Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Aralık '08

 
Kategori
Anılar
 

Gün oldu, devran döndü

Gün oldu, devran döndü
 

Aydıncık /Soğuksu'da eski ev ve su değirmeni


Toroslar’ın eteğinde, Gülnar’a bağlı, toprak damlı genellikle tek katlı taş evlerin bulunduğu küçük bir sahil kasabasıydı, doğduğum ve çocukluk yıllarımı geçirdiğim Gilindire. Halkı yöredeki diğer insanlar gibi tarım ve hayvancılıkla geçinirdi. Balıkçılık ya da ticaretle uğraşanlarsa bir elin parmakları kadardı. Gilindireliler de yoksuldu, civardaki köylüler de. Ama yokluk içinde olduklarını hiç de belli etmezlerdi. Yokken bile var derlerdi. Onurluydular; istemeyi ve muhtaç duruma düşmeyi hiç sevmezlerdi. Yok demenin ayıp ve küçültücü sayıldığı o yıllarda insanlık vardı, hatır gönül vardı, dostluk vardı, konukseverlik vardı. Beklentiyse hiç yoktu, ‘almak için vermek gerekir’ diye bir düşüncenin esamisi okunmazdı.

1950 sonlarında tek katlı, iki gözlü, odaları birbirlerinden musandıralarla ayrılmış, tavanında pardı ve mertekler olan, zemin ve duvarları çamurla sıvalı, toprak damlı bir taş evde otururduk. İki kanatlı bir cümle kapısından girilirdi içerisine. Bu küçük aralığa açılırdı iki odanın kapısı da.

Batıdaki odadaydı ocaklığımız. Yemek bu odada pişirilir, burada yenilirdi. Uyku zamanı gelince de yerlere yataklar serilir, gaz lambası kısılır ve tüm hane halkı kıvrılıp yatardı.

Doğudaki oda daha farklıydı; her şeyden önce tabanı tahta döşeliydi. Diğerinden de biraz yüksekteydi. Karşılıklı iki sedirde seriliydi döşekler. Kışları bu odaya soba kurulur ve ancak yatılı misafir geldiği zaman yakılırdı. Ne de olsa adı, misafir odasıydı. Kar gibi beyaz bez, ucu belikli perdeler asılıydı pencerelerinde.

Evimizin önünde iki gözlü bir de toprak dam vardı; odalarından biri ahır, diğeriyse samanlıktı. Çok değildi hayvanımız, topu topu birkaç sığır bir de eşek ama ağzına kadar doldurulurdu samanlık.

Denize dayanırdı bir buçuk iki dönümlük tarlamız. Evin önünde birkaç nar, limon ve portakal ağacımız vardı ama ben onlardan çok deniz kenarındaki iki koca hurmayı severdim. Tepesine bin bir güçlükle çıkar, dikenli dallar arasından geçerek hurma toplardım. Bazen üstüm başım kan içinde inerdim ağaçtan. Hurmaları okulda satıp sonra da çarşıdan alacağım yarım fırın ekmeği ile içindeki helvayı düşündükçe sağıma soluma saplanan dikenlerinin verdiği acıyı çoktan unuturdum.

Deniz kenarında bir de kuyumuz vardı. Hemen yakınına kurardı anam kazanı. Çamaşırlarımızı orada yıkar, bizi de orada çimdirirdi küllü suyla. Evde kullanacağımız suyu da bu kuyudan götürürdük. Özellikle de perşembeleri bakır helkeler, ibrikler ağzına kadar doldurulurdu.

Annem, perşembeleri çok yorulurdu. Kalaylı koca tencerelerde iki üç çeşit yemek pişirir, hamur yoğurur, yufka ekmek atar ve bir tepsi de kıvırdım tatlısı yapardı. Akşama şenlik var, midemiz bayram edecek derdik. Ama akşam olunca, o kadar yemeğin arasında, önümüze kona kona ya bulamaç ya da un çorbası konurdu. O çeşit çeşit yemek, misafirler için yapılmıştı. Bizler onlardan arta kalanı yerdik; elbette o da artarsa.

Cumaları kuşluğa doğru sarardı bizi bir telaş. Evimizin önüne gelince, “Çuş” diyen inerdi bineğinden. Heybesini alırdı hayvanın üzerinden ve uzatırdı bizlerden birine. Konuklarımız kesinlikle eli boş gelmezdi. Hediyenin ne cinsi önemliydi ne de miktarı. Önemli olan getirmekti. Biz çocuklar da getirdiklerini merak ederdik. Cingilde yoğurt ya da ayran, testide yağ, küçük oğlak derisinde de peynir geldiğini anlardık ama torba ya da çıkı içindekileri bilemezdik. Eşeği hemen ahıra götürüp bağlar, boynuna da arpalı samanlı torbayı geçirirdik. Oysa at hemen bağlanmazdı, dolaştırılması gerekirdi bir süre tarlada, terinin soğuması için.

Namazdan çok önce gelirdi, gelecek olan. Belli bir saatten sonra da artık kimse gelmezdi. Biz de merakla koşardık heybelerin başına. Anamın “Çekilin oradan” sözleri yankılanırdı evin içerisinde.

Yemek zamanı yaklaşınca gelenlerin sayısına göre misafir odasına bir ya da iki sofra serilirdi. Kocaman, ağzı kapaklı iki tencerede sulanmış yufka konurdu önce. Sahanlar dizilirdi, yanlarında da boyalı tahta kaşıklar. Misafirler gelince çökerlerdi sofraya. Annem girmezdi misafirlerin yanına. Bakır bir sinide getirirdi tencereleri kapıya değin. Ya babam ya da ağabeylerimden biri doldurdu tabakları ve verirdi konuklara. Küçükler ayakta, kimimiz içeride kimimiz dışarıdaydık; içerideki elinde içi su dolu kalaylı tasla, dışarıdaki bir elinde ibrik, diğerinde sabun, omzunda da peşkirle beklerdik.

Son misafir de gidince, koşardık içeriye. Otururduk sofraya. Ortada irice bir tas ya da sahan, elimizde kaşık, arkamızdan bir kovalayan varmışçasına saldırırdık. Yemeğin sonuna doğru biri tükürüverirdi kabın içerisine. Diğerleri kaşıkları havada şaşkın şaşkın bakarken, tüküren çala kaşık doyururdu karnını. Bunun üzerine annem de yemeğin yenisini koyardı önümüze. Ardından da kıvırdım tatlısı.

Yemekten sonra hemen fırlamazdık dışarıya. Beklerdik annemin sofrayı toplamasını. O da anlardı ve misafirlerin getirdiği kavurga, üzüm ya da meyvelerden verirdi. Büyük bir coşkuyla koşardık arkadaşlarımızın yanına. Badem, ceviz, üzüm ya da kavurga ne varsa cebimizde paylaşırdık onlarla. Haz duyardık vermekten. Arkadaşlarımızdan bazıları, “Keşke yarın da cuma olsa” derdi de gülüşürdük.

Ne güzeldi o yıllar! O yılların insanları da farklıydı. İçtendi davranışları, sahte değildi gülüşleri. Yoktu art niyetleri. Gönül dostuydu, kara gün dostuydu onlar. Gölgeye benzemezlerdi, ortalık kararmaya başlayınca kaybolacak.

O insanlar yeşil kart, kömür torbası ve erzak dağıtılan günlerde yaşamadılar. Hep verdiler devlete; imeceye girdiler, vergi ödediler. Yoksullardı ama yine de devlete el açmadılar. En yoksulları bile çalmadı devlet kapısını. Alın terinden beklediler ne istedilerse. Erken yaşlanıp erken öldüler ama insanlığı yaşattılar. Ürettiler, dağıttılar ve paylaştılar. Ağa dediler birbirlerine. Ağırladılar, ağırlandılar onurlarıyla.

O günlerin insanı, veren elin alan elden daha üstün olduğunu çok iyi bilirdi. “Vallahi bende de yok” demez, boşuna yemin etmezdi. Camiye yüz metre kalarak sıvamazdı kollarını ve de oraya inandığı için giderdi, birilerinin safında görünmek için değil. Tertemizdi yürekleri. Onlardı insanlığı, dostluğu, dayanışmayı, sevgi ve saygıyı yaşatan, destanlaştıran. Onlardı özü de sözü de bir olan.

Ben de bu insanların yaşadığı yerde ve zamanda doğmuş olmaktan, onları tanımaktan hep gurur duydum. Ama gün oldu, devran döndü. O insanlar teker teker çekip gitti. Gelenler de onların yerini tutamadı. Tüm yurtta olduğu gibi orada da almaya gelince koşan, vermeye gelince kaçan bir kuşak türedi. Ver elini diyene uzatılmaz oldu eller ama al elimi diyene çoğaldı sarılanlar…

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..