Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Mayıs '08

 
Kategori
Felsefe
 

Günümüzün en geçer sermayesi: ‘Korku’

Korku fenomeni, patlayıcısı bizim, uzaktan kumandası başkasının elinde bir bomba gibidir. Bu yüzden üzerine çok dikkatlice ve titremeden gidilmesi, sinirleri germeden düşünülmesi gereken çok önemli bir konudur. Korku’yu tanımak için, korku’ya etkisi olanları, yani korku’yu besleyenleri, yani uzaktan kumandadaki kırmızı şaltere parmak olanları çok iyi tanımak gerekir.

Ne zaman doğmuştur korku? Neden doğmuştur korku? Nasıl doğmuştur korku?

Bir varmııış, bir yokmuş. Ne daha evvel zaman içinde, ne de kalbur saman içinde, iki tane ‘hiç’ varmış. Kabul, benim sözünü edeceğim iki ‘hiç’ kadar daha nice ‘hiç’ varmış ama ben bu iki ‘hiç’i tanıdığım için anlatıyorum: evet, yok vakit, yok mekân, ikisi de, birbirinden habersiz, ‘hiç’ olmaktan sıkılarak ‘hiç’ ‘bir şey’ olmaya karar vermiş ve sonunda da ‘hiçbir şey’ olabilmişler. Nasıl olabildiklerini daha sonra anlatacağım.

Evet, ‘hiçbir şey’ olabilmişler ama ikisi de sonunda hiçbir şeyin değişmediğini görmüş. İkisi de ‘hiç’i ‘hiçbir şey’den ayıranın sadece boş bir hayal, bir nev’i kendini kandırmaca, kendini avutmaca olduğu yargısına varmış. Biri bir ‘hiç’in kendisinden söz etmesinin dahi mümkün olamayacağı düşüncesiyle bocalarken, diğeri de kendisini, bıktığı ‘hiç’liğini paylaşabileceği, başka bir ‘hiç’in de olup olamayacağı sorusuyla oyalıyormuş. Biri bir ‘hiç’in kendisinden söz edebilmesi için mutlaka bir başka ‘hiç’e ihtiyacı olduğu sonucuna varırken, diğeri de bir ‘hiç’ varsa neden başka bir ‘hiç’ daha olmasın yanıtıyla kendini umutlandırmasını bilmiş.

Dedim ya, ne daha evvel zaman içinde, ne de kalbur saman içinde. Yine yok vakit, yine yok mekân, bu iki ‘hiçbir şey’in tesadüfen yolları kesişmiş ve sohbet etmeye başlamışlar. Şimdi ‘hiç’ ve ‘hiç’in yok vakitte yok mekânda nasıl yolları kesişir, nasıl sohbetmeye etmeye başlarlar, olmayan iki şeyin nasıl yolları kesişir, olmayan iki şey nasıl birbiriyle sohbet etmeye başlar diyecek olursanız, bilesiniz ki bu mümkündür! Şöyle ki: bir ‘hiç’i kabul ederseniz, bir başka ‘hiç’i de kabul etmek zorundasınız; tabiî iki ‘hiç’in de aynı olması koşuluyla; iki ‘hiç’i kabul ederseniz de, bunların yollarının kesişebileceği ihtimâlinin mutlak zaruretini kabul etmek zorundasınız. İki ‘şey’in yollarının kesişebilmesi ihtimâlinin mutlak zaruretinin doğallığı da matematiktendir. ‘Peki, nasıl sohbet edeceklermiş?’ derseniz, o zaman şunu da bilmelisiniz ki, bu da mümkündür! Aynı ‘varlık’taki ya da ‘yokluk’taki iki ‘şey’in, yani bizim anlatımımızla ‘hiç’in, birbirleriyle sohbet edebilmesi, yani komünikasyona geçebilmesi de, bunların yollarının kesişebilmesi ihtimâli kadar zarurîdir.

Evet, bizim iki ‘hiç’ sohbet etmeye başlamışlar dediydim ya, sohbetlerinin sonunda da şu sonuca varmışlar: belki iki ‘hiçbir şey’ ‘bir’araya gelirse ‘bir şey’ olabilir. Kısacası, bu iki ‘hiçbir şey’ bir araya gelebilmekten öte birlikte olabilmenin yollarını aramaya koyulmuşlar. Öyle ya, iki ‘hiçbir şey’ nasıl birlikte olabilir ki? Sonunda ‘bunun bir tek yolu var’ diye düşünmüşler: yine iletişim. ‘Bir araya’ gelebilmenin şartı, her tanımıyla iletişimdir demişler. İletişim’in sonu ‘algılayış’sa, başlangıcı da ‘yaklaşım’, ya da (karşılıklı) ‘çekim’dir demişler. Bizim iki ‘hiçbir şey’ düşündükleri gibi birlikte olabilmek için birbirlerine daha çok ‘yaklaşmaları’ gerektiği konusunda anlaşmışlar. Hemen birbirlerine biraz daha yaklaşmışlar. Sonra durmadan birbirlerine yaklaşmanın yolunu bulabilmişler. Gidilebilinecek yolun bir yönü varsa, o yöne doğru katedebilinecek mesafenin uzunluğu izafîdir.

Evet, daha sonra, günlerden bir gün, iki ‘hiçbir şey’, birbirinden habersiz, diğer ‘hiçbir şey’e yaklaşalı nelerin değiştiğini tespit etmeye kalkışmış. İki ‘hiçbir şey’ de birbirinden habersiz aynı sonuca varmış: ‘bir araya’ geleli değişenler her iki ‘hiçbir şey’e de bir ‘şey’ olabilecek yetenekte olduğunu müjdeliyormuş. İki ‘hiçbir şey’in ‘bir araya’ gelmesinden meydana gelen artık kayıtsız şartsız ‘şey’di. Hani sorarlar ya, ‘yoktan var olur mu?’ diye, oluyor işte, hem de bal gibi. Ama düşünüldüğü gibi tek bir ‘hiç’ten, yani ‘yoktan’, değil, iki ‘hiç’ten, yani iki ‘yoktan’, var olabiliyor. Bir ‘şeyi’ yoktan varedebilmek için en az iki ‘hiç’e ihtiyaç vardır. Bizim iki ‘hiçbir şey’ de artık ‘şey’lerine kavuşabilmiş olmanın ‘harmonisinden’ sarhoş gibiymiş. Günlerden bir gün bizim iki ‘bir şey’in içine bir kurt düşmüş. Ya henüz kavuştukları ‘şey’lerinin ‘oluşumunun’ ve ‘gelişiminin’in devamlılığını tehlikeye düşürecek başka bir ‘şey’ ortaya çıkacak olursa? Bu ihtimâli sıfırlamanın yolunu bulmak gerekir diye düşünmüşler. Önlemler, bilgisayar âleminin jargonuyla konuşacak olursak, anti virüs sistemleri, oluşturmaya karar vermişler. Sonunda da bu önlemlerin hepsinin komutasını, yani ‘kırmızı düğme’ye basma yetkisini, bizim iki ‘hiç’i ‘bir şey’ olalı ‘korku’ dedikleri ‘sistemik gücün’ eline teslim etmişler. Bizim iki ‘bir şey’ bundan böyle ‘hiçbir şey’e ‘bir şey’ olsun istemiyormuş. Tabiî bu ‘şey’ de bir gün ‘hiç’ olacağı günü görecekmiş. Ama zaman, yavru ‘şey’in ‘oluşum’ zamanıymış. Evet, işte o aynı ‘zaman’, ‘korku’nun da ‘oluşum’ zamanıydı. O zaman bu zamandır da korkarız. Aslında korkumuz ‘yoktan’dır. İki ‘hiç’ yüzünden korkarız.

İzin verirseniz, ‘korku’nun bugün ne hale geldiğini de anlatayım. Korku, ‘şey’in oluşumu süresince savunma sistemi olmanın yanısıra, ‘silah’ olabilmesini de öğrenmiştir. Aslında bizim ‘hiç’ten meydana gelen iki ‘bir şey’in ‘şey’lerini korumak için geliştirdiği savunma sistemi ‘korku’nun, insanın aklı ile tanışalı başına gelmedik kalmamıştır. Nasıl mı? Bir gün insan, ‘korku’nun üstesinden gelebilecek kurnazlıkta olduğunu kendisine tekrarlayıp duran aklına kulak vermiştir. Aklı haklı da çıkmıştır. İnsan artık ‘korkmasını’ da ‘korkutmasını’ da öğrenmiştir. Şayet ‘korkmak’ bize bizim iki ‘hiç’ten miras kalan savunma mekanizması ise, ‘korkutmak’ da insanın aklını kullanarak kurduğu, ‘korku’nun da içinde olduğu daha geniş bir savunma sisteminin son çemberidir. Ancak ‘korkutmak’ da artık herkesçe bilinen bir formül olduğu için, zamanında ‘korku’gibi şimdi o da sistemin bir parçası olmuştur. Sistem kendi savunma mekanizmasını sindirmiştir. Bu yüzden yeni, bu sefer ‘korkutma’nın da içinde olduğu daha geniş bir savunma sistemi geliştirmek gerekir. Henüz biz insanlar öyle bir sistemi geliştiremediğimiz için korkarız. Rüyâmızda bile. Rüyâ da korkmak çok derin bir konudur. Öyle bildik şeylerden korkmaya benzemez. Bu dünya hiç kimseden korkmayan ne kadar kahraman görmüştür. Güçlü kahramanlar. Kıyaslanır bir gerçektir ‘güç’. Ama en güçlüsünün bile rüyâsından kedi görmüş fare gibi korka korka uyandığını tarih kitaplarından okuyabilirsiniz. Birçok başka şeyin yanısıra ‘korku’yu da biraz olsun kontrol altına alabilmek için geliştirilen ‘korkutma savunma mekanizması’ yetersiz kalmaktadır. Yaşadığımız dünyayı paylaştığımız diğer yaratıklar üzerindeki hakimiyetimizi ‘mutlak’laştırabilmişiz. Tamam, dünyanın orasında burasında bazı kazalar oluyor. İnsan birebir karşılaşmalardan mağlup ayrılabiliyor. Ama insan kendine sistematik bir şekilde tehlikeli olabilecek yaratıkların üstesinden gelmesini, aklına şükür ya da yazık, bilmiştir. Artık ‘korku’lacakların listesi biraz daha kısalmıştır. Ama bir şeyi, çok ama çok önemli bir şeyi unutuyoruz. Biz hep ‘korku’ya nedenin kendisini ortadan kaldırmışız. ‘Korku’nun kendisi yerinden bir santim bile oynamamıştır. Bu yüzden de bir korkunun üstesinden gelebilmişken, bin yeni korkunun tuzağına düşmekten kendimizi alamamışız. Çünkü bir şeyi kabul edemiyoruz: bizler de aslında iki arkadaşımız ‘hiç’ gibi daha ‘hiçbir şey’in torunu ‘şey’leriz. Tamam ‘her şeyiz’, ama ‘her şey’ olabilmenin aklımızın erdiği kaidelerini yerine getirmeye çalıştğımız sürece. Bu çabanın bizleri ‘sabırsız’ yapmasına izin vermek gibi, ilâcın çok önemli bir yan etkisini görmezlikten gelir ya da hafife alırsak, küçücük bir etkinin bizi göz göre göre yok etmesine tanık kalmış oluruz. Akıllıca davranmalıyız. ‘Korkutarak’ ‘korku’nun üstesinden gelinemeyeceğini görebilmeliyiz. Aklımıza daha çok sarılmanın zamanının geldiğini görebilmeliyiz. Bir de biz insanların neden korktuğunu düşündüğümde, diyorum ki, korkutan da bir, korkan da. Yani rüyamızda her korktuğumuzda aslında birbirimizi korkutmuş oluyoruz. ‘Korku’lacak bir şey yoksa bile ‘korkutma’yı icat eder kendi kendimizi korkutarak korkmaya devam ederiz. Demek istediğim, korku o kadar da kötü bir şey değildir. Hele hele rüyâda. Yalnız, etkisinin dozajını fazla kaçırmamak gerekir ki, o iş de çok önemlidir.

Evet, nice güzelliklerin yanında ne korkular var. Artık dünya her şeyin güzel, her şeyin korkunç olduğu bir yer oldu. Sanki imanokomik krizden yara alan ilâhî sub şirketler, cennet ve cehennem, füzyon kararı sonucu kaynaşmış gibiler. Sanki bu füzyondan kötü anlamda nasibini alan nice melek ve şeytan da işsiz kalmamak için ucuz dünyada neredeyse bedavaya görev yapmaya razı olmuş gibi. Dünyanın aynı zamanda hiç bu kadar çok ‘meleği’ ve bu kadar çok ‘şeytanı’ olmuş muydu? Sanmıyorum. Sanırım insanlık ilk kez hem en güzel hem en kötü dünyada yaşıyor.

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..