Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ağustos '09

 
Kategori
Siyaset
 

Güzel bir yaz fantezisi

Güzel bir yaz fantezisi
 

Bodrum’dan dönüş biletlerini aldım, otogardan geliyorum. Saat (gece) 11 filan. Önüme çıkan iki kız “affedersiniz, barlar sokağı nerde?” diye soruyorlar. “Ben de o tarafa doğru gidiyordum” deyip birlikte yürümeye başlıyoruz.

Ankara’dan gelmişler, öğrencilermiş. Bana rastladıklarına memnun gibi bir halleri var. Demek ki orta yaş üstü bir erkek olarak onların canını sıkmıyorum.

“Özellikle gitmek istediğiniz bir yer var mı?” diye soruyorum. “Hayır yok” diyorlar. “Olur ya, sizi filan barda bekleyen bir arkadaşınız vardır, ben adlarını tam bilemiyorum da onun için sordum” gibi lüzumsuz bir cümle kuruyorum, ama bekleyenleri olmadığını, yani yalnız olduklarını öğrenmiş oluyorum.

Güzel geçen bir tatil döneminin ardından son akşam karşıma çıkan ne güzel bir fırsat değil mi?

*****

Sonra ne mi oluyor?

Hiçbir şey… Çünkü bu bir espriydi. Başlığı okuyanlar, eminim böyle bir giriş bekliyorlardı. Gerçi size anlatacağım bazı ilginç şeyler var ama, öyle sandığınız gibi cinsel fantezi değil.

Yıl boyunca bizi yoran olayların arasında, iş hayatının stresi kadar, memleketin olumsuz ekonomik ve sosyal yapısının etkileri de var. Birçoğumuz siyasetle ilgileniyorsak ve ilgilenmekten gurur duyuyorsak aslında biraz da bunun içindir.

Yoksa gününü gün edecek imkânlar içinde yüzenler, öyle eften püften olaylar için kıllarını bile kıpırdatmıyorlar, hatta bizim için hayatî önem taşıyan konulardan bile etkilenmiyorlar.

Bir yeğenimin Tunceli’de askerlik yaptığı aylar boyunca aileden kimsenin gözüne uyku girmemişti. Şu an her gece sabahlara kadar yavrusunun sağ salim dönmesi için dua eden kaç bin anne baba var kim bilir…

Memleketin acılarıyla tanışmayan, onların varlığından bile haberdar olmayanlar için, ölümler, yaralanmalar, patlamalar, çatışmalar, günlük hayata renk katan heyecanlı bir film gibi. Çünkü onlar işin içinde değiller, sadece seyirciler.

*****

Memleket meselelerini dert edinen biz sıradan vatandaşlar, kendi çaresizliğimizi unutup Türkiye’yi omuzlamaya kalkıyoruz. Öyle olunca da elbette daha çok yoruluyoruz.

O yüzden ben tatilde gazete, radyo ve televizyondan da uzak kalmanın yollarını arıyorum. Yoksa dinlenemiyor insan.

Biz de daha çok etrafımızdaki basit şeylerle ilgilendik, gülmeye, eğlenmeye çalıştık.

Kaldığımız sitenin lokantası (restoran kelimesini sevmiyorum) deniz kenarına da servis yapıyor. Çay, kahve meşrubat, tost vs. Hatta günlük tabldot bile getiriyor.


Bir gün garsonlardan biri sipariş veren bir aileye yemeklerini getirdi. Tepside karnıyarık, pilav ve cacık var. Yan tarafta da şezlonglarına uzanmış bir başka aile, garsona bugünkü yemekte ne olduğunu sordu.

Garson deyince gözünüzde ne canlanıyor bilmiyorum. Hani böyle papyonlu, beyaz gömlekli, siyah pantolonlu, rugan ayakkabılı kişiler düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bunlar yalın ayaklı, şortlu, tişörtlü genç çocuklar. Ortak özellikleri de Kürt oluşları…

Hemen parantez açarak söyleyeyim, Kürtler’i iki dil bilmeleri açısından hep kıskanmışımdır. Bu arkadaşlar henüz genç oldukları, büyük ihtimalle de ilk kez gurbete çıktıkları için Türkçe’yi biraz az biliyorlar ve zor telaffuz ediyorlar.

Hani turistlerin Türkçe konuşmaya çalışırken kurdukları cümleler bize çok sevimli gelir ya, bunlarınki de öyle.

Evet, menüyü sayarken garson “karnabahar, pilav, cacık” diyor. Aile bireyleri kararsız, özellikle “karnabahar” konusunda düşünceli. İçlerinden biri ben karnabahar yemem deme cesaretini gösterince hepsi birden koroya katılıyorlar: “Ben de yemem…”

O zaman ben gülerek müdahale ediyorum. “Arkadaşın karnabahar dediği aslında karnıyarık…” Hep beraber gülüşüyoruz. Garson çocuk da gülerek “hee garnıyarıh” diye düzeltiyor.

Eşimle bu konuyu konuşuyoruz. “Garsonların hepsi de sevimli ve güvenilir çocuklar” diyorum. “Öyle olmasa onları işe de almazlardı, işte de tutmazlardı” diyor eşim.

Şimdi bu gençlerle sırf “Kürt” oldukları için bizim bir düşmanlığımız olabilir mi?

Bizim ölçümüz “iyi ve güvenilir bir insan” olmalı.

Yoksa ırkımızın, dinimizin, milliyetimizin farklı olmasının ne önemi var? Kendi cinsimizden, ırkımızdan, dinimizden, milliyetimizden olup da hırsızlık yapan, ırza namusa tecavüz eden, kısacası kötülük yapan, bize zararı dokunan bir insanı seviyor muyuz? Hayır…

Öyleyse “insanlık” şemsiyesi altında toplanmalıyız ve birbirimizi gerçekten sevmeliyiz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak da bizi birbirimize bağlayan ikinci bir harç olmalı.

Barış ortamında ekonomik imkânları gelişmiş, kültürel zenginlikleri artmış, insanca davranışları medeniyet hamuruyla yoğrulmuş müreffeh, mutlu, yaşanabilir bir ülke… İşte bizim en büyük fantezimiz.

Şükürler olsun ki, -adaletli paylaşabilirsek-, ülkemizde herkese yetecek kadar güzellik var. Zaten kavgaların bir sebebi belki de bu. Kimse adalet istemiyor. Kendine düşen payı azaltmaktan yana değil. Hep bana, hep bana, tek duamız.

*****

Sanırım tatil dönemimize rastlayan süre içinde meydana gelen en önemli gelişme, “Kürt açılımı” meselesi olmuş. Bizim düşlerimize de uygun bir gelişme… Döndüğümde, gazeteleri, televizyonları, doğal olarak bizim blog yazarlarını bu konuyu tartışırken buldum.

Bildiğim kadarıyla hükümet, “anaların evlatsız kaldığı artık yeter, bu probleme bir çözüm bulalım” demiş. Devlet kademesinden çözüme yönelik ilk sesleniş… Bence bu çok sıradan ve basit bir çıkış belki ama, o kadar önemli ki…

Çünkü yıllardır her çatışma haberinin ardından bayrağa sarılı şehitlerimiz geldikçe Devlet yöneticileri ne derdi? “Kanları yerde kalmayacak!” Yani onlar 3 öldürdüyse biz 5 öldüreceğiz.

Nitekim Türk Silahlı kuvvetlerinin uçaklarla, helikopterlerle, gece dürbünleri vs. ile yani her türlü devlet ordusu donanımıyla yaptığı bombalamaların ardından 5-10 teröristin öldürüldüğü gibi bir haber, büyük bir zafer edasıyla Basın tarafından “falanca çatışmanın intikamı alındı” şeklinde verilirdi.

Devlet gözümüzde büyüttüğümüzden daha hantal yapıya sahip büyük bir kurumdur arkadaşlar. Kolay kolay uygulamaları değiştirilmez, değiştirilemez. “Kanları yerde kalmayacak” söylemi, buna inansın inanmasın sonradan o mevkiye gelenler tarafından klişe halinde hep söylenegelmiştir.

Son 25 yıllık dönem içindeki Genelkurmay başkanlarımızın söylediklerini düşünün. Önce 3-5 çapulcu küçümsemesiyle tiye aldıkları anarşistlerin sayısını, çatışmalar uzadıkça yavaş yavaş artırarak başarısızlığı örtmeye çalışmışlardır.

Bir ara 3-5 yüz olarak telaffuz edilen rakam, hatırlarsanız sınır ötesi harekâtların ateşli şekilde tartışıldığı günlerde 3-5 bine kadar çıkmıştı. Yani “kökü kurutulacak” söylemlerine rağmen terör giderek azmış, teröristlerin sayısı geometrik olarak çoğalmıştı. Bir yerde bir yanlışlık vardı.

Çeyrek asır aynı yanlış üstüne inşa edilmiş yanlış kararlardan sonra şimdi önümüzde yepyeni bir durum var.

“Kana kan, cana can” sistemiyle memleketin gencecik evlatlarını en verimli çağlarında bir kör kurşuna heba etmek, 5000 gibi insanı dehşete düşüren sayıda askeri, bu umursanmayan çatışmalarda şehit vermek, bu da yetmezmiş gibi ülkenin yetersiz bütçesinden bu çatışmalara ekonomimizi batıracak yoğunlukta paralar harcamak, üstüne üstlük bir bölgenin halkını da “birlik beraberlik” nutukları arasında dışlayıp, farkında olmadan milli bütünlüğümüzü parçalamak gibi yanlışlara bir anda dur denilmiş ve hükümet, duyarlı, akıllı, mantıklı bir bakış açısıyla bu acılara bir son vermenin, bir “çözüm” getirmenin kapısını aralamıştır.

İnsan bekliyor ki, yıllardır yazdığı, çizdiği, söylediği her cümlenin içinde “insanlık, barış, sevgi” kelimelerini kullanmaya özen gösteren aydın, sanatçı, siyasetçi, bilim adamı, sanayici, tüccar, kısacası partili partisiz her vatandaş, bu açılıma alkış tutsun ve koşulsuz desteklesin.

Ama nerde? Herkes bir bahane bulma ve arama peşinde…

*****

Nerden bulaştığını bilemediğim bir hastalığımız var. Vatandaşın yasalara uymasını sağlamayı, eğer suç işlerse onu kanunlara göre cezalandırmayı bilmiyoruz. Ama ortada henüz hiçbir suç eylemi yokken, muhtemelen meydana gelebilecek olumsuzluklarla ilgili fikir yürütmeyi, ahkâm kesmeyi çok seviyoruz.

İşte tarihi bir fırsat olarak önümüze çıkan hükümetin bu açılımı da, “niyet okuma” merakımıza takıldı kaldı. Ya bunların niyetleri samimi değilse…

Buradan anlıyorum ki, samimi olmayan biziz. Eğer bugüne kadarki feryatlarımızda samimi olsaydık, böyle bir durumda, denize düşen yılana sarılır misali, hiçbir şey düşünmeden hemen bu kararı alkışlardık ve desteklerdik.

Samimi değilmişiz ki, “samimiyetsizlik” olgusunu düşünebiliyor ve sorgulayabiliyoruz.

*****

Değerli arkadaşlar! Bu konu gerçekten Türkiye’nin geleceğini ve tarihini etkileyecek bir konudur. Ya hepimiz dört elle bu olumlu çağrıya katkıda bulunup gerçek barışı sağlayacağız ve bu ülkede kardeşçe yaşayıp acılara bir son vereceğiz.

Ya da bu iş daha kötü bir noktaya giderek, birilerinin “güya olmasın” diye uğraştığı, bu yüzden barışa ve çözüme karşı çıktığı bölünme veya iç çatışma noktasına gidecek.

Bıçak sırtından daha tehlikeli bir noktada, kendi adıma hükümetin aldığı bu cesur kararı bütün kalbimle destekliyorum. Bu açılımın başarısızlıkla noktalanması, hükümeti ve elbette Ak Parti’yi çok zor duruma düşürecektir. Eğer başarabilirse, Ak Parti’nin bundan kazançlı çıkacağını da kimse inkâr edemez.

Ülkenin menfaati için seçilip meclise giren ve bunun için yemin eden CHP ve MHP, acaba “Ak Parti’nin önünü kesebilmek için mi bu kadar ciddi ve önemli bir konuda muhalefet yapıyor” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Böyle bir siyaset uğruna ülkeyi feda etmeyi onlar göze alsalar bile, 25 yıldır yüreği yanan vatandaşlarımız, bu oyuna gelmeyecek ve bu komediye izin vermeyecektir sanıyorum.

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..