Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Kasım '12

     
    Kategori
    Yolculuk
     

    Gülümseyebilenlere

    Gülümseyebilenlere
     

    Fabrikanın kapısından elimde tekerlekli valizimle çıkarken, ‘’nizamiye kapısından’’ çıkar gibi hissettim,  kapıda ki güvenliğe bir el selamı verip, önceden yer ayırttığım otobüse yetişmek için acele ana yola doğru yürümeye devam ettim.  Başımı kaldırıp şefkatle, masmavi gökyüzünde, küme küme kah ayrılmış, kah birleşmiş bulutlarda gezdirdim bakışlarımı. Derin derin doldurdum ciğerlerime; Anadolu’nun orta yerinde rakımı 1200’lerde ki tertemiz havayı.  Fazla çalışmalarıma karşılık izine çıkmıştım. On adım önümde benimle akran bir işçi arkadaşım telaşla koşar adım ana yola doğru yürüyordu. Benden önce yolun kenarında durdu, yerinde duramıyordu. Telaşlı, sinirli, panik halindeydi. Yanına vardım, selam verdim. Tanıştık, biraz konuşmadan sonra dayanamadım, sordum;                 

    - hayrola kötü bir şey yoktur dilerim, dikkat ettim de telaşlısın. Dedim.
    – Sorma.  Bizim oğlana ulaşamıyormuş hanım dört saattir.  Bende arıyorum çalıyor cevap vermiyor. Dedi.

    Oğlu on sekiz yaşındaymış, bir fırında çalışıyormuş. Aslında çok sessiz sakin bir çocukmuş, böyle bir şeyi daha hiç olmamış, o yüzden çok telaşlanmışlar. Aklına kötü şeyler getirmemesini, sakin olmasını, gençtir hoş karşılamalı, gibi teskin edici şeyler söyledim, biraz rahatladı. Bacanağını çağırmış hemen arabasıyla gelip onu alması için, zaten yaşadığı yerde fabrikaya on beş dakika uzaklıktaymış. Sonra ambulans hızıyla geldi bacanağı, önde daha telaşlı, ağlamaklı, sanırım eşiydi bir bayan oturuyordu. Hızla açtı kapıyı, bindi, hızla kapandı kapı, yine ambulans hızıyla uzaklaştılar. Zor dedim içimden, annelik babalık böyle zor bir şey işte dedim. Benim de o yaşta bir evladım var çünkü.

    Otobüsüm geldi, valizimi bagaja koydu muavin, yerime oturdum.  On beş dakika yoldan sonra, telaşlı, kaygılı işçi kardeşimin yaşadığı yerde yolcu almak için durdu otobüs. Evladını arayan babayı görebilir miyim diye bakındım ama yoktu. Yaşlı, kasketli, takım elbiseli, ak sakallı bir amca geldi yanıma, selamlaştık, çantasını yukarı koydu, yerleşti koltuğuna, daha iki dakika geçmedi saatini gösterdi;      

    -Oğlum bak bakalım saat doğru mu? Dedi. 
    – Yok, doğru değil. Dedim.
    – O zaman sana iş düştü. Dedi, çıkardı saatini bana verdi, bir saat ileriydi, ayarladım, verirken; 
    – Aslında zor değil amca, bak şu pimi çekip ayarlayabilirsin. Dedim. 
    - Gözlerim görmüyor yavrum dedi, yaşlılık, e kolay değil seksen iki olduk. Benim torun ayarlardı aslında bu sefer fırsat olmadı. Dedi. 

    Çıkardı cebinden torunun dedesi gibi gülen vesikalık resmini gösterdi.

    – Torun başka dedi, bazen kızıyorum döverim bak seni. Diyorum.
     – Kaçarım ki! Diyor. Dedi.

    Işıl ışıl parıldayan gözleriyle gülümsüyordu torununu anlatırken.  En küçük kızının tek oğluymuş torunu. Kızını çok severmiş, kızının yeri ayrıymış.

    - Eskiler söylerlerdi, ‘’evlat sermaye, torun kâr.’’mış. Dedi.
    İçimden ‘’sermaye ve kâr geçtiği için pek sevemedim ben bu sözü dedim, daha önce de duymuştum bu sözü. Ama amcaya da bir şey demedim.
     
    Hep yolculuklarda, insanların, özellikle de yaşlıların, beni kendilerine yakın bulup rahat rahat dertleşmelerine şaşırmışımdır. Yine böyle olacağı belliydi. Yumuşak yüzlü, sevecen, gözleri parıldayan bir amcaydı yol arkadaşım.

    Önümdeki koltuklarda on iki, on üç yaşlarında bir kız, ortanca yaşlarda babası, yanlarında da yerinde duramayan, konuşkan, heyecanlı, sevimli beş yaşlarında bir kızcağız vardı ki, yolculuk çok renkli geçecekti, belliydi. Önümüzdeki yan koltuklarda, genç iki bayan oturuyorlardı ki, fark etmemek mümkün değil, çünkü görünce şaştım kaldım, cam kenarındaki genç bayan: ( yeni öğretmen olduğunu, arkamda ki tecrübeli bayan öğretmenle konuşurken duyduğum)  çantasından koca bir çitosu çıkardı ve yanında ki süslü hanımla yemeye başladı. Donmuş kalmıştım, herkesin şaşkın bakışları arasında casırtada casırtada üstelik de;  yalaya yalaya yağlanan parmaklarını, yemeye başladılar çitosu.  (amelsiz) genç bayan birden;

    - Yer misin tatlım! Dedi, önümde ki kıpır kıpır kızcağıza.

    Babası hemen hızla cevap verdi 

    - Ona yasak!
    - Baktı da! Dedi bayan amelsiz.

    Bir sessizlik oldu, ben içimden avaz avaz söyleniyordum ortamdaki sinir bozucu sessizliği bozmak için kendimce. Cısır cısır, yalana yalana yediler çitoslarını, nihayet bitmişti, az kalmıştı yoksa bir iki kelam etmeme genç bayan öğretmenlere. Arka koltukta da bir öğretmen oturuyordu ama o farklıydı. Şöyle geçirdim içimden; işte hayat: bir sıcak, bir soğuk, bir iyi, bir kötü, bir doğru, bir yanlış hepsi iç içe, yan yana.

    Arkamdaki bayan öğretmen arkadaşım ( içimden arkadaşım olmuştu o artık) yanında oturan ilkokul bire giden kız çocuğuna on dakika da parmaklarıyla toplama, çıkarmayı öğretmişti sabırla. Ona öğretirken içimden ben cevapları fısıldıyordum sessizce kız çocuğuna, çünkü bende hemen onlarlaydım o anlarda. Hayatın en güzel anlarından biriydi, bir öğretmenin öğretirken ki; özelliği ve mükemmelliği ve bir çocuğun öğrenirken ki; mutluluğu ve sabırsızlığı.

    Koridor tarafında ki süslü genç (amelsiz) öğretmen, yağlanan parmaklarını, ellerini silmek için çantasından ıslak mendil çıkardı, tam silecekken yere düşürdü mendili. Demez mi bir de, burnunun dibinde çitos yedikleri için onlara şaşkın gözlerle bakan sevimli küçük kıza;
       -Mendilimi verir misin? Diye. 

    Oralı bile olmadı sevimli küçük kız, duymazdan geldi. Ikına sıkına oturduğu yerden iki büklüm eğildi aldı yerden mendili, sarışın süslü hanfendi.  Oohhh! Dedim içimden, aldın mı cevabını!
    Sevgiye sevgiydi, sevgisizliğe dersti bu dünya çünkü.
     
    Yarım saat kadar yolculuktan sonra mola yerine geldi otobüs. Amcam inmek istemedi, ben inip, bir iki lokma bir şeyler yedim, odun ateşinin yanında demlenen çaydan içtim sonra bindim yine otobüse, amcam benim yerime cam kenarına oturmuştu, belli ki ben otururken onu tekrar rahatsız etmeyeyim diye oraya geçmişti, ben gelince;

    - Yavrum kalkayım istersen. Dedi.

    – Yok amca ben takmam öyle şeylere lütfen rahatsız olma. Dedim.

    Sonra başladı anlatmaya, memleketinden ayrılıp Başkente yerleşeli tam elli yıl geçmiş, matbaacıymış. Hacı annenin (hanımının) göğüs kanseri olduğunu, göğsünün birini aldıklarını, büyük oğlunun mide kanseri olup, midesini aldıklarını anlattı üzgün üzgün. Ama en üzgün şeyi sona saklamıştı.

    – Hayatta en büyük zenginlik; sağlık di mi amca? Dedim.
    – Hem de nasıl yavrum. Dedi. – Hem de nasıl?
     -Küçük oğlumun da gözleri görmüyor yavrum. Deyince ne diyeceğimi şaşırdım. Bir müddet sustuk. Sanki araba gitmiyor, dünya dönmüyor, zaman duruyor gibiydi o suskunluk. Sonra bilerek konuşmak, konuşturmak için;
    – Amca dedim. Merakımı bağışlarsan bir şey sorucam.

    Cevabını beklemeden hemen ardından devam ettim; 

    -  nasıl anladınız dedim, ne zaman fark ettiniz?

     - Oğlan yedi aylık falandı o zamanlar, bir öğlen yemekten sonra hanım beni uğurlarken kapı da, bey sana bir şey dicem, biraz dur. Dedi. Bu oğlan dedi, beşikte ki; görmüyor dedi. Sana şimdi elimin tersinle bir çakarsam duvara yapışırsın, olurmuş mu öyle şey? Dedim, hışımla çıktım evden. Arkamdan sen duvara da yapıştırsan, bu böyle bey. Dediğini duydum. Bir saat sonra içime bir ateş düştü ki, sanki ölücem, işten nasıl çıktığımı bilemedim, eve geldim, hatta evde uzaktan gelen misafirler vardı, onlara siz oturun, ben bir saate kalmaz gelirim dedim, çocuğu sardığım gibi çıktım dışarı. Hemen tanıdık doktora koştum, sonrasında da ne Almanya’sı, ne Rusya’sı kaldı götürmediğim, hepsi de ilk gittiğim doktorun dediğini söylediler. Gözlerine giden damarları kurumuş, görmesi için hiç ihtimal yokmuş. Ama yine de çok şükür öyle de olsa çocuğum şimdi 47 yaşına geldi, devlet dairesinden de (santralden) emekli oldu, iyi kötü sokağa çıkabiliyor, yolunu buluyor, hayatını devam ettiriyor. Dedi.

    - Buna şükür. Zor amca dedim. İnsanın evladının eline bir diken batınca, o diken anne babanın yüreğine batıyor. Yine de üzülmeyin ve sakın üzüldüğünüzü ona belli etmeyin amca, çünkü onlar bizden daha iyi seviyorlar hayatı. Dedim.

    - Zor yavrum, bazen gözümü kapatıp bir on dakika yolda yürüyebilir miyim diye deniyorum, iki dakika yapamıyorum. İki kere evlendirdim olmadı. Şimdi okula da gidiyor bugün dersi de vardı, hiç üzmedi beni oğlum hiç kahır etmedi ama bir gün yaylaya çıkardım, en tepeye vardık, arabadan indi, birkaç adım attı,  havayı içine uzun uzun çekti, çekti, çekti; ‘’ya resulullah ne olurdu bir on dakika bana gözlerimi geri verseydin de şu güzelliği görseydim, sonra gene kapasaydın…’’

    Gözleri doldu amcamın, birkaç damla yaş süzüldü aksakalına. Sonra devam etti.

    – Hiç bir şey diyemedim, yumruklarımı, dudaklarımı kanatırcasına sıktım, yanında ağlamamak için şurada ilerde mantar vardı ben bir bakayım da geleyim sen otur burada dedim ve hızla uzaklaştım yanından, ağaçlara vura vura kendimi, yarabbim benden al, oğluma ver gözlerimi diye diye ağladım.  Sonra gittim yanına bir şey olmamış gibi. Oda ağlamış belli.  Mantar kalmamış yavrum dedim…
     
    Yolculuk boyunca gözleri görmeyen, ama kalbiyle çok güzel gören oğlunu anlattı bana yol arkadaşım. Resmini de gördüm kimliğinde, benden üç yaş büyük Mustafa’ydı adı.
    Görmüyordu belki güldüğünü ama yinede gülümsüyordu işte kafa kâğıdında ki resminde.

    Selam olsun her şeye rağmen yine de gülümseyebilenlere…

     
    Toplam blog
    : 1
    : 88
    Kayıt tarihi
    : 25.03.09
     
     

    BEN ADNAN:   Bilecik Bozüyük’ün bir evladıyım. Altı oğlan en küçük kız, yedi kardeşin beş..