Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mayıs '11

 
Kategori
Eğitim
 

Gündoğusu

Yazarı: Behzat Ay

Kasım 1997'de yayımlanan "Kan ve Gözyaşı " adlı kitabında Behzat Ay, şöyle dile getirir özgeçmişini:

Behzat Ay, 1936'da Mersin'in Arslanköy 'ünde doğdu.

Düziçi Köy Enstitüsü'nü, daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü'nü bitirdi. İlkokul öğretmenliği, ilköğretim müfettişliği yaptı. Devrimci, halkçı yönünden ve bu doğrultudaki yazılarından ötürü, görev indirimi -müfettişlikten öğretmenliğe döndürülerek- yapılarak sürgün edildi, kış ortasında Siirt'ten Erzincan'a...

Sürekli izlendi...

Düzenlenen linç edilme girişiminden, arkadaşlarının duyumu üzerine kurtulabildi...

En son, Kadıköy Kız Lisesi'nden sonra atandığı Haydarpaşa Erkek Lisesi'nden de eğitim uzmanlığı yaparken 12 Eylül'ün ayak seslerini duyarak kendi isteğiyle ivedi 2 Eylül 1980'de emekli oldu.

Behzat Ay'ı 9 Temmuz 1999'da İstanbul'da kaybettik.

Romanları:

1. Dor Alf (1966),

2. Sis İçinde (1973),

3. Sürgün (1975).

Hikâye kitabı:

Başkanın Ankara Dönüşü (1961).

Gezi notları:

1. Köyden Geliyorum (1961),

2. Gün Doğuşu (1970).

Özet:

Tekrar ne zaman döneceğini bilmeyerek ekspres’e binip Ankara’dan yola çıkar. Çocukları Aydan ve Taner merakla yolculuğun ne kadar süreceğini, nereden geçeceklerini sorar. Çocukların sorularını cevaplar ve bir yandan da pencereden dışarıyı seyreder. Yolda okumak için yanına aldığı kitabı akşam karanlığı çökmeden bitirir. Kayseri'yi geçtikten sonra akşam yemeğini yiyince yatar. Malatya’dan sonra yolcu arttığı için ekspres daha yavaş gitmeye başlar. Yüznumaranın önüne kadar insan dolar. İnenden çok binen var. Bu bölgede karayolu pek düzenli olmadığı için trenle yolculuk yapılır. Ergani’ye gelince sıcaklık artar ve yolcular sıcaktan yanmaya başlar. Tek meşguliyet, su içmek ve ter kurulamaktır.

Ankara’dan hareket ettikten otuz altı saat sonra Kurtalan’a gelir. Kurtalan, Güneydoğuya uzanan demir yolunun bittiği yerde kurulmuş bir ilçe. Bağlı olduğu Siirt, otuz iki km daha doğuda. Sanki uygarlık Kurtalan’da sona ermiş gibidir.

Yeni yapılan bir otele yerleşir. Sinek vızıltılarını dinleyerek geceyi geçirir. Sinek, sıcak ve berbat bir yatak uyutmaz bir türlü. İkinci gün saat on beş'e kadar bekledikten sonra ancak bir kamyon bulabilirler. Bu kamyonla Siirt’e giderler.

Gidemediğin Yer Senin Değildir

Sabahın beşinde bir kamyonla Siirt'ten yola çıkar. Eruh’a, oradan da Şırnak’a gidecektir. Buralarda insanoğlunun yaşama koşullarının çetinliğini düşünmek bile büyük kent insanlarına ürperti veriyor. Kış mevsiminde, ilkyazda ve güz mevsiminde Şırnak’a katırla gidilirmiş. Yüz yedi kilometrelik bir yol… Karşımızdaki sırtta bir yazı okuyoruz: “Gidemediğin yer senin değildir.” Bu sözün, Osmanlı imparatorluğu zamanında Sivas valiliği yapmış olan Halil Rıfat Paşaya ait olduğunu öğrenir. Sonradan Ahmet Kutsi Tecer, “Gitmediğimiz görmediğimiz köylere başkaları gidecek değil, oralara da gidelim, hizmetler götürelim, ” demek istemiş.

Yol boyunca küçük köyler geçip Paris köyüne gelir. Evet, Paris köyü imiş bu köyün adı. “Millet Fransa'nın Paris'ine giderse, biz Siirt'in Paris’ine gelemez miyiz? Der, ” yanındaki arkadaşına. Bolluk anlamında kullanıyormuş, “Paris”. Bolluk olup da biraz üzüm işte… Biraz mola verirler üzüm yiyip yola devam ederler.

Siirt’ten çıktıktan üç saat sonra Eruh'a gelirler. Öğretmenleri bulup konuşur. Dönüşte üç gün birlikte çalışacağını söyleyip ayrılır. “Ne bilecektim üç gün değil de en az üç ayımın burada geçeceğini, ”der.

Şırnak yoluna çıkarlar. Yol öyle bozuk ki, her an yürekleri ağızlarına gelir. Siirt Eruh arasındaki üç saatlik yolu ararlar. Yollar çok virajlı ve bir taraf, dağ bir taraf uçurum. Uzun bir yolculuktan sonra yüz yedi kilometrelik Siirt Şırnak yolunu yedi saatte bitirebilirler.

Dört bin nüfuslu Şırnak ilçesi işte böyle bir yolla Siirt'e bağlı. Bu bağ yaz mevsiminde ancak iki üç ay açık kalıyor. Yol kardan geçit vermez. Jandarma kumandanı binbaşı Sedat Özöngen, “Sekiz dokuz ay ben Genel Kurmay Başkanıyım, kaymakam da cumhurbaşkanı burada, ”der, gülerek.

Halk, şalşapik denen bir tiftik dokuyor, bunu giyiyor. Erkeklerin pantolon paçaları elli altmış santimetre genişliğinde. Bu kumaşı Ermeniler dokuyormuş. Kadınların hepsinin burunları delinmiş birer halka geçirilmiş.

Halk hayvancılık ve kaçakçılıkla geçimini sağlıyor. Suriye ve Irak'a gidip gelmek, Siirt'e gidip gelmekten daha kolaydır.

Şırnak köylerinden on ikisinde okul varmış. Beş köyün üçünde öğretmen, üçünde de eğitmen görevlisi varmış. Üç gün, üç gece Şırnak'ta kalırlar.

Katırla Yirmi Günde Biten Yolculuk

Kasım ayının ikisinde bir kamyonun şoför mahalline binip Şırnak ilçesine hareket eder. Siirt Şırnak arası yol kapalı olduğu için Siirt, Kurtalan, Beşiri, Batman, Gercüş, Midyat, İdil derken Cizre'ye gelir. “Cizre ile Şırnak arası kırk kilometrelik yol ama berbat, ” diyor şoför. Akşam yola çıkan şoför dikkatli sürüyor kamyonu. İki saat sonra Şırnak’a varırlar.

İki gün ilçede kalır. İkinci gün sonunda kaymakam Erol Tuncel “Tek bir köye araba ile gidilebilir, o da Milli Köyü. Seni oraya kadar araba ile götüreyim, ben dönerim, ” önersine, sevinerek “peki” der.

Balveren, 5 Mayıs 1965

Sabah yola çıkar ve bir saat bile sürmeden ilçenin tek yolu olan köyüne varır. Eski adı “Milli” olan Balveren Köyü, Şırnak Uludere yolu üzerinde karakolu olan bir köy. Köyün eğitim sorununu eğitmen Reşit Erkan omuzlamış. Uyanık bir halk adamı. Okuldaki başarısı, halka önderliği insanı sevindiriyor. Kız öğrencilerin devamını sağlamak için Şırnak'taki ilkokul öğrencisi olan kızını, anasından ayırmış, yanına getirmişti. “İşte benim kızım da okuyor, ” diyerek, kız öğrencilerin çoğunun okula devamını sağlamış. On dokuz yıllık eğitmen olan reşit hiç denecek kadar az maaş alıyor. Hizmetinin de sadece on yılı emekliliğe bütün bunlara karşı canla başla çalışıyor.

Okulda işini bitirir. Kaymakam halkla konuşmak ister. Halk toplanır. Tek Türkçe bilen öğretmen tercümanlık yaparak kaymakamın söylediklerini halka, halkın söylediklerini kaymakama aktarır. Sonra kaymakam ilçeye döner.

Geçit Boyu, 6 Kasım 1965

Balveren’den geçit boyuna katırla gelir. İki saat içinde işini yapar, muhtarla konuşur. Muhtar topraksızlıklarını ve hastalıklarını anlatır.

Yoğurtçular, 7 Kasım 1965

Üç saatlik katır yolculuğundan sonra kılavuzla birlikte Yoğurtçular Köyü’ne gelir. Bu köyde çalışan eğitimci İsmail’di. Ağalarla savaşını anlattı bir süre “geldiğimde bu köye, bayramlarda köy halkı ağalara kuzu hindi gibi hediyeler götürürlerdi. Önledim ama düşmanım da çok oldu bu yüzden “ diye anlattı.

Okul bahçesine ağaçlar dikilmiş su olmadığı için kurumuş. Eğitmenin yedi çocuğu var. Öğretmen odası tıklım tıklım dolu yağmurda ıslanır. Muhtar evine buyur eder. Karanlık bir oda küçük küçük iki penceresi var. Gece köyde ne kadar erkek varsa gelirler. Konuşmalarını Eğitmen çevirir Türkçeye, Kürtçe’ye.

Herkes ayrılır. Ayrı bir oda var, diye düşünür. Yokmuş. Tek odada muhtar, karısı, evli kızı, küçük kızı ve müfettiş yatar.

Sabahleyin eğitmen gelir konuşurlar. On altı, on yedi yaşlarında evli olan muhtarın büyük kızını anlatmaya başlar. “Muhtar bu kızını üç yıllığına bir çobanla everir. Çoban muhtarın hayvanlarını güdecek, buna karşılıkta kızı ile evli kalacak. Üç yıl sonra anlaşabilirlerse evlilikleri devam edecek. Anlaşamazlarsa çoban hayvanları gütmeyi bıraktığı gibi muhtarın kızını da bırakacak. Kadın kız gelir getirme bakımından önemli, ” der. Müfettiş sorar: “Muhtar kızının ayrılmasını ister mi?” “İster, çünkü bu defa üç bin liraya başka birine satar, ” cevabını alır.

Cevizdüzü, 8 Kasım 1965

Bir katır müfettişe, bir de eğitmene verirler. Yola çıkarlar. Cevizdüzü Köyü’ne varır öğretmen. Muhsin ile okulda çalışmaya başlar. İşleri güzel yürütüyor öğretmen. Öğretmen ikinci sınıfta dokuz yaşlarında bir kız öğrenciyi göstererek “İki gün sonra evlenecek, ” der. Hayretle öğrenciye bakar. “Evlenecek misin kızım?” diye sorar. Öğrenci, “pek tabi” anlamında başı ile onaylar. Üç bin lira satılmıştır yavrucak.

Müfettiş, “Engel olamadın mı? diye sorar. “Engel olunmaz, olunamaz, düzen meselesi, ” cevabını alır.

Şırnak, 10 Kasım 1965

Akşamleyin Şırnak' a varır. Dört saat yolculuk katırın inatlığını bitirmiştir. Gece okulun öğretmenler odasında bir türlü uyuyamaz. İkinci gün bitkin olduğu için ilçede kalmaya karar verir.

Kızılsa, 15 Kasım 1965

Kaymakam ile birlikte halkın barındığı evlere girer. Sadece halkın değil, halk ile hayvanların ortaklaşa kullandığı evler. Aynı odada hem insanlar, hem de hayvanlar kalmaktadır.

Kırk Kuyu, 16 Kasım 1965

Kırk Kuyu’ya gelirken, katırın ayakları kayıp yıkılır. Müfettiş kendini tehlikesiz bir yere atar. Sadece dizleri yaralanır. Biraz da çantası yırtılır. Kırk Kuyu’ya gelir. Bu köye Kırk Kuyu diyorlar, halbuki altmış kuyu varmış. Her kuyuda ikişer, üçer teneke kirli ve kurtlu su. Köy halkının içme suyu da temizlik suyu da bu.

Alkemer, 18 Kasım 1965

Sabahın erken saatlerinde hazırlanır. Kırk kuyudan yola çıkar. Öğretmen “Ben de sizinle geleyim köye kadar. Orada gürül gürül akan su varmış. Bu kurtlu kuyu sularından öldüm. Bir gün kalır dönerim, ” der ve “peki” karşılığını alır.

Altı saatte Alkemer'e gelirler. Okulda bir eğitmen, bir de er öğretmen vardır. Baş başa vermiş çalışıyorlar. Zaten eğitmen Hacı on yedi yıldır bu köyde çalışıyormuş. Burada su var. Eğitmen okul bahçesine kavak, üzüm ve başka ağaçlar dikmiş. Hepsini de yetiştirmiş. Yetiştirdiği üzümlerden ikram eder.

Öğleden sonra öğrencilerin yanına geçer. Öğretmen evli kız öğrencileri gösterir. Üçüncü, dördüncü sınıfta on bir yaşlarında kızlardır bunlar. Hatta bir kız öğrencinin kocasını gösterirler. Adam kırk yaşındadır. Parası olanlar evleniyor, ötekiler kalıyor.

Gündoğmuş, 19 Kasım 1965

Alkemer'den kılavuzu ile yola çıkar. Arkalarından koşarak muhtar da yetişir. Akrabaları varmış Gündoğdu’da. Türkçe konuşabiliyor. Yol boyunca köy halkının çilesini anlatır. Eşkıyaların nasıl eşkıya olduğunu örnek vererek anlatır. “Bizi bıraktı hükümet, biz yurttaş değiliz, ” der, sızlanarak. Sus, bile diyemeden dinler.

Karageçit, 20 Kasım 1965

Köy halkının çoğu mağarada yaşıyor. Su yok, irin gibi bir şey içtikleri. Trahom, sıtma, frengi, cüzam almış yürümüş. Bu köyde bir öğretmen, bir de muhtar Türkçe biliyor. Gece boyunca ikisini dinler. Kırk yaşındaki muhtar başlarından geçenleri ağlayarak anlatıyor. “Bir Ömer Bezek bu köyden kız aldı diye, bir gün jandarmadan, bir gün eşkıyadan dayak yiyoruz. Unutulduk, bir afet gelse de ölsek. Böyle yaşamaktan daha iyidir, ” diyor.

Bulmuşlar, 21 Kasım 1965

Bulmuşlar Köyü’ne doğru giderler. Yolda hep Karageçit Köyü insanlarını düşünür. İçtikleri sidikli suyu, sapsarı olmuş hayvan sidiğinden köy halkının barındığı mağarayı mağarada, çırılçıplak dolaşan çocukları ölümü bekleyen yaşlıları ve hastalıklı insanları düşünür. Bulmuşlar Köyü’ne gelir ve aynı şeyleri yapar.

Fındık, 23 Kasım 1965

Sabahın beşinde kılavuzu Abdullah Güneş ile yola çıkar. Abdullah Güneş Dicle İlköğretmen Okulundan evli olduğu için kovulmuş. Köy ağası zorla imam nikahı ile evlendirmiş. Sonra öğretmenin teşvikiyle okumaya gitmiş. Evli olduğu belli olunca okuldan kovulmuş. Beş saatlik yol boyunca hikayesini anlatır.

Gece iki öğretmen, bucak, nüfus müdürü başsavcı ve sağlık ocağının tek personeli olan sekreterle sohbet eder. Tümü de unutulduklarından dert yanar.

Köy Burada Çeşme Nerede?

İki at verirler. Sisli havada kılavuzu ile birlikte yola çıkar. “Kurtlar sisli havayı sever, ” diyen kılavuza “Sisli hava da kurtları, ” diye cevap verir. Cin Tepe’ye gelirler. Cin Tepe halkının yarısı öğrencilerin çoğu yara içindeler. Kara yara, bir tür bulaşıcı hastalıkmış.

Tekrar yola çıkar. Dalkorur Köyüne gelir. Köy halkı yeni adını söylemiyormuş. Eski adıyla “Kanikan” diyorlar. Kanikan, Kürtçe’de “Köy burada, çeşme nerede?” demekmiş. Bu köyün çeşmesi, suyu olmadığı için bu adı verilmiş. Dağın tepesinde bir köy. Köylüler kazdıkları çukurlarda yağmur sularını toplayıp, bu suları içiyorlarmış. Toprak kadar su da önemli sorun.

İki öğretmen, bir gece nasıl su hırsızlığı yaptıklarını anlattılar. “El ayak çekildikten sonra, su kabını aldık, komşunun sarnıcını açıp yavaş yavaş daldırdık ve kaçtık. Ne yapacağız, susuzluk başa tak etti, ” diyorlar.

1966 Türkiye’sinde Köy İşte

Okulun iki dershanesi var. Kupkuru, yani boş. Aylardan ocak, dershaneler sobasız. Kitapsız, deftersiz, kalemsiz öğrenciler… Çocuklar üşüyor, öğretmen üşüyor, müfettiş üşüyor. Bir kaç eski sıradan başka görünürde hiç bir araç gereç yok. Çocukların giysileri lime lime olmuş. Gözleri kanlı trahomadan … Öğretmenler korku içindeler. Çünkü eşkıyalar gece köydelermiş.

Çöl Köyü’ne sağanak yağmurlar yiyerek gelir. Bacaklar üşümekten sızlar. Sabahleyin saatine bakıp saatinin durmuş olduğunu görünce öğretmen Mesut’a saatin kaç olduğunu sorar. “Eşkıyalar tarafından soyulduğumda, saatimde alınmıştı, ” der.

Sabahın beşinde çöl köyünden katırla yola çıkar. Botan Barajına geldiğinde, suyun çok kabarık olması nedeniyle kayığın çalışmadığını, bu gidişle de bir hafta çalışmayacağını söyler. Kayıkçının biri “Şurda Hıyırta git, bir katır tut. Kırmız Köyüne acele sür katırı. Müfettiş Cavit de oraya gitti, kelek ile geçecek, sen de yetiş, ” der. Beklemeden dediğini yapar.

Kırmız Köyü’ne gelmeden, köyün sürüleri arasından asker elbiseli beş altı kişi çıkıp düdük çalar. Kılavuzla Kürtçe konuşurlar. Müfettiş ne konuştuklarını sormaz. Kılavuz ilerde anlatır. Meğer eşkıya çetesiymiş. Çantayı görünce sağlıkçı sanmışlar. Kılavuz sağlıkçı olmadığını söyleyince, bırakmışlar.

Daha önce Cavit’i çevirip, sigarasını almışlar. Bizden önce köye varınca Cavit sigara ister, sigara içtik.

Sonra köylülerle birlikte Botan çayının kenarına yürürler. Kelek ile karşıya geçmek için. Kelek; iki benzin bidonunun uzunlamasına yan yana, ön ve arkaya da enine birer tane bidon, daha üzerine konan çıtalara tellerle iyice bağlanmış. İşte, “kelek” bu. Küreğe benzeyen iki tahta var ön yanlarda. “Tel koparsa, bidon delinirse, çıta kırılırsa, ” diye sormaya başlarlar. “Tehlike olur o zaman elbet, ” der muhtar, umursamayarak. Bir gün sonra 23 Nisan Bayramı olduğu için gitmeleri gerekiyordu. Siirt'e çocukları göreceklerdi. Binip karşıya geçerler kayıkçı “Şu tepeyi çıktıktan sonra Siirt'i göreceksiniz, ” der. İki saat yağmur altında yürüdükten sonra tepeye varırlar. Akşama doğru Siirt'e gelirler.

Halkın Hali

Siirt'in Eruh ilçesine, bağlı Çöl Köyü öğretmeni ile Ekmekçiler köy öğretmenleri, öğretmen okulunu yeni bitirmişler. Göreve de yeni başlamışlar. Ama şaşırıp kalmışlar.

Çöl köyü halkı eşkıya korkusundan göç etmektedir. Dolayısıyla ikinci yılına basan yeni okula öğrenci gelmemektedir. Ekmekçiler Köyü’nde göç oluyorsa da köy halkının yarısından çoğu köyde. Ne var ki, burada da okul yıkılmak üzere. Kapı, pencere, sıra, tavan kalmamış. Ne yapsın iki köyün öğretmenleri? Ekmekçiler Köyü öğretmenleri Çöl Köyü’ne gelirler. Arkadaşına okulun durumunu anlatmak üzere gelirler ama Çöl Köyü’nde gördüklerine şaşırıp kalır. Çöllüler pılı pırtılarını katırlarına, eşeklerine yükleyip giderken, öğretmeni de okul önünde oturmuş, gidenlere şaşkın şaşkın bakarken bulur. İkisi de şaşkın bir şekilde birbirlerine bakarlar. Yalnızlık akıyor ikisinin de her bir yanında.

Diyorlar ki, “Gidelim Siirt'e, durumu Milli Eğitim Müdürüne anlatalım.” Hazırlanırlar, radyolarını da alıp yola çıkarlar. Almasalar, eşkıyalar evde olmadıklarını anlayınca tek servetleri olan radyolarını da alabilirler. Öğretmenler okulundan, köylerden, sıkıntılardan koşarak yürürken bir ses, “Tepinmeyin!” diyor. Duruyorlar, gene aynı ses, “Eller yukarı!” diyor. Öğretmenler ellerini kaldırıyorlar ve tabancalı, mavzerli, göğsü dizi fişekli, asker urbalı biri, öğretmenlerin ceplerinde ne varsa çıkarttırır, radyolarıyla birlikte eşyalarını yere bıraktıktan sonra eşkıya, “İlerdeki gediği aşıncaya kadar arkanıza bakmayacaksınız! Bakarsanız kurşunu kafanızdan yersiniz!” der.

Konuşmadan ve arkalarına bakmadan uzun bir süre giderler. Botan Barajına gelip karşıya geçerler. Kayık parasını dönüşte vereceklerini söylerler. Yaya aç ve yorgun olarak yollarına devam ederler. Siirt'e gelirler, kendilerini otele atarlar. Açlar, cepte para yok. Dayanamazlar, otelciye durumu anlatırlar ve elli lira borç para alırlar. İkinci gün il katına çıkıp durumu bildirirler. İlgililer bir müfreze asker ile birlikte soruşturma yapmak üzere iki müfettiş görevlendirir. Bir manga asker ile yola çıkarlar. Olay yerine varırlar. Bir bunlar değildi soyulanlar. Köylüler soyuldu, öldürüldü, hatta jandarma kumandanları, savcılar bile soyuldu. Zabıta kılı kırk yararcasına dinledi. Olayın gerçek olduğu anlaşıldı, tutanaklar tutulup imzalar atıldı.

Karanlık çökerken iki müfettiş, iki öğretmen ve kumandan olay yerinden yola çıkarlar. Gece yarısı Çöl Köyü’ne gelirler. Tek evlerin kapısına vururlar. Kimsecikler yok. En sonunda bir evin kapısı açılır. Girerler içeri. Ev sahibi ağlamaya başlar. “Köy halkı hep gitti. Korkudan biz yalnız koca köyden dört ev kaldık. Biz de göçeceğiz. Korkuyoruz. Eşkıya baskını, her gün, her gün soygun öldürme… Buraya geldi artık!” diyerek, boğazını gösterir. Can mal güvenliklerinin kalmadığını söyler. Varını yoğunu yedirmek için çabalar. Sabaha karşı, erler camide, yetkililer evde yatarlar, biraz olsun uyuyabilmek için. Sabahleyin tek evleri kontrol ederler. Gerçekten dört ev kalmıştır, kırk beş evlik köyden. Okul geçen yıl yapılmıştır, daha yenidir. Öğrenci olmadığı için kapalı kalacaktır artık. Ta ki köylüler gelinceye değin. Karakol kurulursa, köye belki beş on ev, geri ev dönebilirmiş. Bağlantı

Yapılması Gerekenler

“Yön, İmece ve Varlık dergilerindeki yazılarınızda, memleketimiz ve halkımız uçurumdan uçuruma sürükleniyor, köylümüz ifade edilemeyecek derecede perişan, diye yazıyorsunuz” deyip, müfettişlik görevinden alırlar.

Arkadaşı Eruh Yargıcı geçmiş olsuna gelir. İkindi üzeri beraber yürürken Abdurrahman Çalapkulu’yu görür. Önceleri de sık sık karşılaşır.

Bir yıldan beri köyü olan Binevre'ye eşkıyalar yüzünden gidemiyormuş. Bir yıl önce köyde ekin biçerken yedi yiyenini eşkıyalar dağa kaldırıp öldürmüşler. Ondan sonra köyüne dönememiş. Müfettişi görünce elini cebinden çıkarır. “Ne o Abdurrahman Efendi, hasta mısın neşen yok, ” diye sorar. Neşe kim, biz kim bağım, diye konuşmaya devam eder. Köyüne git artık, Karakol kurduk Binevre'ye, derler. Yedi yeğenimi öldürdüler, ben gitmeye korkuyorum, der. Hiçbir şey olmaz, komando gürültüsü onları kaçırır, derler. Bunun üzerine, benim aklım kesmiyor, bakalım yarın gideceğim, der, Çalapkulu.

Abdurrahman Çalapkulu dediği gün köyüne gider. Köye yaklaştığında, üç arkadaşı ile birlikte Özbay çetesi tarafından kurşuna dizilirler. Kelleleri koparılır, evlerinin önüne atılır. Müfettiş haberi duyunca çok etkilenir.

İki gün sonra, İstanbul, Ankara gazeteleri haberi birinci sayfaya manşet atarak, uzun uzun verirler.

Müfettiş, kurşunlandıktan sonra, kelleleri koparılanları daha iki gün önce görmüştür. Gazetede resimlerine bakar. Bunları kurşunlayanlar Özbay çetesi, daha bir yıl önce Binevre'den mezralarına geldiğinde, bir mezra sakiniydiler. İş aradıklarını söylemekteydiler. Eğitmenin oğlu okuyamadığından yakınmakta ve kendisini ağırlamaktadır.

Nedir bu insanların hali? Bir birlerine kurşun sıkıyorlar, birbirlerini boğazlıyorlar, başlarını taşla eziyorlar. İç İşleri Bakanı, avdan, komandodan, silahların konuşacağından söz etmişti, silahlar konuşturulsun, komandolar harekete geçsin… İyi ama bu köklü bir tedbir mi? Eşkıya sorunu temelde gidebilecek mi?

Sonuç:

Bütün olmuş, olmakta ve olacak olan olayların asıl nedeni başkadır. İnsan zevk için eşkıya olmaz, insan keyfinden insanları öldürmez. Köylü tembel olduğu için ekinini tarlada bırakmaz. Köylü köyünü sevmediği için kent yollarına düşmez. Asıl budanması gerekin bir dal vardır. O da, ağalık ve acele yapılması gereken bu tür reformlardır. Buna da pek yanaşılmıyor. Çünkü ağalar çok etkilidirler, köylere, köylülere sahiptirler.

 

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..