Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Mart '13

 
Kategori
Deneme
 

Gurbet o kadar acı ki...

Gurbet o kadar acı ki...
 

Çocuklar ve oyuncakları


Bir tıp doktoru olan Johannes Hofer, 1688 yılında üniversitede yazdığı tezine konu olarak, yurt dışında çalışıp da yurt hasreti çeken İsviçreli askerleri seçer.

Bunların bir gün ülkelerine dönmek umuduyla, ama bulundukları yerlerden de kopamamanın acısı içindeki durumlarını, Yunanca nostos (dönüş) ve algos (acı) sözcüklerinden 'türettiği'nostalji sözcüğü ile tanımlar.

Nostaljinin bu anlamının Osmanlıca'daki karşılığı, 'daüssıla 'dır. Sözcük, hem fiziksel hem de duygusal manada bireyleri etkileyen, hastalıklı bir durumu tanımlar.

Peki bir hastalığın semptomlarından olan, vatan hasreti çekmekten dolayı bireylerin üzerine sinmiş üzgün ve süzgün ruh hali, nasıl olmuştur da daha sonradan 'geçmişe duyulan özlem' anlamına dönüşmüştür?

Soruyu şu şekilde de sormak olasıdır, nostalji günümüzde geçmişe duyulan özlem anlamında kullanılıyor ise, bu acaba insanın sadece kendi geçmişine duyduğu özlemi mi tanımlar yoksa, hiç yaşamadığı yerlerin geçmişteki hallerine, bilmediği tanımadığı insanların daha önceki yaşadıklarına ya da eskiden hiç kullanmadığı aletlere sahip olmaya heves etmek de, acaba bir tür nostalji sayılabilir mi?

Nostalji, hastalıklı bir durumu anlatıyorsa, her hastalıkta olduğu gibi mutlaka nostaljinin de ortaya çıkmasını hızlandıran bir takım şeyler olmalıdır. Bilimsel araştırmaların sonuçlarına göre; müzik, koku, bugün dünü yaşamak peşinde koşanlara hep tetikleyici rol oynamıştır.

Peki nostaljinin belli bir süresi var mıdır? Yani ne kadar bir süre önce yaşanan olaylar anıldıklarında, nostalji yapmak olarak tanımlanabilir? Her eski, nostaljik bir değer midir? Sonra nostalji, hep iyi anmalar mıdır? Ya da iyiyi ansak bile sonrasında gelen hüzün, yine nostaljinin gereği midir?

Çekmecenin dibine sıkışmış kalmış, eski sevgililerinizden birinin fotoğrafını bulduğunuz anda radyoda, tesadüf eseri çalmaya başlayan  'sizin şarkınız', açık pencereden içeri süzülen taze bahar kokusuyla birleşip ilk başta yüzünüze tatlı bir gülümsemenin oturmasına neden olurken, ya bu arada bir kaç damla da gözyaşınız dökülürse?

Nostaljinin hep mutluluk getirdiğini söyleyebilir miyiz?

Anı, biyografi, otobiyografi kitaplarının hayatımda hep farklı bir yeri olmuştur. Yazarları ile beraber, bazılarını bildiğim ama çoğunlukla da ilk kez işittiğim geçmişlere yolculuk etmek, hep çok hoşuma gitmiştir. Onlar anlatırlar, ben yanlarında sokaklarda yürürüm, oyuncakları ile birlikte oynar, lise arkadaşlarıyla sohbetler eder, meslek hayatlarındaki deneyimleri beraberce kazanırız. Bir kimsenin anılarını okumak, onunla beraber geçmişe yolculuk yapıp, üzüntülerine, sevinçlerine ortak olmaktır.

Bazıları aksini düşünse de, ben hep insanları, tanıdıkça daha çok sevmenin söz konusu olduğuna inanmışımdır. Tanımadan sevmek, ezberdir. Bildikçe, öğrendikçe, yaşadıkça sevmek ise, aklın duygularla harmanlanıp ortaya sevginin çıkmasını sağlayan bir emek sürecinin ilelebet taçlandırılmasıdır.

Koleksiyonerlik de böyle bir şey değil midir aslında? Belki geçmişin bir anında sahip olduğun, ama nedense sonradan avucundan kayıp gitmiş nesneleri arayıp toplamak ile başlar koleksiyonerlik. Sonra, aynı dönemlerde başkalarının geçmişlerine dair birer değeri olan objelere de göz ve gönül öldürmeye başlarsın.

Bilmem koleksiyonerler hakkında ne düşünürsünüz? Daha önceleri hiçbir zaman sizin olmamış, ama koleksiyonunuza katmaya çalıştığınız şeyler, aslında başkalarının özel hayatlarına tecavüz etmek midir? Her şeyin bir değerinin olduğu ve para ile satın alınabileceğini göstermeye çalışan sakat bir zihniyetin oyunu mudur tüm bunlar? Yoksa eskiyi toplamak, geçmişe, o dönemlerde yaşayanlara saygı ve değerlerinin kadrini bilmek midir? Sizce, anıları biriktirip yazmak ile objeleri toplayıp bir müze açmak, birbirlerine ne kadar benzerler?

Benim Rusya'da ilk defa bir şeyler toplamaya başlamam, bir fotoğrafla birlikte oldu. Geçen yüzyılın ortalarından olduğu herhalinden belli bir fotoğrafta, muhtemelen beş yaşları civarında ve belki de iki kardeş, temiz yüzleri, üstlerindeki kıyafetlerle arkada odanın göründüğü kadarıyla şehirli orta sınıf bir Rus ailesinin çocuklarıydılar.

Kız çocuğu kucağındaki bebeğe sarılmış, küçük oğlan kardeşi(!) ise oyuncak otobüsü sanki yandan daha da güzel görünecekmişcesine objektife doğru tutuyordu.

Pazarda yere serilmiş, şeffaf bir plastik yaygının üzerine, tabak çanakların arasına özensizce atılmış fotoğraflardan sadece biriydi bu fotoğraf.

Fotoğrafa gözlerimi dikmiş bakarken, bir an sanki başka birisinin evine habersizce giriyormuşum gibi hissetmiştim. İstem-sunu sarmalının bir parçası olup, her ne sebeple olursa olsun bu hayatları pazara düşüren insanların günahlarına sanki ben de ortak oluyormuşum duygusuna kapılmıştım.

İnsan, hayata dair ne kadar çok şey öğrenir ve bunları bilgiye dönüştürüp değerlendirebilirse, yaşamdan da aldığı zevk bence o kadar artar. Detaylara gizlenmiş mutluluk kaynaklarını bulup çıkartabilmek için de, doğal olarak bunların nerelere saklanmış olduğunu bilmek gerekir. Mutluluğun kaynağına yönelen bu yolculukta, okuduklarımız, yaşadıklarımız hep bize fener olur, yolumuzu aydınlatırlar.

Koleksiyonerlik de işte içinde tüm bu gizemleri taşıyan, bilginin, yaşam deneyiminin nakde de dönüşebileceği, değen ile değmeyeni ayırt etme yeteneğini sürekli yenileyen keyifli bir uğraştır. Ne kadar çok bilirseniz o kadar çok kazanırsınız. Örneğin kimsenin yüzüne bile bakmadığı eski bir fotoğrafta, meşhur birisinin geçmişteki halini tanıyıp o fotoğrafı aldığınız anda, bilginizin de karşılığını almış olursunuz. Atatürk'ün, bir manavın çöpe attıklarının arasından çıkan eşi benzeri olmayan filmlerini hatırlıyorsanız ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz.

Çok istisnai durumlar hariç, eskici pazarlarında 'düşeş' atma ihtimaliniz, milli piyangoda büyük ikramiyeyi kazanma olasılığınızdan çok da fazla değildir aslında. İnternetin ortaya çıkışı ile birlikte, her 'eski'; değerini çoğunlukla hakettiğinin de üstünde talep etmektedir artık. Köylerden metal toplayan çingeneler de, evdeki eskisini pazara götürüp dükkan sahiplerine satmak isteyen yaşlılar da, hep bu teknolojiyi kullanıp, ellerindekinin kıymetini öğrenmeye çalışırlar. Şimdilerde intenetteki arama motorları, eski filmlerde, dişlerinin arasına soktuğu metali ısırarak ne olduğunu anlamaya çalışan 'uyanık tüccar' rolündedirler.

İnternet aynı zamanda sektördeki 'resesyon'un da sebebidir. Komşusunun eskisine bakıp, ''Onun fiyatı bu ise, benimki en az iki katı olmalı'' diyen açgözlü satıcılar, piyasada fiyatların yükselmesine neden olurken, bu fiyatlardan iş olmaz deyip piyasadan çekilen potansiyel alıcılardan dolayı da, aslında sektörde ciddi bir durgunluğa neden olmaktadırlar.

Arbitraj olanağı da hemen hemen yoktur. Farklı ortamlarda farklı değer bulan 'obje' neredeyse artık kalmamış gibidir. Piyasada herkes, her şeyin fiyatını bilince ve para kazanma olanağı da kalmayınca ancak pazara yeni girecek düşeş mal umudu ile market de yeterince soluklu bir hayat sürememektedir.

Pazarda konteynerin içinde gramofonlar yanyana dizilmişler, meraklılarını bekliyorlardı. Düzensiz aralıklarla, nereden çıktığı belli olmayan bir adam gelip, içlerinden bir tanesini metal kolu ile kuruyor ve eski taş plakların arasından seçtiği birini de üstüne yerleştiriyordu.

İşte o, gramofonun zembereği boşalana kadar geçen üç beş dakikalık süre içerisinde, bütün pazar sanki bir anda onlarca yıl geçmişe doğru astral bir seyahatin içinde buluyorduk kendimizi.

Soğuk iliklerimize işledikçe, pazarı çevreleyen metal konteynerler, gramofondan yükselen Kızıl Ordu Marşları ile  Leningrad kuşatmasındaki yığınaklar, bizler de (u)mutsuzluğun olanca ağırlığıyla sırtlarına çöktüğü Sovyet vatandaşları oluyorduk.

Krepler yenilip, ''Artık bahar geldi'' diye sevinir, üstüne üstlük pazar günü 'Maslenitsa'nın son gününde 'Af Pazarı'nda herkes birbirinden 'özür' dilerken, bir yandan da rüzgar, karları doymak bilmez bir arzuyla savurmaya devam ediyordu.

Kış, yılın bugünlerinde, yani tam da bizim  ''Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır'' zamanlarında, artık bitmek üzere olduğunu anlayıp, yatağını hazırlamaya başlarmış. Odasının camlarını açıp, içeriyi son bir kez havalandırırken, rüzgar da içeride kabarmış yastıktaki, yorgandaki tüyleri, oradan oraya savururmuş. İşte bu rüzgarda uçuşan karlar, 'Kış Baba'nın; ilkbahar, yaz ve sonbahar ayları öncesinde uykuya dalmadan yaptığı hazırlıklar sırasında savrulan tüylermiş meğer...

Geçen gün, ''En sonunda yine bahara kavuşuyoruz''  dediğimde bir Rus arkadaşım, ''Biraz daha sık dişini, hele son kar fırtınası da geçsin, ondan sonra bahar kokusu havaya iyice yayılır'' diyerek bu 'hikayeyi' anlatmıştı.

Her istediğim an bu büyülü dünyanın içine girebilme şansımın bedelini öğrenmek istiyorum.

''Ortalama fiyatları ne kadar bu gramofonların?''

Bir anda, çiçekler açıyor, bahar kokuları her yana yayılıyor. Söğüt ağacının dallarına konmuş serçeler, sakalar baharı şarkı söyleyerek karşılarlarken, ben bahçemde huzur içerisinde oturmuş, kuşluk vakti günün ilk sıcak çayı ile beraber, gramofondan yükselen seslerle mahalle halkına sanki baharın gelişini müjdeliyorum.

''Merhaba, sizi buradan, pazardan tanıyorum. Ben neredeyse yirmi yıldır her sene, mutlaka en az bir kere Türkiye'ye giderim.  Yıllar önce tatillere hep beraber gittiğimiz arkadaşlarım, sonradan Türkiye'den vazgeçip Mısır, Yunanistan ve şimdilerde de Uzak Doğu Asya'ya gitseler de, ben özellikle de İstanbul'dan hiç vazgeçemedim.

Gittiğim zaman genellikle Laleli'deki otellerden birinde kalırım. Oradan yürüyerek Beyazıt'a gider, ardından da Sultanahmet Meydanı'nda bir süre soluklanırım. Mısır Çarşı'sındaki baharat kokularından aldığım zevki ise, hayatta hiçbir şeyden alamıyorum. Uzun uzun gezinip, ciğerlerimi kokuları ile yedekleyip, herbir çeşidinden de çantama doldurur ve bütün kış mutfağımda baharatlar arasında değişik yemekler yaparak dostlarıma ziyafetler verecek şekilde de alışveriş yaparım.

Uzun zamandır, iş gezisi dışında İstanbul'a gidip de, bu kadar keyifle anlatan bir Rus ile karşılaşmamıştım. İç hatlar sıklığında uçulan İstanbul seyahatleri, kimileri için tamamen bir rutine dönmüş, keyiften çok sanki zorunlu bir görev halini almış gibiydi. İstanbul'a gideceğini söyleyenler, adeta ''Bir an önce gidip geleyim de, işlerim bitince kendi evimde şöyle bir dinleneyim'' diyerek anlatıyorlardı bu yolculuklarını.

''Bu yıl karımı da götürmek istiyorum''

'Nasıl yani, yaklaşık yirmi yıldır İstanbul'a gittiğinizi söylüyorsunuz ama, bugüne kadar daha bir kez bile eşiniz yanınızda değil miydi?

Daha henüz sadece bir kaç dakika önce tanıştığı bir insana, sırrını açıklamak zorunda hisseden birisinin mahçup ruh hali içerisinde kulağıma eğiliyor, ''Önceden diğerleri ile beraber gitmiştik ama  üçüncü eşimle henüz fırsatımız olmadı, hem bu yıl evlilik hazırlıkları derken ben bile  gidemedim. İnanın İstanbul'u o kadar çok özledim ki...''

İnsan neleri özler? Peki ya kendisine ait olmayan bir şeyi özlemek...Bugün, geçmişinde hiç olmamış sokaklarda gezip, dünü özlemek, bilmediğin hayatları fotoğraflardan öğrenmeye çalışmak.

Nostalji, sıla hasreti midir yoksa kurtulunması gereken bir hastalık mı? Peki sıla neresidir, doğup büyüdüğümüz topraklar mı, şimdilerde ekmeğimizi kazandığımız gurbet mi? Gurbet, insan bir yere gidince, geride bıraktıklarını andığında ortaya çıkan bir duygu mudur yoksa onu aslında hep içimizde mi taşırız?

Özlemlerin peşinde geçip giden günlerin kıymetini, ileride mi anlayacağı

http://www.youtube.com/watch?v=YDCvzdiR6Fw

Söz Kemalettin Kamu, müzik Yıldırım Gürses.

Gurbet o kadar acı

Ki ne varsa içimde,

Hepsi bana yabancı,

Hepsi başka biçimde.

 

Eriyorum gitgide

Elveda her ümide,

Gurbet benliğimi de

Bitirmiş bir içimde.

 

Ne arzum ne emelim.

Yaralanmış bir elim,

Ben gurbette değilim,

Gurbet benim içimde.

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..