Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Nisan '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Gündüz niyetine

Boş midemin içinde yan gelip yatmış lağım faresi cesetlerinin kokularıyla uyandım sanki sabah. İçimdeki, annemin dublajını yaptığı ses bana ve ‘efendi çocuklardır’ diye takdir ettiği arkadaşlarıma;

‘Ah be oğlum, sizin derdiniz ney! Neden bu kadar içiyorsunuz?’ diye seslenmeye başlamıştı bile.

Dün gece ile ilgili hatırladığım en son kareler; elleri sopalı üç beş tane iri yapılı adamdan kaçan iki tinerci çocuğu bizim Tuncay’ın arabasına saklayışımızdı. Bunu ‘yardım olsun’ diye mi yapmıştık, yoksa ‘heyecan olsun’ diye mi, orasını şimdilik tam bilemiyorum ama kesin olan onları iyi bir dayaktan kurtardığımızdı.

...

Duş almaya hazırlanıyordum ki telefon çaldı, hattın diğer ucundaki; onlarca kuzenimden birisi olan minik Ayşe, Haluk amcamın vefat ettiğini söylüyordu. “Nasıl olmuş” dedim, “kalbinde kriz varmış, dün gece ölmüş” diyerek kestirip attı.

Sülalenin yabanlarına telefon açma görevi Ayşe’ye verilmişti anlaşılan ve listede aranması gereken daha çok yaban vardı, bu yüzden Ayşe ahizeyi kapatmadan başka numaraları aramaya koyuldu.

...

Şimdi isminin önüne bir de rahmetli sıfatı eklenen Haluk Ünver; Babamın amcasının oğlu, emekli sınıf öğretmeni, iyi bir Cumhuriyetçi, mükemmel bir baba, cesur bir asker...

Değil mi?

Buna benzer şeyler söylenir yabancı filmlerdeki cenaze töreni sahnelerinde. Çoğumuzun gözüne hep gerçek bir sanat eseri gibi görünen güzel bir tabutun başında rahip konuşur. Rahibi, siyah gözlüklerin ardından soylu hıçkırıklarla dinleyen kalabalık ve iyi giyimli bir grup da sahnenin olmazsa olmazıdır.

Bunlara bakınca sanki bizim cenazelerimizde mevtayı, lahana sarması gibi toprağın altına yuvarlıyormuşuz gibi bir izlenimi olabilir insanın.

...

Aşağıdan semt pazarının gürültüleri geliyor.

Koleje müşteri götüren bir öğrenci servisine bakıp Aydınlık Türkiye tesellisi arayanlar bu Ortadoğu pazarlarını gelip gezmeliler. Çoğu zaman bir tacirin, bir takım elbise satışından elde ettiği geliri, bir köylünün; ekip diktikten ve mevsimin değişmesini bekledikten sonra bu semt pazarına ancak getirip satabildiği sözgelimi 100 bağ maydanozdan elde ettiğini bilmeliler ve toplumun refah düzeyini arttırmak maksadıyla uygulanacak her ekonomik politikanın toplumun gelir düzeyi en düşük fertlerinin yaşam seviyesini iyileştirmedikçe bir işe yaramayacağına da inanmalılar. Ekonomi programlarında ahkam kesen kent soylular yayınlarını buralardan yapmalı hatta. Çünkü bu semt pazarlarında ekonomik gündem, hiçbir zaman hükümetin faiz dışı fazla hedefini tutturup tutturamayacağından ya da B- den B+ ya çevrilen kredi notlarından ibaret değildir.

...

Cenaze evine gitmek üzere, üzerime yalandan bir şeyler giyip çıktım evden. Üst katta oturan ve her gün selamlaştığımız yaşlı teyze, apartmanın girişine elindeki torbaları yığmış, iki elinin avuçlarıyla diz kapaklarını ovuşturuyor, bir taraftan da ‘Of! öldüm, bittim” diye yakınırcasına bir şeyler mırıldanıyordu.

Az önceki ölüm haberinin geldiği eve doğru gidiyor olan ben, Tanrı’nın bugün, neden beni bir yerlere göndermeye bu kadar hevesli olduğuna anlam verememiştim bir türlü.

“Ay evladım seni Allah yolladı, valla dizlerim koptu, çıkaramadım poşetleri’

“Ah be teyzecim, keşke benim zile bassaydın, niye bu kadar yoruyorsun ki kendini”

“Ne yapacaksın yaşlılık zor, gücüm yok....”

Matah bir şey yapmadım tabi. Hatta biraz yerçekimiyle mücadele edip ter atmak iyi de oldu ama teyze; apartmanın üçüncü katındaki dairesine çıkana kadar çok konuştu. Aslında onun yaptığına konuşmak denmez herhalde, o sadece boşu boşuna nefes almak istemiyor belki de. Her soluğunda binbir türlü gerekli gereksiz hikaye dökülüveriyor ağzından. Ama onu da dinlemek, en azından inandırıcı bir şekilde dinliyormuş gibi yapmak lazım.

...

Cenaze evindeki zamanımın çoğu balkonda benim gibi bir yaban olan kuzenim Serdar’la sigara içerek, kadınlardan, yeni açılan ya da ‘ortamı artık bozulan’ rock barlardan konuşarak geçti.

“Oğlum dikildik buraya ayıp olmasın, baksana içerisi iyice kalabalık oldu, belki dışarıdan gelecek bir şeyler vardır, helva falan...”

“Böyle önemli bir görevi bize vereceklerini mi sanıyorsun, sen rahat ol. Elmas’a gidelim mi?”

“Gündüz vakti olmaz”

“Konuşacaklarım var seninle, hassas konular var ve senin gibi sevimsiz bir adamla bu konular ancak meyhanede konuşulur, başka türlü çekilmezsin sen”

“Ne gibi konular, yoksa Haluk amcam bütün mirasını bana mı bırakmış?”

“Bıraksa ne olacak, tapuya ya da bankaya gitmeye üşenirsin ki sen”

Az daha boş bulunup ‘canım, sabahın köründe de gitmem gerekmez herhalde’ diyecektim ama diyaloğun sonunda kahkahalar atma ihtimalimizi düşünüp sustum, salondaki kalabalığa bir iki kere daha görünüp, dışarı çıktık.

...

Serdar yol almaya her seferinde inat eden emektar vosvosunu küfürler ederek çalıştırdı, teybe Tarkan’ın kasetini koydu, elimi uzatıp kapattım

‘Ayıp lan cenazemiz var’ diye payladım. Suratını astı.

‘Biliyor musun’ dedim, ‘Bizim sülalenin yaşlanınca da solcu kalan tek 68’lisi Haluk amcamdı.’

Serdar böyle sağcılık solculuk hikayelerinden pek anlamazdı oysa.

...

2) Boş midemin içinde yan gelip yatmış lağım faresi cesetlerinin kokularıyla uyandım sanki sabah. İçimdeki, annemin dublajını yaptığı ses bana ve ‘efendi çocuklardır’ diye takdir ettiği arkadaşlarıma ‘Ah be oğlum, sizin derdiniz ney! Neden bu kadar içiyorsunuz?’ diye seslenmeye başlamıştı bile.

Dün gece ile ilgili hatırladığım en son kareler elleri sopalı üç beş tane iri yapılı adamdan kaçan iki tinerci çocuğu bizim Tuncay’ın arabasına saklayışımızdı. Bunu ‘yardım olsun’ diye mi yapmıştık, yoksa ‘heyecan olsun’ diye mi, orasını şimdilik tam bilemiyorum ama kesin olan onları iyi bir dayaktan kurtardığımızdı.

...

Duş almaya hazırlanıyordum ki telefon çaldı, hattın diğer ucundaki akşamdan kalma yorgun sesin sahibi, dün gece hayata gelişinin sene-i devriyesini kutladığımız Tuncay’dı.

“Oğlum nihayet uyandın, sabah işe gidecektim bir baktım benim arabada iki tane tinerci çocuk var, onlar nereden geldi, sen biliyor musun?”

“Bırak be oğlum, uyandır gider onlar, sen yine de efelenmeden, sakince konuş”

“İyi de Okan nereden çıktı oğlum bunlar”

“Tuncay bak ben kötü rüyalar gördüm tamam mı, bana birkaç dakika verirsen kendimi toparlamak istiyorum, hadi görüşürüz”

...

“Alo Haluk amca ben Okan, nasılsın amcacım”

“İyidir ülen, hayırsız! Nereden aklına esti de aradın sen”

“Ya ne bileyim içimden geldi öylesine, iyisiniz hoşsunuzdur inşallah”

“Bırak bu ağızları yavrum, bak paraya falan sıkıştıysan çekinmeden söyle, ya da kız falan mı istenecek keraneci?”

“Yok be amca, valla içimden geldi aramak, param pulum var merak etmeyin siz”

“Öyle olsun bakalım...”

Ne demeliydim ki. ‘Amca rüyamda sen ölüyordun ve ben hiç üzülmüyordum hatta Serdar’la aynı gün meyhaneye gidiyorduk’ mu diyeyim?

...

3) Öğleden sonra ‘iyi günler ben taksiciyim, Tuncay Aksu’nun nesi oluyorsunuz?’ diye birisi aradı.

‘Yakın arkadaşıyım’ dedim.

Tuncay’ı, dün gece dayaktan kurtarmak için arabasına aldığımız ve sonra da arka koltuklarda unuttuğumuz tinerciler bıçaklamış ama merak edilecek bir şey yokmuş.

Tuncay Aksu adlı şahıs, Okan Ünver adlı arkadaşından başka özellikle ailesinden kimsenin aranmamasını rica etmiş.

Okan Ünver adlı şahıs, bulabildiği kadar para bulup gelmeliymiş, Sigorta hastanesinin acilindeymişler, bir de Selma diye birisini sayıklıyormuş onu da getirirse iyi olurmuş.

On yaşında bir erkek çocuğu gibi uçarak indim merdivenlerden, Selma’yı arayıp durumu biraz da abartarak anlattım, anladığım kadarıyla Tuncay’ın bu bıçakla yaralanma palavrası, sonuçlandığında bize ‘Bu işte de bir hayır varmış’ dedirtecek cinstendi çünkü bu sayede aylardır küs olduğu sevgilisi Selma ile barışmaları bir nebze olsun kolaylaşacaktı.

...

Acil servisin önündeki sedyede Tuncay, bir eliyle Selma’yı kolundan kavramış, diğer elini de yarasına dikiş atacak olan badem bıyıklı sağlık görevlisine uzatmış şaban şaban gülümsüyordu.

Üstelik Selma’da çok güzel görünüyordu...

Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..