Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ağustos '10

 
Kategori
Öykü
 

Gülün sonu

Gülün sonu
 

Ne zaman bir gül görsem, geçmişteki o güzel ânı hatırlarım. Mutluluk, aşk, sevgi ve hayat anlayışımın değiştiği, genç kızlık günlerimin unutulmaz hatırasını… Bir yaşamdan başka bir yaşama, madde dünyasından sezgi dünyasına, sonluluktan sonsuzluğa geçtiğim, hazzı doyasıya tattığım o kutsal anıyı ilk günkü tazeliğiyle saklayabildiğim için kendimi kutlamalıyım.

On sekiz, on dokuz yaşlarındayken oldukça delişmen, hareketli, muzip bir kızdım. Her şeye karşı dayanılmaz bir alay etme isteği duyardım içimde. Kendimi beğenir, başkalarını eleştirir; yaşamı parmağımın ucunda döndürebilirim sanırdım. Bu aşırı kendine güven hissiyle gönül maceralarında da oldukça hercai mizaçlı birisi oluvermiştim. Benimle ilgilenen genç-yaşlı erkekler vardı etrafımda. İstediğime yüz verir, istemediğimi reddederdim. Arkadaşlık kurduğum gençlerin duygularıyla, hayalleriyle oynamaktan, onları önce umutlandırıp sonra da en kısa zamanda terk etmekten hoşlanırdım. Peşimden yalvaranlar; ağlayanlar olurdu da dönüp arkama bakmazdım.

Ben, kaybetmek nedir bilmezdim; ben terk edilen değil daima terk edendim, ben unutulan değil unutandım. Benimle ilgilenmeyecek, bana bakmayacak bir erkek tasavvur edemiyordum. Benim elde etmek için gayret sarf ettiğim bir erkek hiç yoktu. Tabii o hariç…

O’nunla ilişki kuruşum bile zalimlikle, acımasızlıkla doludur. O, en çok sevdiğim bir arkadaşımın sevgilisiydi. Ben onun, o da benim bu güne kadar dikkatimizi çekmemişti hiç.

Arkadaşım bir gün, ne kadar mutlu olduğundan, nasıl sevip sevildiğinden bahsederken içime aniden bir kıskançlık düştü. Saf saf konuşan, gözleri sevgilisinin hayalinden başka bir şey görmeyen arkadaşımın yüzüne haince bakarak “O’nu da koleksiyonuma dahil edeceğim, o da bir gün bir paçavradan başka bir şey olmadığını anlayacak.” diyordum içimden. Coşkulu anlatışına tahammül etmek, onun çocukça bulduğum aşk hikayelerini dinlemek bana oldukça zor geliyordu. Ellerimi tutmuş:

-Ah bir görsen, bir bilsen… diyen arkadaşıma:

-Yeter, saçmalıyorsun artık! dedim ve onun şaşkın bakışları arasında oradan uzaklaştım.

Ertesi gün, onları bir pastanede birlikte gördüm. Benim etrafımda gene birkaç kişi vardı. Oturduğum yerden O’nu iyice inceledim. Orta boylu, kumral saçlı, mavi gözlü, oldukça pürüzsüz bir cilde sahip, vasat giyimli bir gençti. En çekici tarafı sesiydi. Monotonluktan uzak, güven verici, yumuşak, kulağa hoş gelen bir sesi ve güzel bir telaffuzu vardı. Yerimden kalktım, hemen bitişiğimizdeki masadaydılar, yanlarına gittim. Tanıştık. Yaklaşık iki saat masalarında oturduğum halde ancak üç-dört kere baktı bana. Anlaşılan arkadaşım gibi onun da gözü hiç bir şeyi görmüyordu. İlişkinin yakınlaşmadan doğduğunu bildiğim için onu sık sık görmeye karar verdim ve öyle de yaptım. Çeşitli bahaneler yaratarak onunla beraber oldum; kısacası onu da elde ettim.

O’nu da elde ettim, derken galiba biraz abartıyorum; çünkü ben onu değil, o beni avuçlarının içine aldı. O’nun her şeyini mükemmel olarak görmeye başladığım gün ise artık ben eski ben değildim. O sihir, o büyü, o rüya nasıl da sarmıştı tüm benliğimi… Sersem bir kuş misali, aşkın öksesine yakalanıvermiştim işte!...

“O mabedin kapısını açacak anahtarı bulduk artık biz. Kutsal tapınağın bekçisi benim, ben senin yolunda sana ulaşmak için çabalamaktan başka hiçbir özelliği olmayan bir zavallıyım. Ruhumu azaplara da sürüklese, benliğimi ateşlerde de yaksa şu günahkâra o sevgi şarabından bir kadeh ver ne olur!” diyen inleyişlerinin samimiyetine, göz pınarlarından elime düşen yaşların sıcaklığına nasıl dayanmıştım? Niçin mutluluktan o an ölmüyordum, niçin yaşamımın en şahane anında yok olup gitmiyordum, niçin o aşkın ateşi bedenimi buharlaştırıp uçurmuyordu ve niçin o anlar ebediyete kadar devam edip gitmiyordu?

“Seni sonsuzluğa dek seveceğim. Bizim aşkımız, sevgimiz zamanla ve mekanla sınırlı değil. Biz birbirimizi milyarlarca sene önce seviyorduk, milyarlarca sene sonra gene seveceğiz.” diyordu; ama gerçek dünyada her varlık sürekli bir değişim içersindeydi. İşte bahar mevsimi, ağaçlar rengarenk çiçeklere bürünmüş, çimenler şarkılarını söylemeye başlamış, kuşlarsa pür neşe… Ya sonra?... Sıcak yaz, alabildiğince bir hareketlilik -sanki doğanın acelesi var gibi-, ayçiçekleri siyah, ekinler sarı başlarını bükmüşler, ağaçlarda olgun meyveler… Yani toprak ana aldığını vermeye başlamış. Sonra sonbahar, sonra da kış… Kısır döngü sürmüş milyarlarca sene ve sürecek milyar kere milyar sene…

Neyi kurtarabilmiş insanoğlu zamanın elinden? Hangi aşk, hangi sevgi kalmış geçmişten günümüze? Kimin aşkı, kimin sevgisi bizimkinden azdı? İnsanların büyük bir çoğunluğu sevmiş ve sevilmişti; hepsi o kadar… Herkes birbirine ölünceye kadar seveceğine dair binlerce yemin ettiği halde bu yeminlerin kaçı tutulabilmişti?

O uğursuz “son” bir gün mutlaka gelecekti ve belki de ben, o zaman şimdiki kadar güçlü ve dayanıklı olmayacaktım. Bu düşünceler aklıma geldikçe huzurum büsbütün kaçıyor, tüm çabalarıma rağmen kendimi rahatlatıcı bir çözüm yolu bulamıyordum.

O’nun neyi istediğini, neyi sevdiğini, varlıklara nasıl baktığını çok iyi biliyordum. ”Güzel”e ve güzelliklere düşkündü. Estetik değeri bulunan her şeye hayrandı; ama çirkinliklere, kabalıklara, kötülüklere tahammülü yoktu. Bu konuda eksikti; yaşamı olduğu gibi değil düşlerinde yarattığı gibi kabulleniyordu. Çirkin bir yüz, çamurlu bir sokak, yaralı bir parmak, kirli bir elbise ona tiksinti veriyor; yüzünü buruşturmasına yol açıyordu.

Peki, ben… Ya ben, ömrümün sonuna kadar ona güzel görünecek miyim? Bu günkü halim, daha kaç sene devam edebilir? Zaman yüzümde derin çizgiler, vücudumda buruşukluklar yaratmayacak mıydı? Evlendiğimizde sabahleyin yataktan en güzel giysilerini giymiş, saçlarını düzeltmiş, parfümünü sürmüş olarak mı, yoksa gözleri şişmiş, saçı başı dağılmış olarak mı kalkacaktım? Hamile kaldığımda, gün geçtikçe büyüyen karnımla dokuz ay boyunca bana bakmaya tahammül edecek ve beni şimdikinden daha çok sevdiğini samimi olarak söyleyecek miydi?

Münakaşalarımız, kavgalarımız olmayacak; birbirimizin şahsına karşı hakaretler savurmayacak mıydık? Yaşamın yükü, geçim derdi, güncel sorunlar onun düşüncelerini değiştirmeyecek, belini iki büklüm yapmayacak mıydı? İşlerine, yorgunluğuna rağmen bütün zamanını benim için ayıracak; beni memnun ve mutlu kılmak için mi uğraşacaktı? Ve biz, ”her şeye rağmen” mutluyuz, birbirimizi seviyoruz diyebilecek ve bu yalanlarla ne kadar kendimizi kandırabilecektik?

Kötümser, bedbin, olumsuz düşüncelerdi bunlar, biliyorum; ama gerçeğe de çok yakındılar. Ortaya çıkacak olumsuzluklardan dolayı ikimizin de karşımızdakini vefasızlıkla suçlamaya hakkı olmayacaktı. Zaman denilen canavarın yeyip tükettiklerinin sorumlusunu aramak da aslında aptallık değil miydi? ”Son”dan, yaprak dökümünden sevgimizi, gelecekte kurtarabilme şansımız yoktu; o şans belki bu gün ama başka bir şekilde vardı.

**

Kararımı vermek çok zor oldu, acısı şimdi bile yüreğimi dağlıyor; ancak kazanılacakların yanında bu ıstırap çekilmeye değerdi. Temiz bir aşkın hatırası, sonsuz bir sevginin öyküsü kalacaktı elimizde, bu yetmez miydi?

Olaylar her yönden bana yardımcı oldu. O sıralarda babamın bulunduğumuz şehirden başka bir yere tayini çıkmıştı. Evdeki telâş oldukça fazlaydı. Eşyalar toplanıyor, kolilere yerleştiriliyor, ambalajları yapılıyor ve bir köşeye diziliyordu. Bu meşguliyet günlerin geçmesini de çabuklaştırdı. Bu arada evimize kiracı da bulduk.

O’nun olup bitenlerden hiç haberi olmadı. Son gecemize kadar bir şey sezinlediğini sanmıyorum. O gece ise her şeyi bilmesine, anlamasına rağmen öylesine güçlü göründü ki gözümde… Nerdeyse fikrimi değiştirip onunla kalmaya karar verecektim. Ezilmeden, başını önüne eğmeden yürüyordu, i şte arkasına bakmadan gidebiliyordu; evet o belki bir meydan savaşı kazanmamıştı, belki de ölümlerden dönmemişti; ama O, yine de benim için büyük bir kahramandı. Çünkü ölümlerin sözü olamazdı ayrılıkların yanında…

**

O gece son defa bahçedeki erik ağacının altında buluşacaktık. Yarın yola çıkılacağı için herkes erkenden yatıp uyumuştu. Odamda düşünüyordum: ”Bu gece muhteşem olmalı ve ben ölünceye kadar bu geceyi unutmayayım. O’na yüreğimi, ruhumu, duygularımı verdim; neden vücudumu da vermeyeyim? O’nun bunu herkesten çok hak ettiğine inanıyorum. Her şeyim O’nundur.” diyordum.

Önce banyoya sıcak suyun içine girdim, küvete bol miktarda parfüm döktüm. Banyodan çıkıp makineyle saçlarımı kuruturken bir yandan da aynada çıplak vücuduma bakıyordum. Bacaklarım muntazam, belim incecikti. Kalçalarım tahrik edici, göğüslerim ufaktı. Sırtım, omuzlarım çekici, gözlerim yeşildi. İnce dudaklı ve hafif kalkık burunluydum. Aynada kendime güldüm, bu incelemeden hoşlandığım için… Kendimi bir Kleopatra’dan, bir Katerina’dan çok üstün görüyordum ve en az onlar kadar baştan çıkarıcı buluyordum. Üstelik benim farklı bir yanım da vardı bu gün: Herkesi değil, sadece O’nu etkilemek, ona güzel görünmek ve onun olmak istiyordum.

Saçlarımı iyice dağıttım. Üzerimde sadece mavi bir elbise vardı. Südyensiz göğüslerim diri ve istek vericiydi. Ayaklarıma bile bir şey giymeden indim bahçeye. Utanmasam bu elbiseyi de giymezdim. Sanki doğal halde O’nu daha çok memnun, kendimi de daha fazla mutlu kılacaktım.

Ağacın altındaki çimenlerin üzerine oturmuş, bekliyordu. Ay ışığı altında esrarengiz bir görünüşü vardı. Belki de bana öyle geliyordu. Dalgındı. Yanına gelince ancak beni fark edebildi. Ayağa kalktı, ellerimi tuttu. Bu arada bir şey düşürdüğünü gördüm, eğilip aldı. Bu bana getirdiği bir tek güldü.

Elleri tatlı sert, bakışları karanlığa rağmen delici ve ışıklıydı. Yere oturunca bir şeyler konuştuk ama galiba sıradan şeylerdi ki şu an ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Bir kedi gibi göğsüne sürtünmeye başladım, anladı ve saçlarımı okşadı. Başımı hafifçe kaldırdı ve dudaklarını dudaklarımla birleştirdi. Dudaklarımı kurtardığımda ikimiz de nefes nefese kalmıştık. Elbisemi çıkarıp yan tarafa koydum. Gözlerine baktığımda en ufak bir şaşkınlık ifadesine rastlamadım. Yeşil çimenlerin üzerine çırılçıplak uzandım, çimenlerdeki hafif ıslaklığı vücudum hissediyordu. O gece, benim zifaf gecemde yeşil çimenlerden yatağım beni cömertçe sardı, örttü, hatta biraz gizledi de…

**

Bir bulut ayı kapatıyor, sonra açıyor; ama bu uzun sürmüyor bir diğeri bu sefer kapatıyordu, ateş böcekleri ışıklarını yakıp söndürüyor, deredeki kurbağaların çığırtkan sesleri ta buraya kadar ulaşıyordu. Gece birden yarıldı; hatta belki de güneş doğdu ve battı. Sızım sızım, dalga dalga, kucak kucak, sıcak sıcak bir şeyler hissettim içimde. Hissettiklerim geldi gitti, geldi gitti; ne zamana kadar bilemiyorum. Zelzeleler oldu, fırtınalar koptu, gök yarıldı, yıldırımlar düştü, seller geldi, köprüler çöktü, dolu yağdı, yangınlar kasıp kavurdu her yanı… Papatyalar ağlıyor, menekşeler gülüyor, kırmızı güller öpüşüyordu. Bir kuzu meledi kulağımın hemen yanında, bir kısrak dolanıyordu ilerdeki tepenin yamacında…

Tan yeri ağarıyordu, isteksiz… Boynuna ellerimi doladım, sabahın ilk taze havasını ciğerlerime çektim, O’nun teninin kokusu otların ve çiçeklerin kokusuyla karıştı. Sonra, yerdeki gülü gördüm, elime aldım. O:

-En kısa zamanda evlenelim, seni mutlu etmek istiyorum. Daima yanımda, her anını her dakikanı bana vermeni arzu ediyorum, diyordu. O’na:

-Her şey çok güzeldi, güzel olarak da kalmalı. Seni anlamadığımı düşünme sakın. Daha fazlasını istemek de hakkın. Yalnız daha fazlası için çabalarken eldekini de kaybetme ihtimali vardır.

-Biz dilersek, daima kaybımız değil kazancımız olacaktır. Şu an ne hissediyorsak sonsuza değin aynı şeyleri hissedip yaşayacağız.

-Güzellikleri kalıcı yapmak mümkün, ancak gerçek yaşamda değil; düşte, duyguda, ruhta…

-Seni anlayamadığım için beni bağışla!

-Güzeli ve güzelliği seversin değil mi? Tereddüt etmeden cevap ver soruma!

-Evet.

-Şu elimdeki gül, hâlâ güzel görünüyor mu sana?

-Evet.

-Peki, şimdiki hali, şu avuçlarımın içindeki parçalanmış hali de güzel mi? Samimi olarak cevap ver ama…

-Hayır.

-Öyleyse geçici değil, kalıcı güzelliklerin peşinde koşmalıyız. Bu sevgiden, aşktan, kısacası yaşadıklarımızdan başka fazlasını istemiyorum ben! Bunlar benim için ömrümün sonuna kadar yeterlidir. Biz’e saygılı olmak, bizim vefa borcumuzdur. Gölge ve kir düşmemiş olan beraberliğimiz, anılarımızdaki aşkımızı yaşatacaktır. Beni anlıyorsan şu yatağımız olan çimenlerin üzerine uzanıp o güzel anı tekrar tekrar düşleyip yaşarken, sen…

-Cümlenin sonunu getirme, anladım… Sen uzan oraya, ben gözlerini ellerimle kapatayım. Daha sonra da hiç yaşamına girmemiş gibi kaybolacağım…

Giderek uzaklaşan ayak sesleri düşlerimi bölüyordu; sonra, artık onlar da duyulmaz olmuştu.

**

Ben o şehirden ayrıldıktan sonra sözünde durmadığını, benim nereye gittiğimi öğrenmek için günlerce araştırdığını öğrendim. Çocuklarımın babası öldükten sonra yaşamımın en önemli bir parçası olan bu baba evine yine döndüm. Daha doğrusu maddi sıkıntılar nedeniyle dönmek zorunda kaldım.

Şimdi bu evin balkonundan o erik ağacına bakıyorum, ama artık orada ağacımız, çimenlerden yatağımız yok. Çünkü onların yerinde sefer tası gibi bir apartman yükselmiş….

Bir de son günlerde yaşlı bir adamın yoldan geçerken o apartmana doğru dikkatlice baktığını fark ettim. Her gün aynı saatte geçen, aksi birisine benzeyen bu ihtiyar sanki oradaki anılardan haberliymiş gibi bakıyor… Yoksa diyorum, evet yoksa…

Hayır, hiç öyle şey olur mu canım?... <ı>O, o; BEN de , ben değilim….

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..