Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Eylül '10

 
Kategori
Öykü
 

Gün doğanda Ay Bala'm! ( 3 )

Gün doğanda Ay Bala'm! ( 3 )
 

Bu duruşu, ancak; "O", öğretebilirdi!.. / ve güzel sebep:"kaf" ve "şın"...


Doğan’ın evden gitmesinin üzerinden üç kocaman ay geçmişti; sanki, kış mevsimi gibi… Ferhad Bey kalktı, abdestini aldı. Hanımı’nın ölümünden beri yatağa girerken ve yataktan kalkınca hiç aksatmadan yerine getirdiği ilk görevi abdest almaktı zaten, Bey’in… Aklı, aylardır arka bahçedeki gençlik fidanlığındaydı. Abdestini aldığı gibi bahçeye baktı. Bomboş fidanlığa bakarken, bir yandan da düşünüyordu. Yoksa, hata mı yapmıştı, Doğan’ı göndermekle? Fakat, ne hisleri ne de rüyaları yanlış yaptığını söylemiyordu ona… “İyi ya! O zaman neden, neden şu çiçekler hâlâ açmıyordu ki?” Vakit, kemâle ermiş olmalıydı… 

Doğan’ı göndermişti; göndermişti delikanlıyı Akıncı Birliği’ne yaman bir akıncı olsun diye… Doğan günün gerçeği gibi emindi; yiğit ve salih bir akıncı olacaktı Doğan! Üstelik, Birlik’te Doğan’a özel ve emin bir görev vereceklerdi. Doğan’ın kendi elleriyle yetiştirdiği, özel haber güvercinleri çok iş görecekti, şu Serhad Boylarında… 

Bütün bunları çok çok iyi biliyordu Ferhad Bey… Yine de her sabah, burkulan yüreğiyle; “Oğlum Doğan!” derdi içinden: “Hayatta, tek istediğim şey, bu!.. Ama bunu, senin herkesten evvel ve her şeyden çok istemen lazım… Sen istemezsen, zorla olmaz ki?” Ve devam ederdi yürekli Bey: “Ben, bahçeye bakacağım yürekten. Dualarım sizinle… Elime verilen bu… Elimden, gayrısı gelmez ki?..” 

İşte o gün, gün boyunca Şîve Naz’a da Ferhad Bey’e de çok, çok sıkıntılı geçti. O kadar sıkıntılı bir gün olmasına karşılık “bu canların sıkıntısına” Zülâl Kalfa hiç şaşırmamış, hiç hayret etmemişti. Bugün, “hayretlik” bir gündü… 

Bu hayret gününün tüm anlarını, bütün sıkıntısına rağmen, cumbalı penceresinin önünde geçirdi Şîve Naz… Bir ara uyukladı; uykusunda annesini gördü. Rüyasında, annesinin elinde bir şey vardı; tam olarak ne olduğu seçilmiyordu kadının elindeki… Bir taraftan dolu elini ufuğa doğru uzatıyor, bir taraftan da “Ay Bala, Ay Bala! Semaya bak, semaya bak!” diye derinden inliyordu annesi… Rüyadan uyandı Ay Bala; yüreği patlayacaktı sanki!.. 

O sıkıntılı günün sonunda, geceden sabaha uzanırlarken, inanılmaz bir şey oldu. Cumbalı pencereye sabahın ilk ışıklarıyla bir güvercin konmuştu. Gözlerini ovuşturdu Nazlı kız, “Hâlâ rüyada mıyım?” diye… Hayır! Penceresinin kenarında bir güvercin ona bakıyordu… Birkaç zaman bakıştılar… Biraz daha dikkatle baktı kız; tanıdı… Tanıdı işte, güvercini… Kuşun o küçük başında, ince bir taç halinde mor tüyler vardı. Daha da önemlisi; kuş pencereye konar konmaz, bir adımını özenle öne attı ve başını hafifçe sola eğdi… Bu, bu Doğan’dan gelen bir güvercindi… Güvercine bu duruşu, ancak Doğan öğretebilirdi. Biliyordu kız!.. Beraber defalarca denemişlerdi; kuşa bu selamı öğretmek için… Ve bir gün Doğan, sabırlı yüreğiyle, bu duruşu kuşa öğretmeyi başarmıştı… 

Güvercinin ayağına bağlı kağıt parçasını fark etmekte gecikmedi Ay Bala!.. Kağıda elini uzattığı sıra; dönüp bahçeye baktı bir soluk… Doğan’la ektikleri tohumların bulunduğu fidanlığın yarısı - ama, sadece yarısı- sarı sarı gonca güllerle kaplanmıştı… Gördüklerine inanamadı Ay Bala: 

“Aman Allah’ım! Bu bir düş olmalı. Hem biz bu bahçeye lale soğanı ekmemiş miydik? Babam bizi kandırmış…” diye mırıldandı yüreği titreyerek… devam etti sevinçle… “Üstelik daha dün sabah, bir karış yeşillik bile yoktu fidanlıkta?.. Şimdi, bahçemizin yarısı, sarı sarı gonca güller!..” 

Bahçeden, yeniden, kuşun ayağına mor ibrişimle bağlanmış kağıda döndü Şîve Naz. Kalbi küt küt atıyordu o anda… Kağıdı titreyen ellerine aldı ve açtı. Emindi artık! Bu yazı, bu sülûs yazı Doğan’ındı. Yalnızca Doğan, “elif” ve “tı”ları bu şekilde yazardı; "hemze"leri de… Doğan’ın yazısı bile o kadar mükemmeldi ki; kimselere benzemiyordu, o yazı… Satırları okumaya başladı. Yazıyı okurken kalbi duracak gibiydi, kızın. 

Her satırı okuduğunda yüzünün pembe pembe açtığını yüreğinin aynasından görüyordu kız… Ama henüz görmediği, bilmediği şey vardı: O, pembe pembe açtıkça bahçedeki sarı sarı gonca güller de pembeleşiyordu. Yalnızca, bahçedekiler mi? O nazenin ellerin, gergef gergef her kumaşa işlediği tüm küçük sarı goncalarla; lalerin içine büyük bir özenle gizlediği sarı gonca güller, pembeye dönmüştü… 

Selamlık’ın penceresinden, seherin ilk ışıklarıyla fidanlığa bakan Ay Bala’nın babası, kalbinin şiddetinden yatağına çöktü birden… O, geceler boyu gördüğü düşü, artık gözü açıkken, gün ışığında bile ayan beyan görmeye başlamıştı zâhir… 

Oturduğu yerden bağırıyordu Ferhad (bağırdığının hiç de farkında olmadan...): 

“Elinden aldığımı, ellerine verdim ben!.. Gök şahit!...” 

Kan ter içinde senelerdir gördüğü aynı rüyayla uyanan Bey, her Allah’ın sabahı işte bu sözleri sayıklıyordu. Bu sabah da aynı sözler döküldü dilinden… Ama bu sabah farklıydı; bu sabah, sözleri sayıklamıyor, bahçeden gözlerini ayırmadan avaz avaz bağırarak aynı sözleri tekrarlıyordu. Yer gök bu sözlerle çınlıyordu, sanırdınız… 

“Elinden aldığımı ellerine verdim ben! Gök şahit!..” 

“Elinden aldığımı ellerine verdim ben! Gök şahit!..” 

Ve işte, yıllardan beri bu sabah ilk kez; Bey’in rüyasında Ay Sema’sı ona yürekten gülümsemişti. O yalnızca yüreklerin duyduğu büyük çığlığa; ayakları ve elleri sular içinde olan Zülâl Kalfa koşarak geldi. Kendi ıslanmışlığına aldırmadan, Bey’ini o halde görünce, öyle bir hakîkatle gülümsedi ki; Bey, aynı gülüşü düşünde de görmüştü… Ama Zülâl, sırılsıklam gerçekti… 

Bey, o gülüşten sonra kendine geldi. Ayağa kalktı. Pencereden dışarı, bütün gücüyle baktı: Fidanlığın yarısı “pembe pembe gonca güllerle“ doluydu.”Şükür Yâ Rabbim! Bugüne şükür…” dedi. İçi içine sığmaz olmuştu; odanın kapısında duran Zülâl’i pencereye çağırdı. Zülâl bir gayretle geldi. Selamlık’ın penceresinden, bahçedeki pembe güllere baktı. O güne hayret ki; Kalfa’nın hayreti hiç yoktu. Hatta, Zülâl’in gözlerine her güne yetecek bollukta, kuvvetli bir gayret gelmişti. 

Selamlıktakiler, ufukla birleşen pembeliğe hayret ve gayretle karışık bakadursun; Ay Bala, Doğan’dan gelen şu dörtlüğü okuyordu: ( Dörtlük okunurken, güvercin büyük bir edeple, durduğu yerden nazı ve sazı dinliyordu…) 

“Perîşân-hâlin oldum sormadın hâl-i perîşânım 

Gamından derde düştüm kılmadın tedbîr-i dermânım 

Ne dersin rüzgârım böyle mi geçsin güzel hânım 

Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım” 

Hemen, hiç vakit geçirmeden, nazlı nazlı süzülen sülûs yazısıyla cevabını yazdı Naz Kız… Onun yazısında “kaf" ve “şın” diğerlerinden ayrı bir seçilirdi. Elbette, “sükûn”ları da… Güvercin, huşû ile cevabı bekliyordu; Naz kızın el verdiği an, mor taçlı kuş hiç yorulmamacasına ufka uçacaktı… 

Cevap bir su gibi yazıldı: 

“Esîr-i dâm-ı aşkın olalı senden vefâ görmen 

Seni her kande görsen ehl-i derde âşinâ görmen 

Vefâ vü âşnâlık resmini senden revâ görmen 

Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım” 

Pembe goncalar bir süre, her bir yanda kendi kendilerine nazla salındılar. Derler ki, sınır boyundaki o hülyâlı ve yiğit mendilde bile… Hatta, yavaştan yavaştan ve büyük sessizlikle goncadan güle durmaya başladılar. Ama ne kadar gayret edilse de, bahçenin diğer yarısı hâlâ boştu. Günler günleri, geceler geceleri kovaladı; pembeliğiyle kalan Şîve Naz, neredeyse Doğan’dan umudunu hepten kesecekti… 

Bir zaman sonra, cüssesi küçük yüreği kocaman o can güvercin, pencereyi yeniden tıklattı. Hatta Bala’ya öyle geldi ki; yalnızca kızın duyabildiği sesle “Naz Kız” diye de seslendi… 

Doğan, bu sesli ve içli namesinde diyordu ki: 

“Değer her dem vefâsız çarh yayından bana bin ok 

Kime şerh eyleyem kim mihnet ü endûh ü derdim çok 

Sana kaldı mürüvvet senden özge hîç kimsem yok 

Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım” 

Güvercin; sessizliğin içine gizlediği sesiyle pencereyi tıklatıp da; Şîve Naz Doğan’ından gelen nameyi okurken fidanlıktaki güller “nâr” rengine döndü. Ufukla birleşen o ikinci namenin pencereye ulaştığı gün; fidanlığın diğer yarısında, yalnızca, elif misâli yeşil dallar görüldü… 

Ferhad Bey artık; ufuktaki günleri ve fidanlığı seyrettiği pencereden “Allah’ın birliğine hamdediyor; O’nun göstereceği güne sabrediyordu.”Ufuğun bu kızıllığı, mutlak güne işaretti” çünkü; biliyordu!.. Zülâl Kalfa sabrı öğreneli ise, çook çok zaman olmuştu. Ferhad Bey’in yıllardır süren rüyası, Ferhad Bey’e bir tatlı huzur veriyordu; bu ufuğu gördükten gayrı…* 

Kaç seher geçti? Bilinmez… Güvercin, başını uzattı pencereden. Başındaki mor taç, ışıl ışıl parlıyordu. Durdu yine, pencerenin aynı yerinde; güzel sebebin kuşu… “Neyi bildiğini bilmese de, güzel sebep olduğunu biliyordu ya; şuncağız Güvercin!” Görevi ulvîydi… İşte, duruşunda bu bilgi, bu asalet vardı, kuşun… 

Şîve Naz, ufuk çizgisinden gelen nameyi okudu; hiç ama hiç nazlanmadan: 

“Gözümden dem-be-dem bağrım ezüp yaşım gibi gitme 

Seni terketmezem çün ben beni sen dahi terk etme 

İgen çok zâlim olma ben gibi mazlûmu incitme 

Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım” 

Gün; bugün çok çabuk ağarmıştı. Belli ki tatlı bir telaşı vardı; günün, bugün… Ne zaman güneş çıkmıştı da; gök, masmavi kesilmişti? Kimseler anlamadı… Yeşil eliflerin üzerine, hangi demde mor laleler tahtını kurmuştu?.. 

Bu gece, gözünü hiç kırpmamıştı Şîve Naz… Dışarıdaki bu olağan üstü güzelliğe rağmen; Ay parçası kız kendi rüyasındaki gününü görememişti henüz… Ya da gün, gün be gün karşısındaydı… Bu incecik çizgiyi ayırmak güçtü… Uyanıkken gördüğü rüyada, karşısında annesi duruyordu; elinde mor laleler tutan annesinin üzerinde kıpkırmızı bir elbise vardı… 

İşte, bu gecenin sabahında; sema masmavi olmuştu; güllerin rengi “nâr”dı; eliflerin üstü mor laleydi… Gün, bu manzaraya şahitti… Tek şey, tam seçilemiyordu henüz; mor lalelerin ortasındaki o renk… 

3. Bölümün sonu 

Yegâh Elif Mirzâde 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..