Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Temmuz '09

 
Kategori
Güncel
 

Güler Zere, İsmet Ablak ve demokrasi ve insan hakları ve MB'de tuhaf bir tartışma

Güler Zere, İsmet Ablak ve demokrasi ve insan hakları ve MB'de tuhaf bir tartışma
 

<ı>

<ı>“Merhaba!

<ı>Ben İsmet Ablak…

<ı>Bu mektup elinize geçtiğinde ben sonsuzluk âlemindeki yeni yaşamıma, yeni başlamış olacağım. Doğrusunu isterseniz nerden başlayacağımı bilemiyorum. Çünkü dünyadayken bir doğduğumu bir de cezaevindeyken yaşadıklarımı biliyorum. Tüm hayatım anlamlı mahkûmiyet yıllarındaki sessizlikler içinde geçti. Ses olduğum tüm zamanlarda bile sessizliğe itildim. Sanırım ben varlığın en sessiz <ı>sesiydim.”

Bu satırlar, 18 Temmuzda Erzurum Araştırma Hastanesi’nde hayatını kaybeden kanser hastası hükümlü İsmet Ablak’ın ağzından hapisteki oda arkadaşı Dağıstan Öztürk tarafından kaleme alınmış. Mektubun tamamı bugünkü Taraf gazetesinde yer alıyor. Ablak bir PKK’li… Mahkeme 12 yıl hapis cezasına çarptırmış, sonra nedense ceza üç katına çıkarılıp 36 yıla yükseltilmiş.

Öztürk’ün mektubunu okurken insanın içinin ezilmemesi mümkün değil. Bazıları bu durumda hemen Ablak’ın PKK’li olduğunu hatırlatıp onun bu akıbeti hak ettiğini, hatta hastanede o kadar ihtimam gösterilmesinin bile fazla olduğunu söyleyebilir. Bu “bazıları” öyle azınlık falan da değil, aksine çoğunluktadırlar. Ama ben (ve benim gibi çok sayıda insan da) kanserli bir mahkûma baktığım zaman orada sadece çaresiz bir insan görürüm. Bu insan ister bir PKK’li, ister Ergenekon sanığı, isterse başka herhangi bir suçtan hüküm giymiş biri olsun; hiç fark etmez. Kanser bir insanın başına gelebilecek en kötü şeydir. Hele majör organları etkileyen ve ileri evrelere geçmiş bir kanser türüyse hasta için ölüm bile bir işkence haline gelir. İnsanı bir lokma ekmeğe, bir bardak suya hasret bırakıp öyle öldürür. Sadece hastayı değil onu gören, tanıyan ve bir yüreği olan herkesi biraz öldürür.

Taraf gazetesi uzunca bir süredir İsmet Ablak’ın durumundaki hükümlülerin salıverilmesi için yayınlar yapıyor. Hem haberlerinde hem köşe yazılarında her gün bu konuya değiniliyor. Ahmet Altan, İsmet Ablak hayattayken bir yazısında konuyu gündeme getirmiş ve Cumhurbaşkanının bu tür hasta mahkûmlar için bir an önce af yetkisini kullanmasını talep etmişti. O yazıda kanserden ölen Ergenekon tutuklusu Kuddusi Okkır için de şu satırları yazmıştı:

<ı>“Bu gazetenin en büyük vicdan azabı nedir biliyor musunuz? Ergenekon sanığı Okkır’a yeterince sahip çıkamamış, onun serbest bırakılması için gerekli çabayı gösterememiş olmaktır. Onun o son anlarında hastane yatağındaki küçülmüş bedenine, karanlık iki kuyu gibi bakan gözlerine ‘son bir huzur’ bağışlanması için harekete geçmekte geç kaldık.”

Vicdan, kişiye, tarafa ve duruma özel olarak harekete geçireceğimiz bir duygu değildir. Bir vicdana sahip olanlar onu nasıl kullanacağını da bilmeli.

Kuddusi Okkır ve İsmet Ablak için vicdanları harekete geçirmekte geç kalındı. Ama cezaevlerinde aynı akıbeti bekleyen çok sayıda tutuklu ve mahkûm var. Bunlardan Güler Zere’nin adını çoğumuz duyduk. Ağız kanseriyle mücadele eden Zere de hastanenin mahkûm koğuşunda elverişsiz koşullarda tedavi görmeye çalışıyor. İHD’ye göre cezaevlerinde bu yıl 6 kişi sağlık sorunları nedeniyle hayatını kaybetti. Halen 19 kişi de ağır hasta… Çoğunun artık iyileşmekten ziyade ömrünün son günlerini ailesi ve sevdikleriyle birlikte geçirmekten başka bir beklentisi de yok. Örneğin İsmet Ablak’ın tek istediği son anlarını yaşlılıktan ziyaretine gelemeyen anne-babasının yanında geçirmekmiş.

Koskoca bir ülke buna çözüm bulamıyor. Bunun için bir idari prosedürün tamamlanması gerekiyor. Yani tutukluları salıverme yetkisi olan mahkemeler ve hükümlüleri af yetkisi olan Cumhurbaşkanının bu yetkilerini kullanabilmesi için hastane ve Adli Tıp Kurumu raporu gerekiyor. Mahkemeler ve Cumhurbaşkanı, hastaları kendileri muayene edip karar vermiyor. Sorun da burada düğümleniyor. Adli Tıp Kurumu bir siyasi aktör gibi davranıyor. Mesela Ergenekon tutuklusu İbrahim Şahin’e kalıcı hafıza kaybı raporu verip hapisten kurtarırken özellikle sol siyasi tutuklulara hasmane bir tutum içine giriyor. Mesela 14 saatlik bir yolculukla İstanbul’a getirilen Güler Zere’yi 15 dakikalık muayeneyle “hastalığı cezaevinde tedavi edilebilir” yönünde rapor veriyor. Dilerim Cumhurbaşkanının bu kurum hakkında başlattığı inceleme bir an önce sonuçlanır da bu kuruma ya çekidüzen verilir ya da tümden lağvedilip adalete uygun çalışan bir Adli Tıp sistemi oluşturulur.

Hükümet bir an önce bu soruna el atıp çözmelidir. Özellikle hasta tutuklu ve mahkûmların daha iyi koşullarda tedavi edilmesi, tedavisi mümkün olmayanların son günlerini sevdikleriyle bir arada geçirmeleri için gecikmeden salıverilmeleri için gerekli yasal düzenlemeler ivedilikle yapılmalıdır. Bu sadece Kuddusi Okkır, İsmet Ablak, Güler Zere, Erol Zavar meselesi değil, herkesin başına gelebilecek bir insanlık meselesidir.

Ve MB'de tuhaf bir tartışma

Son olarak Milliyet Blog özelinde, Mor Lale arkadaşımızın bu konuyla ilgili blogundan kaynaklanan çok garip bir tartışmaya değinmek istiyorum. Mor Lale, sözkonusu yazısının sonunda, <ı>“Bu ölümler durdurulmadan demokrasiden söz edenlere duyurulur” diyor. Cümlenin aceleye getirildiği her halinden belli… Hem semantik hem de yaklaşım sorunu var. Sanırım <ı>“bu ölümler durdurulmadan demokrasiden söz etmek anlamsızdır/abestir/ikiyüzlülüktür” demek istiyor. Hadi semantik sorunu birkaç kelime ekleme çıkarmayla çözülür de yaklaşım sorununu nasıl halledeceğiz?

Sorun o cümleyle sınırlı kalsa yine önemli değil de yazıya gelen yorumlarla daha da içinden çıkılmaz bir hal almış. Tartışma, demokrasi ve insan hakları ile Güler Zere arasında bir karşıtlığa vardırılmış. Bir yorumcu işi <ı>“bu ölümler durdurulmadan demokrasiden söz etmek faşizmdir” demeye kadar götürmüş. Sanki Güler Zere’yi Adli Tıp bürokrasisinin demokrasi ve insan hakları nosyonundan zerre kadar nasibini almamış yetkilileri değil de bu ülkede demokrasi ve insan hakları mücadelesi verenler göndermiş tekrar cezaevine... Bu nasıl bir mantıktır, nasıl çarpık bir bakıştır.

Hanımefendiler, beyefendiler;

Demokrasiye ve insan haklarına vurgu yapmak hasta mahkûmların hakları için de mücadele etmek anlamına gelir. İkisi birbiriyle çelişen değil, tam aksine birbirinin "olmazsa olmaz"ı, birbirinin "mütemmim cüz"ü, yani tamamlayıcısıdır. Bugün sorunlu dahi olsa görece bir demokrasi ortamı olmasaydı biz burada Güler Zere’nin adını anamazdık. Ne Milliyet Blog olurdu, ne de bizler burada böyle şeyleri tartışabilirdik. Kimsenin Güler Zere’nin varlığından bile haberi olmazdı. O hapishane koğuşunda doktora bile görünemeden kaybolur giderdi. Bunları çok yaşadık.

Siz 12 Eylülün işkencehanelerinde ayağından tavana asılıp kafasının altında piknik tüpü yakılarak öldürülen Sait Şimşek’i duydunuz mu hiç? Siz bir kafese kapatılıp 12 ay boyunca işkence edilen Garbis Altınoğlu’nu duydunuz mu? Siz makatına kola şişesi sokulanları duydunuz mu hiç? Siz Diyarbakır cezaevinde tutuklulara yapılan işkenceleri duydunuz mu? Mesela bir insanın anüsüne cop sokulup sonra da o copun kendisine yalatıldığını, tutukluların lağım kuyularında boğularak öldürüldüğünü duydunuz mu?

Belki duyanlarınız vardır ama çoğunuz duymamışsınızdır. Çünkü o zamanlar şimdiki göreceli demokrasi de yoktu. Demokrasinin adı bile yoktu. Bunlardan ancak o işkencelere tanık olanlar haberdar olabilirdi. İşkenceciler demokrasi yüzünden değil, demokrasi olmadığı için o kadar pervasız davranabildiler. Bugün bazılarının hasretle beklediği askeri cunta yönetimi vardı. Ve bir ara polisler caddelerde “kahrolsun insan hakları!” diye slogan atarak gösteri yapıyordu. O yorumları görünce nedense o sloganlar geldi aklıma.

.....

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..