Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Nisan '19

 
Kategori
Edebiyat
 

Günlüğümden Huzursuz Sayfalar

Uyudum, uyandım. Ama tekrar uyumak istedim. Sabahtı henüz. Dünden beri bir gariplik vardı. Şimdi uyanıp tekrar uyumak isteyince daha garip hissettim. Beynim, burnuma doğru akıyordu sanki. İnce ince kesilmesini belli belirsiz hissediyordum beynimin, kesilen parçaları genzime doluyordu. Dün uyuşan beynim, kafatasımın içinde rastgele dönüyor gibiydi, beynimi bugünkü bu operasyon için uyuşturmuşlardı sanki.

***

“Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe”

O çocuğu ilk nerede görmüştüm? Kurtuluş metrosuna binerken mi, yoksa Maltepe’de mi? Tatil günü nöbetçi eczane aramak hep böyle silik olaylarla dolar nedense. O gün de ilacı saatinde alırsın ama eczaneyi bulana kadar yanında bir tane bile ilaç yoktur. Evet, ilaçtan değil; yanında ilaç olmaması endişesi hastalığı arttırıyor, ondan.  Filozofun dediği gibi, bizi korkutan o şeylerin kendisi değil, onlar hakkındaki düşüncelerimiz…

Eğer böyle olduğunu bilmesem, nerede gördüğümü kestiremediğim o çocuğun, şimdi Kızılay’da gördüğüm çocukla aynı çocuk olduğunu düşünürdüm. Ama bu takip hissinin ilacın yanımda olmayışından kaynaklanan endişeden olduğunu biliyorum. Bunları düşünerek, yaşadığım bu korkunç hayatı kendimce kontrol altına almaya çalışırken aklıma bir şey geldi. Böyle takip edilme endişesi gibi paranoyak düşüncelerin ya da birinin varlığı ve yokluğu gibi şizofrenik düşüncelerin ortak noktası insanın kendini değersiz hissetmesi aslında. Olmayanlar olsun; olanlar olmasın. Yaşamak, bu başıma gelenlerle sınırlı bir sıkıcılık değildir, olamaz, olmamalı! Aksi halde insan kendini berbat bir şekilde önemsiz hissediyor.

***

İlacın dozunu azalt dedi, haklıydı. Mutluyduk çünkü. İlaçtan daha tesirliydi, bunu biliyordu. Onun bunu bilmesi beni de mutlu ediyordu. İlacı azalttım. Bu imkansız ilişkinin bir yerde biteceğini bilirken, evet, bile bile mutluluğuma güvendim. Gerçek mutluluk da mutsuzluk da kendine güvendirir, hep kalıcıymış hissiyle bizi aldatır.

***

Geçen gece, başımın arkasında ellerimi birleştirip dizlerimi göbeğime çekmiş vaziyette bulunca kendimi yine endişelendim. Zaten endişeliydim. Hep endişeliyim! Başımın ucunda bir elbise dolabı varmış gibi geldi ama gerçekte orada valizim vardı. Dolap olan yer bizim evdi. Annemle babamın yaşadığı, hepimizin oradan oraya savrulurken merkez tayin ettiği baba evinden bahsediyorum bizim ev derken. Kalıcı olarak ayrılıp kalıcı olarak hiç dönemediğimiz evden… Değilse başucumda valizin ne işi var? Ne yatılı okulun yurdunda, ne üniversitenin yurdunda ne de arkadaşlarla çıktığımız o öğrenci evlerinin hiçbirinde bu valizi bir yere sığdıramadım. Valizlere neden yer bulamayız? Evlenmediğimizden. Evli insanların valizleri ortada görünmez.

Neyse işte, nerede olduğumu kestiremiyordum, saatin kaç olduğunu da. Işıkları kapattım, migren ağrısına en iyi ilaç karanlıktır, ehli bilir. Işığı açıp, yatağıma ve saate baksam bu boşlukta olduğum hissi çözülecek. Bir de şu başımın arkasından bağladığım ellerim kendimi şizofren gibi hissettiriyor. İlk önce onların çözülmesi gerekiyor.

***

Her şeyi sensizliğe bağlamamaya kararlıyım. Öyle yapınca ayrılamıyoruz, biliyorsun. Ayrılıkların sevdaya dahil olduğunu hiç önemsemedik biz. Severek ayrıldık, ayrı kalırken de sevdik. Mutsuz olduğunu biliyorum. Böyle kupkuru söyledim sanki mutsuz olduğunu… Ama bu ayrılık zamanlarındaki uzun tasvirler, ürkek bir yeniden kavuşma talebine dönüşmüyor mu? Gerek yok şimdi…

***

Yine beynimin genzime aktığı bir gecede sinüzit teşhisi koysun diye olacak acile gittim. Bu teşhis, beynimin yerinde olduğunu bana ispatlayacaktı çünkü. Başımın ağrısından uyuyamıştım. Dilimin üstüne bastırdığı tahta çubuğu daha da bastırdı doktor, birazcık akıntın var dedi. Beynimin parçalarını görmedin mi diye sormak isterken başım çok ağrıyor ama diyebildim. Ağrı kesici yeter dedi ve gönderdi beni. Birisinin yardımı olmaksızın, öyle bir başına acile gelen adamın aşktan başka ne derdi olabilirdi ki? Kızmadım doktorun ilgisizliğine.

Nöbetçi eczane arama bahanesiyle beni Mamak’a kadar götüren taksiciye de laf etmedim. Karanlık odadan iyidir dedim yine de Mamak sokakları. Geziyorduk fena mı? Muhabbet de ediyorduk taksiciye göre. Kızı hemşireymiş taksicinin. Şu ülkede artık işiyle ya da işsizliğiyle çocuklarını anmayan ana baba kalmadı. Bir yandan taksiciyi dinliyormuş gibi yaparken diğer yandan da Gülveren’in karanlık ve boş sokaklarından zaman ve mekan algımı toparlıyordum.

Herkesin uyuduğu bu saatte uyuyamamaktan muzdaripliğime aldırmamaya çalışırken taksicinin yaptığı işi beğenmediğini, çalışmak zorunda olduğu için bu işi yaptığını söylemesiyle biraz daha kendime geldim. Nasıl bir ülkedir ki bu ülkede kimse yaptığı işi sevmiyordu. Aslında sevebilir çoğu insan, seviyor da bence. Ama “herkes” olmanın yolu “herkes” gibi olmaktan geçiyor. Herkes ne huzurlu bir laf! Taksici de kendi huzuru yerine herkesin huzursuzluğunu tercih ediyor. Herkesin huzursuzluğu, benim huzurumdan daha huzurlu, biliyorum. Taksici de biliyor kendi huzurunun değerini ama satıyor işte onu kolayca herkesin o daha huzurlu olan huzursuzluğuna. İyi kötü kazanıyor da yaşıyoruz demiyor da huzursuzum diyor herkes gibi. Bu kadar kötü mü herkes gibi olmak? Ucuz bir kendini ispatlama yöntemi değil mi bu herkes’le başlayan eleştiriler? Mesela şimdi herkes uyuyor, sen uyumuyorsun da ne oluyor diyerek yine kendi bilincimle konuşmaya hatta konuşmak da değil bilincimi ikna etmeye yöneldim.

***

Eve gelince sabaha yakındı. Artık bilincime laf anlatacak gücüm kalmamıştı. Ona laf anlatsın diye olacak, var’ın var olduğundan şüphelenen kişinin bir organını kesin ya da onu dövün, anlar diyen İmam Maturidi hazretlerinin Kitabü’t Tevhid’ini okumaya başladım.

Senin yokluğunu kabul ettiğimde, var olan her şey yeniden var oldu algımda. Nerede olduğumu ve vaktin sabah olduğunu hissettiğimde ezan okundu.

“Yoktan da vardan da öte bir Var vardır…” diye mırıldandım kendi kendime.

25 Nisan 2015

 
Toplam blog
: 60
: 348
Kayıt tarihi
: 07.09.16
 
 

SBF-Mülkiye mezunu, TCDD'de Memur. ..