Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Eylül '14

 
Kategori
Deneme
 

Günü mü yoksa kendini mi yaşamak? Hangisi?

Günü mü yoksa kendini mi yaşamak? Hangisi?
 

Boyasan da gelmez geri! Görsel kaynak: www.Turkish-medya.com


Evreka! Evet buldum. Bize, kendimizi nasıl hissettirmek istediklerini buldum!

O müthiş Gogol öykülerini çağrıştırırcasına bir sabah kalkıyorsunuz ki (meselâ ) koskoca gökyüzü yok olmuş! Ya da yer çekimi artık yok! Her şey öylece havalarda geziniyor ama birbirlerine çarpıp kırıp dökmeleri de sistem tarafından bir şekilde engellenmiş! Eski duruma ise sadece ihtiyaçlar ötesi, çılgınca bir tüketimle ve ona dayalı gösterişler, eğlenceler yaptıkça dönebiliyorsunuz. Onların ağırlığıyla gökyüzünü geri çağırabiliyor, yer çekimini de o havai hafifliğin ağırlığıyla yeniden bulabiliyorsunuz! Bir an vaz geçip, ara verip bu eylemleri yap(a)madığınızda yerçekimsiz ve gökyüzü yoksunu ortam tekrar başlıyor, olmayan gökyüzüne doğru amaçsızca yeniden yükseliyorsunuz!

Bu arada doğadaki ve etraftaki tüm renklerin parlaklığı da yok olan o gökyüzünün koyu gri, derin, uçsuz bucaksız boşluğu tarafından yutulmakta... Sadece tükettikçe, gösteriş yaptıkça, eğlendikçe, geçmişin tüm güzel/insani değerlerini yok saydıkça, gücünün yettiklerine hükmettikçe, vb. geri gelmekte... Bu dengeyi başka bir yolla (bilinç, eğitim, anlamlı çalışma, sebat, dayanışma, iyilik vb.) sağlama olanağı kalmamış. Yapabileceğiniz tek şey ellerinizi -artık çoğu (zam)an olmayan- gökyüzüne doğru açarak dua etmek.

Tarihsel, zihinsel ya da bilişsel atmosferi olmayan bir gezegene dönmüş adeta zihinler ve kalpler... Oysa günde asgari on beş vakit üzerimize dijital-enformatik göktaşlarıyla yağan bir slogan var; “Günü yaşa, günü yaşa!..”, “Unutma, sen sadece anı yaşa!.. Öyle güçlü ve ters istikamette çağrışımlar yaratıyor ki bu türden görünmez sloganlar!

Peki ya nerede dünün tarihsel bilge efendiliği ve yarınların taze süt kokulu bebeksi umutları?

Üç ana bölümden oluşuyorsa bedenlerimiz; baş, gövde ve ayaklar... Tarih öncesinden gelen tarihsel bilinçse ayaklarımız, yarına uzanan düşlerimiz, hayallerimiz ve umutlarımızdır başlarımız. Bastığımız yer, sağlam mı sağlam, büyülü coğrafya, en az bin yıllık Türkiye’miz!.. Bir ayağımız Trakya'ya basarken, ötekisi üstündedir tarih ötesi Anadolu’muzun. Ayaklarımızla başımızın bu manada uyumlu kardeşliği de tarihsel bilincimizdir. Oysa bu küresel göktaşlarıyla yağan mesajlar, diyor ki sanki bizlere:

Unut bunları sen, yarı-ergen ve bilinçsizce yaşa!..

Hep daha da fazlasını isteyen, çılgın bir ediniş ve tüketiş içinde yaşa.

O öğüten, sindiren organının en geniş alanı kapladığı yerin olan, sadece gövden ile yaşa.

Gündelik, “an”lık hazlarla, kelebekler gibi ve balık hafızalarla, her sabah yeniden doğup her akşam ölüşlerle yaşa!..

Bu tür, kelebeksi bir var oluş ne kadar rengârenk olsa da, genel ve soylu bir varoluş günlük varoluşların birikimli toplamından oluşmaz ki... Tarihsiz, düşsüz ve bilinçsizce... O, tamamen farklı ve derin bir varoluştur.

Bense, toplu bir intiharı andıran böylesi bir çöküş ortamı içinde, doğal bir korunma ve katlanma refleksiyle, düne ve yarınlarıma daha bir şefkatle sığınırım, öz akrabalarımmışcasına... Dedelerim, anneannelerim ve torunlarımmış gibi. Cicili bicili günü yaşarken çaktırmadan ve "ılımlıca" üzerlerine örtülmeye çalışılan örtüleri, şalı ya da türbanı bir çırpıda kaldırarak!..

“Günü yaşa, günü yaşa” diyorsun bana, küreselim, globalim, emperyalim, aşırı iştahlı ve doymaz cüce devim. Kısa vadeli, yapay cennetim. Kavramadan asıl anlamını “Carpe Diem”im!..” Israrın fazlası aşık usandırır” derler, bırak da ben, düne ve yarına da bakayım.

Çünkü senin kuralsızca ve hızla bir ediniş, önce biriktiriş sonra da aşırı bir tüketiş konusunda tekdili konuşan iştahlı lisanın ve tükettikçe daha da çok acıkan, böylelikle beni hayretler içinde bırakan bir formun var.

Senin yeni, güncel, müthiş ve son model dediklerinin çoğu aslında adı “eski” olan bir devin omuzlarına oturmuş cüceler değil de nedir?

 Sen Alzheimer gibisin. Maddi olarak karşımızdasın fakat geçmişin ve geleceğin bilgisi olarak ne sen ne biz varız senin içinde... "Geçmişin ve geleceğin bir olduğu, yani zamanın hafızasını yitirdiği (anlık varoluşa doğru kapanan) bir zaman gibisin sanki..." 

Sen ikiyüzlüsün! "Gün"ün ve "an"ların, coşkulu hazlar ve tüketim nesneleri ile tıka basa doluyken ülkemin "herkesin ülkesi", bunlar boşaldığında, yokluk, durgunluk ya da kriz anlarında ise "hiç kimsesiz bir ülke" haline bürünmesi de ikiyüzlülüğünün temel bir göstergesi!

Üstelik sen ayrımcısın! Sen, birçok çığırtkan eşliğinde, adeta bin bir eda ile, havai fişekler ve çığlıklar altında ekran ekran yürürken, ötekileştirdiğin "dün" ve "yarın" sesizce ve derinden ilerlemek zorundalar: Yeraltından, dehlizlerden ya da derin zihin kıvrımlarının dik yamaçlarından, ölüme karşı, yok oluşa karşı yürümek...

İşte bu durum karşısında, sana bırakmak istemiyorum ben, ülkelere, uluslara ve halklara yaptığını; böl, parçala ve yönet!.. Bu kez ben bölüyorum bedenimi üçe; baş, gövde ve ayaklarım olarak... Kozmik zamanımı da öyle, dün, bugün ve yarın olarak. Kendim yönetebilmek için kendimi, bilinçli ve özgürce, senin silahınla koruyarak kendimi ve şaşırtarak seni. Ben ve kozmik zamanım üçer parçayız, özerk olsak da, senin aksine, çok güçlü halatlar atarak birbirimize, geri dönüşsüz bir uyum ve bütünlük içinde sana karşı direnerek. Tarihselliğim, anın üretken ve paylaşımcı dinamizmi ile yarın umutlarımla. Ana parçalarımın bilinciyle öz bütünselliğimi bilerek ve severek. Onu önce acemi ama azimli bir çaylak çalışkanlıkla oluşturup, Mevlana’dan aldığım feyiz, Yunus Emre sadeliği ve her ikisinin derviş sabrıyla koruyarak... O, hiç aksamayan, hiç eskimeyen, düzenli ve güçlü, sözsüz ahengiyle, bir zamanlar Atilla Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan'ın kurduğu (1972-1975) orkestranın, “Dün-Bugün-Yarın” nın, yürek ısıtan senfonik sıcaklığıyla.

Dünüme, yer ve zamanın altına uzanan ayaklarımın biri değerken Şeyh Galip'e Dede Korkut , Mevlana, Yunus Emre, Voltair ve Erasmus'a, diğeri uzanır Sartre, Cemal Süreya, Melih Cevdet Anday, Onat Kutlar ile Can Yücel ve Nazım’a. Gövdem de teğettir aynı zamanda Yaşar Kemal, Kemal Özer, Füruzan, Özdemir İnce, Murathan Mungan, Ataol Behramoğlu ve Alev Alatlı’ya. Başımda ise kavak yelleriyle yarınlarımın ulak güvercinleri yuva kurarlar Alwin Toffler, Tahsin Yücel ve Isaac Asimov’un satırlarına...

Duam o dur ki;

Düne ve yarınlarıma; tarihime, düşlerime ve umutlarıma uzanan, bilincimin soluklandığı, sabırla kazılmış tüm dehlizlerimi, tünellerimi (olur ya şaşırıp da, bilmem kaç “M” hipermarket/ “Mall” ya da "süper" değil de aslında "sapar market" raflarından boşalma ürünlerle) tıka basa doldurup da soluksuz bırakma beni ey şaşmaz bilincim!..

Reklâmlarla sersemlemiş, aşüfte taleplerle şımartılmış, yarı-ergen bir çocuk arsızlığıyla baş başa bırakma beni.. Tünellerimi tıkayan o cicili bicili ürünlerin önünde, hep yarı aç ve yarı bitap bir halde bırakma!

Gelinciklerin, güllerin ve tüm çiçeklerin yerinde, bahçesinde daha güzel durduğunu, bir demet yetecekken, hepsini evime alıp götürsem, ne tür bir gaflet içine düşebileceğimi şaşırıp da bir süreliğine unutursam, acayip bir telaş ve gafletle, vitrinlerdeki ve raflardakilerin gerekenden çok fazlasını önce portatif sepet araçlara bindirip sonrası da evime indirirsem eğer, beni affetme, yargıla ey şaşmaz bilincim!

Ne yapacağım, nerede olacağım ben?

İçeride mi, dışarıda mı olacağım?

“Home- theatre”mı, plazma/ LCD-led TV. mi ya da şimdilik dört çekirdekli bilgisayarımı maksimum verimlilikte kullanabilmek için evimde olmam gerek. Oysa moda giysilerimi giyinip de, sinemaya gitmek ya da (yerli dizi kahramanlarına yapay da olsa illa ki benzemek zorunda olan) eşimi (ya da sevgilimi) koluma takarak “in” mekânlara, son model aracımla giderek cümle âleme parmak ısırtmam içinse, aksine dışarıda olmam gerek.

Yoksa ben bir içeride, bir dışarı mı olmalıyım? Evet öyle de, daha çok dışarıda, daha az içeri de mi olmalıyım? Yoksa tam tersini mi yapmalıyım? Daha çok nerede olmalıyım? Ama her halükarda soranlara, iş, özel hayat ve sosyal yaşamımda edinip tükettikçe katmerleşen o müthiş ve başarılı uyumumdan bahsetmeliyim.

İyi güzel de, tüm bu “anlar”ı yaşarken, olur ya, sadece ihtiyaçları olan ve taşıyabilecekleri kadarı ile, doğa ile iç içe, uyumlu, sade, cesur ve basit bir hayat yaşayan Nepal yerlileri, Kızılderililer ve Aborjinler kadar mutlu bir yaşam sürebileceğimin garantisini bana kim ve nasıl verecek?

Ey şaşmaz bilincim!.. bu yapay cennetin pırıltılı nimetlerine kanma, soluksuz kalma... Bu geçici küresel mevsimlerde “an”a, “bugün”e kanıp beni 'dün'süz, 'yarın'sız ve sensiz bırakma!..

Ve ben aslında nerede olmalıyım?

Anladım ki başım, gövdem ve ayaklarımın ahenkli uyumuyla, dün, bugün ve yarınımın bilinçli bütünlüğü içinde en iyisi ben hep kendimde olmalıyım, kendimi yaşamalıyım.

 İ. Ersin KABAOĞLU,

11 Eylül 2014, Ankara

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..