Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Eylül '10

 
Kategori
Öykü
 

Gün doğanda ay balam! ( 2 )

Gün doğanda ay balam! ( 2 )
 

Uykuya varmadan...


… 

Şîve Naz, eline batan iğnenin acısı daha taze iken, ufuktan gözünü ayırmadan hep aynı renkleri düşünüyordu: “Ah, canım annem!..”, “Ah, Doğan ah!..” O, bu düşünceler içindeyken, farkına varmamıştı ama sabah olmak üzereydi… 

Aynı anlarda, Selamlıkta, seherin serinliğinin yüzüne çarpmasıyla kalkmaya yıllar yılı alışkın olan Ferhad Bey uykusundan uyandı. Son zamanlarda hep aynı rüyayı görüyordu. Rüyayı, işte böyle, seherde uyanmasına birkaç saniye kala, görüyor; uykusunun son deminde bir şeyler sayıklıyor; sayıklamasıyla, kan ter içinde yataktan kalkması bir oluyordu. 

O seher de, sayıklayarak uyandı Bey. Hemencecik pencereye koşup arka bahçede gençlere diktirdiği ama hâlâ üzerinde bir karış ot bile bitmeyen yeni fidanlığa baktı. Yoksa, gençler tohumları ekmeyi becerememiş miydi?.. Yoksa tohumlar, bir avuç suya hasret miydi, daha?.. 

“Ah, Doğan Oğlum! Başka yapacak bir şeyim yoktu…” diyebildi güçlükle. Zaten, Doğan gittiğinden beri her sabah gözünü açtığında, ağzından dökülen ilk ve tek gerçek söz, bu oluyordu Ferhad’ın. 

Haçova’da omuz omuza küffara karşı yiğitçe çarpıştığı, kan kardeşi, gazâ arkadaşı Salih Bey’in yâdigârıydı ona Doğan! Muharebeyi tam kaybedecekken düşmana galebe çalmalarında her iki yiğidin de gösterdiği o olağanüstü kahramanlık, yıllarca dillere destan olmuştu. Muharebeyi kazandıkları o son şafakta, Salih Bey şehit olurken Ferhad Bey’e bu Tımar hediye edilmişti. Ama yiğit Ferhad, aldığı her nefeste tımarın bir sahibinin de Salih olduğunu asla unutmadı. Ferhad Bey, topraklarına koşmadan evvel, can arkadaşı Salih’in köyüne koştu. Salih’in annesinin elini öptü. Doğan’ın ağzı dualı babaannesi, ganî yürekli Ferhad Bey’in daha ağzını açmasına fırsat vermeden, Doğan’ı Ferhad’a teslim ederken; 

“Seni bekliyordum Yiğit Oğlum! Salih’imi şehit verdim de, sana da emanetimi teslim ettim ya, gayri, gözüm arkada kalmaz!” dedi ve yaşlı kadın daha oracıkta son nefesini verdi. 

Evet! Doğan, Ferhad’ın kendi gibi Alp olan arkadaşı, can yoldaşı Salih’in oğluydu. Can arkadaşından Bey’e yâdigârdı Doğan. İki yiğit arkadaş, yıllarca birlikte her sefere çıktıklarında, “hangimiz sağ kalırsak ailemiz, evladımız ona emanet” diyerek helalleşirlerdi. İşte Haçova, bu görevi Ferhad’a vermişti. Üstelik, bu toprakların bir sahibi de Doğandı; bunu Bey, yüreğinden duyuyordu. 

Doğan, annesini üç yaşındayken kaybetmişti. Hiç doğru düzgün göremediği babasını da yitirip de Ferhad Bey’in ocağına geldiğinde, henüz yedi yaşındaydı. O kadar mutlu olmuştu ki Ay Sema, bu oğlancağızın gelişine… Allah, o çok sevdiği kocasına bir oğlan çocuğu armağan etmişti işte. Onun için Doğan’ın eve gelmesi çok sevindirdi genç kadını. O’nu oğlundan öte sevdi kadın. Çünkü Doğan evine bereket, eşine mutluluk getirmişti. Eşinin mutluluğunu gözlerinden okuyordu, bu hassas kadın. Bir yıl sonra Şîve Naz doğdu. Ay Sema kızını ancak bir saat, oğlu gibi bağrına bastığını ise sadece "dönen tek dört mevsim" görebildi… 

Evde Ferhad Bey, Zülâl Kalfa, Doğan ve Şîve Naz kaldılar. Ferhad Bey, bir daha hiç evlenmedi. Bütün hayatını, aşkından ve dâvâ arkadaşından ona yâdigâr kalan iki kıymetli hazineyi özenli ve kusursuz yetiştirmeye adadı. Yıllar su gibi akıp geçti; kızı yedi yaşına geldiğinde, aralarında sekiz yaş bulunan kız ile oğlan aynı dersleri almaya başladılar. Her ikisi de hayatla ilgili öğrendikleri her konuyu çabuk kavrıyorlar; bildiklerini büyük bir titizlik ve maharetle hayata tatbik ediyorlardı. Şîve Naz, takıldığı en küçük "an"da, yanı başında Doğan’ı buluyordu; renkleri öğrenirken… 

Belli bir zaman sonra, her iki genç de hayatın her renginde söz sahibi olmaya başladılar: Usta birer binici, usta birer güvercin terbiyecisi, usta birer ok atıcı, usta birer şair, çiçek yetiştirici, neyzen, hânende, gazelhân… 

Yıllara dur durak yoktu. Kız, on altı yaşına geldiğinde, evi serinleten bir bulut çöktü renklere… Gün çattı; Zülâl Kalfa, Şîve Naz’ın yanına gelip; “onun artık büyüdüğünü ve Selamlık’a her istediğinde destursuz giremeyeceğini” söyledi. Nazlı kızın bu gerçeği kabullenmesi hayli güç oldu… Yine de onun güzel yüreği, ne Kalfa Ana’sını ne de Babası’nı kıramazdı. Artık, Doğan’la birlikte saatlerce vakit geçiremiyorlardı… 

Zaman zaman, evin babası onları yanına çağırınca; ney üflerken, sülûs yazıyla kendi eserleri olan gazelleri yazarken, murabba'lar, mesnevîler okurken, sûzi-dîl makamında şarkılar terennüm ederken bir araya geliyorlardı ama… Ama, eskisi gibi değildi hiçbir şey… 

Bir gün! Cumbalı Hayat’ta, kız sedirde kendine ait yerinde otururken, Selamlık’ın kapısı açıktı: Doğan, babası ile ya bir şeyler konuşuyordu ya da bir şeyler yazıyordu. Nazlı kız, kafasını nakıştan kaldırır kaldırmaz; o anda, gözleri Doğan’ın gözlerine değdi. İçi, doğduğundan o ana kadar hiç hissetmediği bir ılıklıkla doldu kızın. Kendi kendine kızardı, terledi. O, kendisi ile uğraşırken, Doğan’ın elindeki hokkanın düştüğünü göremedi, pembe kız. Ferhad Bey, o anın pembeliğinden habersiz Doğan’a name yazdırıyordu. Doğan da, işte o günden sonra Şîve Naz’dan kaçar olmuştu… 

… 

Şîve Naz, iğne batmış parmağıyla renkleri işleyemeyeceğini anlayınca, nakışı bir kenara bıraktı; pencereyi sonuna kadar açtı. Bu sefer, tüm dikkatiyle lale soğanlarına baktı. Ne zaman gözünü açsa; toprak sulanmış görünüyordu ama… Ama Hayır! Bu tohumlar büyümüyordu. 

Aklına, yine Doğan geldi: Hani şu geçtiğimiz sonbaharda, tam on sekiz yaşına bastığı gün; Doğan’a inat, o da at yarışına katılmıştı. On iki gencin katıldığı o dillere destan at yarışında, tek kız atlı, oydu. Yarış başladı. Bir zaman sonra, Doğan’la Şîve Naz diğerlerinden koparak bir hayli öne geçtiler. Şîve Naz, bu yarış günü kararlıydı; günlerdir aklında olanı yapacaktı. Son sürat atını koştu. "Nasıl oldu", o da anlamadı; ama Doğan’a yetişti. Doğan’ın yanından geçerken yere bir şey attı ve hızla delikanlının yanından uzaklaştı. 

Kız, nehrin kenarındaki büyük çınar ağacının arkasına, atıyla bir saklandı. Ama gördü; gördü işte! Doğan, Naz’ın nazla işlediği; o sarı güllerle ve yalnızca bir köşesini tek mor lale ile bezediği mendilini, atından inerek yerden almıştı. Almakla da kalmamış; öpmüş ve özenle döşüne koymuştu. 

O tatlı günden sonra, Doğan’ın gittiği gün de dahil, bu at yarışını hiç kimse dile getirmedi. Ve elbette, herkesin bildiği tek gerçek vardı:Yarışı Doğan kazanmıştı!.. 

Kız tekrar ufka baktı; gözleri buğulanmıştı: “Ama Doğan!.. Gideceğin gün bari… o gün, mendilden söz edebilirdin…” diye içerledi. “Hem, niye gittin ki? Demek ki, demek ki…” 

Neredeyse, pencereden yukarıya, ufka düşecekti Şîve Naz!.. İçeri girdi; yalnız gergefin duyacağı şekilde, sessizce yeniden ağlamaya başladı… Renkli iplikleri göremez olmuştu… 

Oysa o gün, o yarış günü; mendili eline aldığında yüreğinin yerinden çıkacağını zannetmişti Delikanlı! Tıpkı, Selamlık’ta Ferhad Babası’na name yazarken elindeki hokkayı düşürdüğü gün gibi… O, şu anda elinin içinde bulunan, bu boynu bükük laleyi iyi tanıyordu. Bu laleyi işleyebilecek tek kız; gönlünü kaptırdığı o eşsiz, o nazlı güzeldi işte. Ama bu güzel sırrı kimseye söylemeyecekti Doğan! Yıllardır aşını yediği, “ocağım” diye canını verdiği bu yerde, tek söz etmeyecekti, gönlüne dair… 

İki damla göz yaşı, o gencecik bıyıklarına düştü. Hemen toparlandı delikanlı; mendili aldı, kokladı ve özenle katlayıp döşüne koydu…”Bu bile yeter!” dedi yürekten; “Bu bile yeter!..” 

İşte o gün, kararını vermişti delikanlı; artık buralardan gitmeliydi. Tek derdi vardı; bu gitme fikrini, “babam” diye saydığı Ferhad Bey’e nasıl derdi? Aradan on gün ya geçmiş ya da geçmemişti; Bey, Doğan’ı odasına çağırıp da; o nemli gözleriyle ve hiç nefes almadan: 

“Oğlum! Sana devlet kuşu kondu! Akıncı Birliğine seçildin. Sana özel bir görev verecekler… Serhad Boylarında, gazân mübarek ola!” dediğinde, sevinsin mi üzülsün mü bilememişti Doğan!.. Fakat, kendisinin günlerce Ferhad Bey’e nasıl söyleyeceğini kara kara düşündüğü bu konunun, kendinden evvel Bey tarafından dile getirilmesine de çok şaşırmıştı, doğrusu.. 

Ferhad Bey’in son buyruğunu ve eline verdiği lale soğanlarını alırken Doğan; evden ayrılacağı bugün, sabahın seherinde gördüğü o rüyayı da kimseciklere söylememesi gerektiğine inandı. Söylememeliydi elbette… 

İşte bu düşüncelerle bahçeye, Şîve Naz’ın yanına, elindeki lale soğanlarıyla gitti. Naz kızı görür görmez; aklı bir şey söyleme derken, yüreğiyle bir çırpıda: “Uykuya varmadan; sabahın ilk ışıklarıyla gökyüzünün sesini dinle!..” diyebilmişti Ay Bala’sına… 

Tohumların yarısını ay parçasının eline verirken; yüreğini yerinde zor tuttu, Doğan… Adı gibi biliyordu ki; o sabah Şîve Naz, onun hallerinden ve dediklerinden hiçbir şey anlamamıştı… O gözlerin, ufuk çizgisine bir nefes baktı: 

“Affet beni Şîve Naz!..” 

Doğan, tohumları ekmelerinden hemen sonra, arkasına bir an bile bakamadan nazdan, bahçeden ve evden uzaklaştı… 

2.Bölümün sonu... 

Yegâh Elif Mirzâde 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..