Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Şubat '09

 
Kategori
Eğitim
 

Gül dikenler

Yazarı: Yusuf ÜNAL

ÇADIR DERSHANE

Eserin Özeti:

91’deki Erzincan depreminde, dershane binası yıkılmayan ender binalardandı. Sapasağlamdı ama artçı depremler devam ettiği için binalara girilmiyordu. Depremden bir hafta sonra dershanenin müdürü öğretmen arkadaşlarını topladı ve ; “Biz eğitimciyiz, vazifemiz aksatmaya gelmez. Bir şekilde eğitime devam edilmesi gerekiyor. Birkaç ay sonra üniversite sınavı olacak. Ne olursa olsun öğrencilerimize sahip çıkmalıyız, ” dedi. Bütün öğretmenler de Müdür Bey’le hem fikirdi. Artçı depremler bitmemişti. Ders anlatabilecekleri bir mekana ihtiyaçları vardı. Çare aramaya başladılar. Düşündüler, taşındılar. Neticede, bir çadır dershane kurmaya karar verdiler.

Her biri yaklaşık otuz metre olan sekiz çadırı bir stadyuma kurdular. Her çadır, içinde sırası, yazı tahtası olan bir derslikti. Ardından öğrenci bulmaya başladılar. Dershanenin öğrencisi olsun olmasın, üniversiteye hazırlanan bütün öğrencilere kapıları açıktı ve kurs ücretsizdi. Yüzlerce genç müracaat etti, öğrenci sayısı kapasitelerini aştı. Kimseyi geri çeviremezlerdi. Anadolu’nun dört bir yanındaki muhtelif dershanelerle irtibata geçip durumu anlattılar. Onlar da öğrencileri memnuniyetle kabul etti. Dershane ve yurtlarını açıp gençlere sahip çıktı.

Öğretmenler, gündüzleri öğretmen odası ve idari oda olarak kullanılan bir çadırda kalıyorlardı. Derslerin başlamasından bir önceki akşam, bu çadırdaki telaş ve heyecan doruk noktadaydı. Programı yaptılar. En az derse giren günde sekiz-on saat derse girecekti. Herkes harıl harıl ders çalışıyordu. Kimisi ders notlarını hazırlıyor, kimisi elbiselerini hazırlıyor, kimisi de tıraş oluyordu. Onlar “Öğretmen, her yönüyle öğrenciye güzel örnek olmalı, ” diyerek hareketlerine olduğu gibi dış kıyafetlerinin düzenine de dikkat ederlerdi.

Ertesi sabah, hepsinde öğretmenliklerinin ilk anlarındaki gibi bir heyecan vardı. Öğrencilerin de onlardan farkı yoktu…

Şartların onca olumsuzluğuna rağmen, öğretmek ve öğrenmek için bir araya gelinmişti. Öğretmenler, meslek hayatlarının en verimli, en güzel derslerini o çadır dershanede işlediler. Muhtemelen öğrencilerin de en iyi anladıkları dersler orada dinledikleriydi.

Sınav sonuçları bunu doğrular nitelikteydi zaten. O sene bu öğrencilerin yüzde seksen üçü üniversiteyi kazandı…

HÜSEYİN ÖĞRETMEN

Sabırsızla yarının olmasını bekliyordu, Hüseyin öğretmen. Yarın minicik öğrencileriyle buluşacaktı. Birinci sınıfları okutacaktı. Çocuklar okulu ve öğretmeni onunla tanıyacaklardı. Onun için sorumluluğu çok büyüktü. Okumayı onun şahsında sevecekler veya sevmeyeceklerdi. Etrafını çevirip “öğretmenim, öğretmenim” diye neşe saçacaklardı.

Genç öğretmen pencereden dışarı bakarken çocukluğuna dalıp gitti. İlkokul yıllarına uğradı hayali. Siyah önlüğünü, annesinin yırtılmasın diye kalın kumaştan diktiği çantasını, sınıf arkadaşlarını hatırladı. Sonra öğretmenlerini düşünmeye başladı teker teker. Sevdiklerini ve sevmediklerini… Birçok öğretmeni olmuştu okul hayatı boyunca ama birçoğunun ismini hatırlayamadı. Demek bende kalıcı izler bırakamamışlar diye geçirdi içinden. Aklına adaşı Hüseyin öğretmen geldi. Hiç dersine girmemiş olduğu halde en çok sevdiği oydu öğretmenlerinin içinde. Hala da görüşürlerdi. Ne yapmıştı ki dersine girmemesine rağmen unutmamıştı Hüseyin Öğretmen’ini? Gözünün önünden gitmiyordu on yedi yıl önce köylerinin şirin okulunun bahçesinde yaşadığı.

Son dersten çıkmışlardı o gün. Çocuklar “Paydoooos!” diye bağırarak okulu boşaltıyorlardı. Birinci sınıfa giden küçük Hüseyin merdivenlerden inerken birinin arkasından çarpmasıyla yüzükoyun yere kapaklanmıştı. Birkaç çocuk çeşmenin başına götürmüşlerdi. Burnu kanamış, yüzü sıyrılmış, önlüğü yırtılmıştı. Onu bu halde gören ve şimdi adını bile hatırlamadığı sınıf öğretmeni ne olduğunu uzaktan sorup; “Bir şey olmaz, ” demiş ve yoluna devam etmişti. Birkaç dakika sonra oradan geçen Hüseyin Öğretmen onu öyle görünce hemen yanına varmış, kendi eliyle ağzını yüzünü yıkayıp öğretmenler odasına götürmüştü. Orada pamuk vs. ile kanı durdurmuştu. Sonra da Hüseyin’e ömür boyu ders olacak bir şey yapmıştı öğretmeni: Onu omzuna aldığı gibi köyün en tepesindeki evlerine kadar çıkarıp ailesine teslim etmişti.

İşte böyle sevdirmişti kendini Hüseyin Öğretmen ona. Böyle unutulmaz olmuş. Böyle kazanmıştı kalbini.

Genç öğretmenin gözleri nemlendi. Vefa hisleriyle doldu gönlü. Eline telefonunu aldı ama saat çok geç olduğu için arayıp rahatsız etmek istemedi. Telefonun mesaj bölümünü açtı ve yazmaya başladı: “Canım öğretmenim! Diktiğin fidanlar boy verdi, meyveye durdu.”

SEVGİ HER KAPIYI AÇAR

Birinci saat yine o sınıfa derse girecekti. Okulda “Hababam Sınıfı” diye bilinen sınıfa… Sadece kendisi değil bütün öğretmenler illallah etmişti öğrencilerden. Ders işlemek imkansıza yakındı. Kimisi uyur, kimisi konuşur, kimisi ayakta dolaşır, kimisi ayakta dolaşır, kimisi hocayla tartışır, kimsi geç gelir… Defter, kalem, silgi, kitap gibi araç- gereçlere hiç ihtiyaç duymazlardı. Üstelik Bilal Bey’in meslekte ilk yılıydı. Fakültede öğrendiği teorik bilgiler her zaman işe yaramıyordu. Bütün bunlardan dolayı 10/C’ ye derse girmek istemiyordu.

O bunları düşünürken servis okula gelmişti. 10/C yine aynıydı, manzarada değişiklik yoktu; yarısı kılık-kıyafet engeline takılmış, müdür yardımcısının odasındaydı. Bazıları kantinde kahvaltı yapmakla meşguldü. Biraz sonra ellerinde çayla çıkıp gelirlerdi. Sınıftaki birkaç kişi de ya uyuyor ya da konuşuyordu. Bilal Bey’in içeri girdiğinden haberleri bile yoktu. Yine aynı şeyler oldu sınıfta, geç kalanlar, geç kağıdı almaya gidenler, uyuyanlar, konuşanlar… Dinleseler de dinlemeseler de Bilal Bey dersini anlattı. Uyarması gerekenleri usanmadan defalarca uyardı.

O gün okul çıkışı öğretmenler toplantısı vardı. Toplantıda Müdür Bey söyleyeceklerini söyledikten sonra öğretmenlere söz verdi. Söz alanların hepsinin derdi ortaktı; “10/C’ ye nasıl bir çözüm bulunacak?” Ders işleyemiyorlardı o sınıfta. Müdür Bey denilenleri dinledikten sonra, bir hatırasını anlattı:

“Öğretmenliğe başladığım ilk yıllardı. Görev yaptığım okulda da böyle bir sınıf vardı ve aynı şeylerden biz de şikayetçiydik. O sıralarda eski öğretmenlerden Halil Bey okulumuza ziyarete gelmişti. Öğretmenler odasında muhabbet ederken, söz yine bu sınıftan açıldı. Andan ne yapabiliriz diye tavsiyeler istedik. O da başından geçen bir hadiseyi anlattı. İlk tayini çocuk ıslah evine çıkmış. Küçük yaşta suç işleyip hapse düşen, yaşları on iki ile on sekiz arasında değişen öğrencilere ders anlatacakmış. Dersler iki yüz kişilik amfide işleniyormuş. İlk dersini anlatmak için girdiğinde bir gürültü başlamış. Bütün öğrenciler iki ellerini birden sıraya vuruyorlarmış. Ders dinlemek istemiyor, dersi ve hocayı protesto ediyorlarmış. Ders anlatmaya çalışmış başaramayınca, önündeki kürsüye iki eliyle birden o da vurmaya başlamış. “Haydi çocuklar” demiş; “Tempo! Daha hızlı, daha hızlı!” diye bağırıyormuş mikrofonla. Öğrenciler daha hızlı vurmaya başlamışlar. Vurdukça elleri acımış, yorulmuşlar. Yaptıklarından vazgeçmek zorunda kalmışlar. Halil Bey o derste ancak birkaç şey anlatabilmiş. İkinci defa derse girdiğinde bu sefer bütün sınıf hep bir ağızdan “öhö, öhö” diye öksürmeye başlamış. Halil Bey eline yine mikrofonu almış: “Çocuklar havalarda soğuk bu aralar, herhalde sizler de üşütmüşsünüzdür. Hadi hep bir ağızdan öksürelim, ” diyerek o da başlamış öksürmeye. “Daha yüksek çocuklar, daha yüksek!” diye teşvik ediyormuş onları. Sonunda boğazları gıcıklanmaya başlayıp sesleri çıkmaz olunca bundan da vazgeçmek zorunda kalmışlar. Hem onlar sıraya vururken hem de öksürürlerken Halil Bey’in gözleri amfide dört dönüyormuş. Çocukları örgütleyen elebaşlarını bulmaya çalışıyormuş. Nitekim bunlardan bazılarını tespit etmiş. Diğer öğrenciler bir şey yapmadan önce onlara bakıp öyle hareket geçiyorlarmış. Zil çalınca bunlardan birini yanına çağırmış, kantine gidip birlikte çay içmişler. İltifat edip, değer vermiş o öğrenciye. Diğer gün bir başka öğrenciye aynısını yapmış, diğer bir gün bir başkasına... Böylelikle Halil Bey dersi en çok dinlenen ve en çok sevilen bir öğretmen olmuş. Hatta o derse girince öğrenciler ayağa kalkıp selam duruyorlarmış.”

Müdür Bey bunu anlattıktan sonra öğretmenlerin gözlerinin içine bakarak şöyle dedi: “Arkadaşlar, sevginin açamayacağı hiçbir kapı yoktur, öğrencilerimize sevgi ve şefkatle yaklaşalım, onları kazandığımızı göreceksiniz.”

Bilal Bey artık ne yapması gerektiğini biliyordu. Öğrencileriyle teker teker konuşacaktı. İlk olarak sınıfın en haşarısı Erkan’la kantinde çay içtiler. Onunla samimi bir şekilde konuştu. Ertesi gün Orhan’la aynı şeyi yaptı. Öğrencilerini gördüğü her yerde selam verdi. Sonunda öğrenciler kapılarını sevgi anahtarıyla açmaya çalışan Bilal Bey’e kapılarını sonuna kadar açtılar. Artık problemler onun gözünü korkutmuyordu. Çünkü elinde her kapıyı açan, her meseleyi çözen bir anahtar vardı: SEVGİ!

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..