Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mayıs '12

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Güneydoğu gezisi (1) Peygamberler şehri Urfa/Akçakale

Güneydoğu gezisi (1) Peygamberler şehri Urfa/Akçakale
 

Tatil deyince benim aklıma otel- deniz- güneş- kum üçlüsü dörtlüsü değil de dere tepe dolaşmak, yeni yerler görmek, keşfetmek, tanımak geliyor.  Bu sefer de yolum Şanlıurfa-Mardin çevresine düştü.  Uzun süredir görmek istediğim yerlerdi oralar.  Arkadaşımın teklifiyle niye olmasın dedim ve kararımızı verdik. Bir tura katılıp gitmek daha kolay olurdu belki ama biz kendi maceramızı kendimiz yaratmak istedik, uçak biletlerimizi aldık ve ver elini Şanlıurfa dedik.

Arkadaşımın yeğeni Urfa’nın Akçakale ilçesinin bir sınır köyü olan Ekinyazı köyünde kutsal öğretmenlik görevini yapan bir genç kız ve okulunun bahçesinde bir lojmanda diğer öğretmenlerle birlikte kalıyor. Hem onu göreceğiz hem de çevreyi.  Öğretmen kızımızın kardeşleriyle birlikte biz dört kişi küçücük lojman odasında kendisinde misafir olduk.

Peygamberler şehri denen, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, ipek yolunun önemli duraklarından biri Urfa. Uçağımız koca koca tarlaların ortasında sanki terk edilmiş gibi yalnız başına duran pist dediğimiz tek bir beton yola sabahın ilk ışıklarıyla birlikte demirden bir kuş gibi süzülerek indi. Zaten İstanbul’dan günde tek bir uçuş varmış. Küçücük havaalanında tek bir uçak yolcularını indirdi ve gitti. Ve maceramız başlamış oldu.

Bekleyen Havaş otobüsüne bindik ve Urfa’nın merkezine doğru yola çıktık. Urfa, büyük caddeleriyle modern ve eskinin karışımı yapısı ile modern alışveriş merkezleri ve eski çarşılarıyla karmaşa yaratan büyük ve renkli bir şehir.  Hiç vakit geçirmeden Akçakale’ye giden bir minibüs bulup bindik.  Şoför ve muavin gürültülü bir şekilde Arapça olduğunu tahmin ettiğim kendi dillerini konuşuyorlardı. Öyleymiş nitekim. Meğer Akçakale’de herkes Arapça konuşuyormuş. Minibüs ahalisine baktığımda elbiseli ve başları poşulu sert görünüşlü erkekler ve renkli kıyafetli suskun kadınlar doluydu.  Merakla etrafıma bakındığım o kadar belliydi ki muavin olan kişi hocam hocam diye tanıtım sohbetine başladı.   

Yol boyunca uzanan yemyeşil bereketli tarlalar görüyorduk ve ne ekildiğini merak edip sordum. 90 lardan sonra GAP projesi ile birlikte çoğunlukla pamuk ve buğday ekiliyormuş. Gerçekten uçsuz bucaksız tarlalar göz alabildiğine uzanıyordu. Harran ovasının en bereketli toprakları imiş söylediğine göre buralar.

50 km. yaklaşık bir saat sonra Akçakale’ye vardık.  Burası Urfa’dan daha da farklı bir yer bilmediğimiz bir dünya gibi göründü bize. Akçakale Urfa’nın Suriye sınırına sıfır noktada bulunuyor ve Suriye’ye açılan kapılarından biri ama şimdi aktif değilmiş. Aktif olan kapı biraz daha ötede olan Ceylanpınarı kapısı.

İlçe nüfusunun tamamına yakını Arap kökenli ve giyimleri ve yaşantıları ile Arap kültürünün Türkiye’deki uzantısı sanki. Her yerde arap kıyafetli uzun elbiseleriyle renk renk poşulu koyu esmer erkekler ve pırıl pırıl renkli simli üzeri işlemeli uzun elbiseleriyle ve başlarında mor eşarplarıyla esmer kadınlar vardı. Kadınlar sanki erken yaşlanmış gibiydiler ve çoluk çocuk herkes bağıra çağıra Arapça konuşuyordu.    

Biz dört kişi ellerimizde valizlerimiz Ekinyazı köyüne giden minibüse gittik. Eski minibüs kalabalıktı ve ilçede gördüğümüz ilginç görüntülerin on misli fazlası köye giden minibüsteydi. Hemen ön yerlerdeki erkekler kaldırıldı ve biz yerlerine oturtulduk. Samimi ve saf halleriyle ahali pek bir sevimli geldi ilk bakışta. İki kişilik koltuklarda üç kişi oturduğumuz düşünülürse, eşyalarımız da kucağımızda, boş yerlerde de köye götürülen çeşitli malzeme ve çuvallar olduğu halde tıklım tıkış yola koyulduk. Adeta zaman içinde geriye yolculuk yapıyorduk. Eski Türk filmlerinden anımsadığım üzere “bir tavuklarımız eksik” deyip katıla katıla gülüyorduk pek de belli etmemeye çalışarak. Dışarıda da aynı Yaşar Kemal’in romanlarındaki sarı sıcak tabirine uygun bir güneş ve biz ter içinde yol alırken birden arabayı kenara çekti şoför.  

Etraf ta tenha, hiçbir ev ve insan yok ve tek tük geçen arabalar ve üstümüzde güneş. Ve bizde şok. Araba çalışmıyor, bozuldu. Gar gar gar almıyor marş, şoför uğraşıyor kaputu açmış tamir etmeye çalışıyor ama yok olmuyor. Motordan anlayanlar teker teker bir el attılar ama hayır çalışmıyor. Kaldık öylece yolda. Cep telefonlarına davrananlar kendi dilleriyle konuşuyor ve bir gürültü gidiyordu. Bir yarım saat kadar o sıkışık düzende sıcak altında bekledikten sonra nihayet başka bir araba geldi ve bizi alıp yola koyuldu.

Ve nihayet köye ulaştık. İşte köyün sağlık ocağı, tek eczanesi, tek bakkalı, okul ve bahçesinde lojmanı ile karşımızdaydı. Köy de bunların arkasında sessiz sedasız yerini almıştı. Sanki yaşamıyormuş gibi. Köyün rengi tamamiyle toprak rengi, evler topraktan çatısız hepsi aynı biçim. Geceleri çatılarda yatıyorlar.

Burada kumalık çok normal görünüyormuş. Adamların çoğunun iki veya üç karısı var, çocuklar ayrı annelerden, kalabalık bir şekilde yaşıyorlar kendi hallerinde. Üzerine kuma gelmesini istemeyen kadın da durmadan çocuk doğuruyormuş. Ayrıca son zamanlarda moda olan Suriye’den gelin almak bol miktarda var burada. Çünkü ucuz geliyorlarmış. Genç gelinler adamın ikinci, üçüncü karısı olarak para karşılığı Türkiye’ye gelip yerleşiyormuş.  Hasattan gelen para ile ya büyük oğlunu evlendiriyor ya da adam kendi evleniyormuş. Ve çocukların çoğu kimliksiz, ayrıca Türkçe öğrenmek de sanki istemiyorlarmış, bu konuda öğretmenler zorlandıklarını söylüyorlar.

Ayrıca kaçak elektrik de çok fazla burada. Elektrik faturası sadece devlet kurumlarına geliyormuş. Geceleri de sık sık elektrikler kesiliyor, ama niye kesildiğini de herkes biliyormuş. Ya kaçak birileri geliyor ya da gönderiyorlarmış elektrikleri kesip. Halk aslında fakir değil, hasattan veya kaçaktan kazanıyor. Evlerin önlerinde son model arabalar var ama çocukların ayakları yalınayak ve kirli giysilerle okula geliyorlar. Sümükleri devamlı akıyor ve kirliler.

Öğretmenlerde tedirginlik vardı, hareketleri ve giyimleri ölçülü idi. Balkona bile çıkıp oturmadıklarını gördüm. Arada camlarına taş atıyorlarmış söylediklerine göre. Belki ergen çocuklar bilmiyorum. Ben yine de iyi niyetimi bozmadım. Akşam biraz köyü dolaşmaya çıktık ve okulun bahçesindeki çardakta oturmayı denedik. Hava kararmıştı ve birden hızla atılmış güm diye bir taş düştü orta yere. Okul çitinin dışından atıldığı belliydi ama önemsemiş görünmemek için kalktık ve içeri girdik.

Urfa’daki ilk günümüzü de böylece tamamladık.

(Devam edecek)

Şükran Demirtaş

 
Toplam blog
: 249
: 3042
Kayıt tarihi
: 19.03.11
 
 

Doğup büyüdüğüm şehirde, İstanbul'da yaşıyorum. Emekliyim. Gezmeyi, görmeyi, keşfetmeyi sevdiğim ..