüş ve ayağıyla oynadığı çocukların yanına göndermişti. "Bunu ne çabuk yaptı?" diye sersemlemişken onun çoktan arkasına dönmüş gidiyor olduğunu farketti. Laf söyleyecekti işte neyine güvenmişti de bunu yapmıştı:

-"Kocaman kızsın. Top oynamaya utanmıyor musun?" Kız arkasına döndü ve:
-"Utanmıyorum. Var mı diyeceğin?"
-"Pek de ukalasın."
-"Sen de kaşınıyorsun. uğraşma benle yoksa fena olur."
-"Yapma ya. Kızsın ama pek bir güveniyorsun kendine. Kızsın diye vuramam mı sanıyorsun?"
-"Hele bir dene. Ben senin gibilerini çok gördüm. Git işine."

"Ne kadar şirret bir kız, her söylediğime cevap veriyor." diye o zaman demiş, ayağını da kötü vurmuştu çöp kutusuna.

Oynayan çocuklara sormayı düşündü. Misket oynuyorlardı. Çocukluğunda o da bu rengarenk misketleri çok severdi. Biriktirirdi ama sonrasında hiç büyümek bilmeyen bu arkadaşına hediye etmişti. O kadar sevinmişti ki hemen toprak arazi bulmaya başlamışlardı ikisi oynayabilmek için. Kuytu açmaları gerekiyordu ve onun deyimiyle misket her zaman toprak arazide oynanmalıydı.

Çocuklara;

-"Buraya bir abla geldi mi? Uzun boylu, siyah saçlı bir abla gördünüz mü?" diye sordu.
-"Evet burada bizimle oynadı. Sonra ben size toprak arazi bulunca çağırmaya geleceğim diyerek yukarı doğru gitti."
-"Geleceğini söyledi öyle mi?"
-"Evet abi. Abi abla çok güzel cilli oynuyor. En çok kazananı bile yendi. Abi sen de oynar mısın?"
-"Abla gelirse..." diye yanıt verdi ve onu beklemeye başladı.

Karşıdan geliyordu. Yüzü gülmüyordu ama en azından oydu gelen. O kadar sevindi ki sarıldı boynuna sevincinden.

-"Abi abla sevgilin mi?" dedi çocuklardan biri.
Kırıkda olsa gülümsedi çocuğa.
-"Hadi toplanın, güzel bir arazi buldum. Kuytusunu bile kazıdım." dedi.

Çocuklarla birlikte giderken içki şişelerinin hala ceketinin içinde olduğunu farketti. "İçkiye kimin ihtiyacı var ki!" diyerek yolda gördüğü çöp kutusuna attı ve koşar adımlarla onlara yetişti.

Çocuklar masumiyeti ve sevgiyi tekrar hatırlatır insana. En iyi ilacı bir çocuğun gülümsemesinden elde edebiliriz. Özellikle ruhun kanayan yaralarına iyi gelirler.

"Gözyaşının rengi yoktur." Belki bu renksizlik ruhun kanayan yaralarının dışavurumu olduğu içindir. Bir çocuğun gözyaşı ya da erişkin insanın gözyaşı veyahut siyah insanın gözyaşı ya da beyaz insanın gözyaşı. Gözlerinin rengi mavi de olsa, yeşil de olsa, kahverengi de olsa, farklı da olsalar birbirlerinden... Hatta... Hatta bir meleğin gözyaşları da olsalar... Hiçbirinin rengi yoktur yağmur damlalarının rengi olmadığı gibi...

 
Toplam blog
: 128
: 1145
Kayıt tarihi
: 23.11.07
 
 

Herkes gibi yazar, çizerim. Dünyamı boyarım hepsi bu!..