Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Şubat '21

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Güneydalı düşü

G ü n e y d a l ı   d ü ş ü
 
Gazanfer ERYÜKSEL
 
 
O sözcüğün, o dil kapısının avlusuna girdiğimde, yaşanmışlıkları örten ve bir o kadar da gelecek tasarımlara açılımlar sağlayan bir coğrafyayı soluduğumun ayırdına vardım... Ev... Ahşap bir ev... Bahçeli bir ev... Kırmızı, beyaz taşlıkları, asmaları, kuyusu, tulumbası, bahçede meyve ağaçları olan bir ev... Ağaçlardan palmiye, zamanın ölümle özdeşleşen hüznüyle uzatmıştı sakallarını...
 
Ev, ev değil; bahçe, bahçe değil de adını söyleyip unuttuğumuz bir zamanın kazısını bekleyen bir höyüktü sanki... Şeyler dokunulmayı bekleyen sözcükler gibiydiler. Tulumbanın koluna asılan adam, “yüzüne çarptığı su ile ölümün zamanından, yaşanan zamana geçmeye çalışıyordu.”
 
Merdivenleri saya saya yukarı çıktığını fark etti. Tam yetmişimi basamak vardı. Birden annesinin sesi doldurdu sofayı, “Su taşıyarak geçti gençliğim... İn çık, in çık... Tam yetmiş iki basamak...”  Sofanın penceresinden bahçe kuşbakışı bir seyirdi. Bir de ona ve eve kuşbakışı bakan dev incir ağacı... 
 
Camı açıp, ikinci kat boyu uzayıp giden asmanın yapraklarına dokundu. Körpe filizlerden birisini koparıp ağzına attı. Yüzünde ekşiyen çizgiler... Yaşlı kadın, oda kapısında durmuş ona bakıyordu. Başında namazlık örtüsü... Sofanın ortasında kadının çeyizinden yadigâr bir konsol ve aynası...
 
“Rıfat gelmedi mi daha?” dedi, “Bu fabrika çok yoruyor onu...” Sesinde esirgeyen bir şefkat... “Ölümün zamanı, yaşamın zamanına dönüşmüştü” sanki.
 
Işık, ses, renkler, taş, ahşap, bronz ve sözcükler... Zamanın ve herkesin mülkü olan dil... Kim kullanırsa kullansın onları, tükenmeyen, tükenmek ne kelime, yağmalanırcasına kullanılsalar bile çoğalan şeyler... “İnsanı zapt etmeye imkân yok” diyor Kuzgun Acar, “Ben onun için figüratif heykel yapmıyorum... Ben hareketi yakalıyorum.”
 
Yontularında devinimin peşine düşen Kuzgun Acar, kuşun kendisini yontmaktansa, uçuşunu yontuyordu.   
 
Tıpkı zamanın gövdesine kazınmış o ev gibi... Biteviye devinen, her görünümünde yeni renklerle bezenen o oylumlu ışık. Aslolan, o ev değil de yolculuğun ta kendisi miydi yoksa? “Sanat, insanın kendine doğru bir yolculuğudur” diyen Avni Arbaş, bir yaylı tambur taksimi gibi dokunur şeylere...
 
O evi bir sonat gibi mi yazmalıydım? Birbirine karşıt gibi görünen, çatışan ve çelişen çok sesli bir uzam... Kontrpuanlarla devinik bir yapı ve dil... Ritimlerin albenisiyle dansı sözcüklerin...
 
O evin, bir füg gibi yazılabileceğini de düşünmeye başladım... Neydi bana fügü çağrıştıran şey ya da şeyler? “Aslolan varılan yer değil, yolculuğun kendisidir…” diyen Borges’in kargıladığı bir yangın yeri olmasın sakın?
 
Gel-git’li bir denizdi sanki o ev... Anı kırıntıları, eskiciye satılan udun gölgesi... Gümüş zarflı şerbet takımının kayboluşu ve elmas küpeleri büyükhanımın... Kuyulara inilen ipuçlarıydı şiir, doruklara çıkılabilen bir tutamak... Bir gerçeklikten bir düşe uzanan geçidi görünür kılma çabası. O görünmez sınırı geçtik mi, geçebilecek miyiz yoksa?
 
Aklım hücremde kalmıştı daktilom ve kâğıtlarımla. Düşlerim ise hep dışarıdaydı zaten. İnsanı, sonsuza dek genç kılan şeylerden biri aşk ise diğeri de yazıydı. Görünmez şeylerin görünür yüzü gibiydi o ve onlar.
 
Bir yangın yerinin soğuyan küllerinde gri bir resmin ışık-ışık gövermesinin tanığıydım. O ev, sanki hiç genç olmamış ve hiç yaşlanmamıştı. Bütün bunları evin bakışlarındaki çocuksuluğa ve zamana gönül gözü ile bakmama mı borçluydum?
 
Ludwig Wittgenstein, “Resim ile resmedilen arasında özdeş bir şeyin bulunması gerekir ki, biri diğerinin resmi olabilsin” derken o evi görmemiş olamazdı. O evi ne denli çok sevdiğimi şimdi yazdıkça daha iyi anlıyordum. 
 
“Çok güçlü bir gece yaşamı olan bazı ruhlar için, sevmek uçmaktır.” diyordu Gaston Bachleard, “Bedenin düşsel olarak yükselmesi, aşktan bile derin, daha özsel, daha yalın bir ruhsal gerçekliktir.”  
 
Kısa, anlık bir boyut...  Tekliğin bölünmezliği, hep var olan, hep çeşitlenip varsıllaşan temalar ve yinelenen motifler... Bir gerçeklikten bir düşe uzanan geçidi görünür kılma çabası... O görünmez sınırı geçebilecek miyim acaba, yoksa geçtim mi? 
 
Paylaşıldıkça çoğalan sevgi, bilgi, hoşgörü üçgeninde o ev ruhsal bir gerçeklikti, yazılıp okundukça paylaşılan, herkes için farklı kokular taşıyan bir tasarım...
 
 
 
 
 
 
 
Toplam blog
: 227
: 584
Kayıt tarihi
: 16.12.15
 
 

1952 Yılında İstanbul'da doğdu. Pertevniyal Lisesi'ni ve İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akad..