Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ağustos '10

 
Kategori
Öykü
 

Güzellik Ararken

Güzellik Ararken
 

Aradı, ama başka bir şey buldu!


Bastonuna dayanarak ayağa kalkınca sağ ayağındaki ağrının iyice arttığını hissetti. 

-Ayak gibi senin… diye okkalı bir küfür savurdu ve kısa adımlarla yürümeye başladı. 

Şerif bey, iki yıl önce dümdüz bir yolda yürürken ayağını burkmuştu. Bu sırada hafif bir acı hduymuş, ama “nasıl olsa geçer!” düşüncesiyle bu olayı pek umursamamıştı. Ertesi gün, sağ ayak bileğinin şiştiğini, morardığını görünce ve ağrısı da dayanılmaz bir hale gelince hastanenin yolunu tutmuştu. 

Muayene olabilmek için saatlerce süren işlemler ve bekleyişten sonra nihayet doktorun karşısına çıkıp derdini anlatmaya başlamıştı. Doktor bırakın onun anlattıklarını dinlemeyi, sözünü bile bitirmesine izin vermeden, yarıda kesmiş ve sert bir ifade ile “röntgen çektirin” demişti. 

Bir ay sonrasına röntgen için gün alıp, sinirli bir şekilde hastaneden ayrılırken de söyleniyordu: 

-Devlete otuzüç sene hizmetin karşılığı bu mu? Bir ay ben bu acıyı çekmek zorunda mıyım? Param olsa özelde anında çektirebilirim, ama üç kuruş emekli maaşı ile bunu yapamam. Katlanacağız. Çaresiz. 

Şerif bey, Adalet Bakanlığı memurlarından daha doğrusu eski bir mahkeme başkatibiydi. Nice davalar, nice hakimler görmüştü. Yazdığı kararların sayısını bile bilmiyordu. Bu kararların içinde beraatler, hafif cezalar olduğu gibi müebbet hapisler ve hatta idamlar da vardı. 

Nelere tanık olmuştu bu gözler? 

Mahkeme salonunda fenalaşıp ölen hakimler, bir baba şevkati ile sanıklara hitap eden hakimler, en ufak bir saygısızlığı şiddetle cezalandıran hakimler, duruşmadan sonra sinir hapı içen hakimler… Hepsi tek tek geçiyordu gözlerinin önünden. 

Ya sanıklar? Elleri ayakları titreyenler, ağlayanlar, bayılanlar, hiç konuşmadan duranlar, yalvaranlar, kabadayı gibi davrananlar… 

Hepsi mazide kalmıştı ve şimdi o, Emekli Mahkeme Başkatibi Şerif beydi. Ayağından çekilecek bir röntgen için tam bir ay beklemek zorunda olan Şerif beydi. Bu durum çok gücüne gidiyordu, ancak söylenmekten başka elinden gelen bir şey de yoktu. O da öyle yaptı ve söylene söylene bir ayı tamamladı. 

Röntgen sonucu hiç de olumlu değildi: Ayakta kırık vardı ve alçıya alınması gerekiyordu. Alçılı ayakla evin bir odasında yatarak geçen günler ve nihayet alçının sökülmesi… 

Alçı söküldükten sonra da pek fazla değişen bir şey olmamıştı. Ağrı biraz azalmış, ama gene de rahat yürüyemiyordu. Arkadaşları bir baston temin etmesini tavsiye ettikleri zman onlara kızmış; sonra ise dediklerini yapmak zorunda kalmıştı. 

Tam iki yıldır bastonla yürümeye çalışıyor, ağrıyan ayağına fazla yük bindirmemeye uğraşıyordu. Emekli Mahkeme Başkatibi Şerif bey gitmiş, yerine Topal Şerif gelmişti. Evet bu “Topal Şerif” ifadesini en yakın arkadaşları bile çekinmeden kullanıyorlardı artık. 

-Topal Şerif’i mi sordun? 

-Topal Şerif’in evine gidecek. 

-Bizim topal hâlâ gelmedi. 

-Aksi topal. 

Kulağına çalınanlardan bazılarıydı. Ya duyamadıkları!... 

** 

Odanın içinde yavaş adımlarla dolaşırken bir yandan da bunları düşünüyordu. Bir ara karısına seslendi: 

-Hanım, ben dışarıya çıkacağım. Bir şey lâzım mı? Gelirken getireyim. 

-Lâzım da, senin getirebileceğin şeyler deği onlar. Topal ayağınla getiremezsin. 

-Neden getiremeyecekmişim? Otuz senedir, bu eve lâzım olan şeyleri elalem mi getirdi? Ben getirdim. 

-Hadi hadi, sen işine bak! Git, dolaş gel. Ben bir ara gider alırım. Ayağın iyice azar mazar, sonra bir de yatalak bakmak zorunda kalmayayım. 

-Şu kadının ağzından çıkanı kulağı duyuyor mu? 

Dedi ve evin çıkış kapısına yöneldi. Biraz dolaşıp, hava almak istiyordu. 

** 

Evden çıkalı bir saate yakın bir zaman geçmişti. Buna rağmen o, ancak çarşının girişine ulaşmıştı. Market sahibi Rıdvan, dükkânın dışında güneşleniyordu. Ona selam verdi: 

-Selamünaleyküm. 

-Aleyküm selam, Topal Şerif abim. 

-Topal Şerif abine de sana da başlatma! 

-Kızma be abi, ağzımdan kaçtı. 

-Ağzından kızdıracak şeyler kaçıran başka bir yerinden de bilmem ne kaçırır… 

Dedi ve adımlarını hızlandırmaya çalıştı. Tabii bu mümkün değildi. 

Caddeden sağa bir sokak ayrılıyordu. O tarafa dönmek üzereyken son anda vazgeçti. O sokaktaki mobilyacı aklına geldi. Aldıkları çekyatın bir taksini ödeyememişti. Oradan giderse mobilyacı onu görebilir ve ya borcu ödemesini ister ya da laf sokuştururdu. 

Cadde üzerindeki mağaza vitrinlerine baka baka ilerledi. Bir bisikletli çocuk yaya kaldırımında sürdüğü bisikletiyle hızla yanından geçti. Az kalsın bastonuna çarpacaktı. Sol elini havaya kaldırıp bir şeyler söylendi bisikletli çocuğun arkasından. 

Pazar yoluna geldiğinde kalabalık artmıştı. Bu gün Pazarın kurulma günü olduğunu hatırladı. Pazarın içine yöneldi. Tezgahlardaki meyve ve sebzelerin fiyatlarını inceledi. Pahalıydı. Burada yürümek biraz zordu kalabalıktan, ama etiketlerdeki fiyatları incelemek hoşuna gidiyordu. Arkasından bir ses işitti: 

-Beybaba, ya hızlı yürü ya da bir kenara çekil de biz geçelim. 

-Oğlum görmüyor musun halimi? Bundan daha hızlı nasıl yürüyeyim? 

-O zaman sen de bu halinle böyle yerlere gelme! 

-Senden izin mi alacağım böyle yerlerde dolaşmak için? Sen kim oluyorsun be!.. 

-Öteki ayağını da ben kırardım, ama yaşına dua et topal kaçık… 

** 

Pazarda da ona rahat yoktu. Tekrar mağazaların bulunduğu caddeye çıkıp biraz ilerdeki parka gitti. Bir bankın üzerine oturup etrafı seyretmeye başladı. Az ötesinde bir köpeğe elindeki poşetten sosis veren bir adam dikkatini çekti. Bu oldukça iri, boz renkli bir köpekti. Kulağında da aşı olduğunu gösteren küpesi vardı. Sosisleri yattığı yerden sanki lütfen yiyormuş gibi davranıyordu. Biraz ilerisine atılan sosise kafasını bile çevirmiyordu. Karnı toktu galiba. 

Sevimli bulduğu bu köpeği daha yakından izlemek için yanına gitti. Köpek onu görünce yatma pozisyonunu bozmamış olmasına rağmen dişlerini göstererek hırlamaya başladı. Sosislerini alacak sanmış olmalı. 

-Bu gün hadi diyelim ki ben ters tarafımdan kalktım, ama insanlar da, şu köpek de ne kadar aksiler.. dedi. Parkta da aradığı huzuru bulamamıştı. 

** 

Eve dönmeye karar verdi. Giderken bir yandan da “hiç mi güzel bir şey yok?” diye kendi kendine soruyordu. Tam sorusunu bitirmişti ki caddenin karşısındaki kaldırımın kenarında rengarenk menekşeleri gördü. “İşte güzellik!” dedi ve karşıya geçmeye karar verdi. Yaya geçidi de zaten birkaç metrelik mesafedeydi. Trafik lâmbalarına baktı. Yayalar için yeşil yanıyordu. Ancak yeşil ışığın yanma süresi bitmek üzereydi. Sadece dört saniye kalmıştı. Oysa Şerif bey bu bacakla burayı en az onbeş saniyede geçebilirdi. Kalan süreye dikkat etmedi. Belki de geçmek için hamle yapan diğer yayaların olması da onu yanılttı. 

Daha yaya geçidinin ortasına bile gelmeden ışık kırmızıya döndü. Birkaç saniye sonra da kendisine yeşil yandığını gören bir araç, korna çalarak ama frene basmadan yayaların üzerine doğru gelmeye başladı. Diğer yayalar kaçarak araçtan kurtuldular, ama Şerif bey bunu başaramadı ve arabanın altında kaldı. 

Olay mahalline polis geldi, bir ambulans da gelmede fazla gecikmedi. Görevliler yerdeki Şerif beyi acele tarafından muayene edip yaşadığını düşünerek bir sedye üzerine yatırıp ambulansa koydular. Oysa Şerif bey, arabanın altında son nefesini vermişti. 

Bu arada ambulansın şoförü, Şerif beyin cesedinden üç-dört metre uzakta bir baston gördü. “Kazazedeye ait olmalı” diye düşünerek bastonu aldı ve aracın içine koydu. 

Ambulans siren çalarak ayrıldı. Yaya geçidinin beyaz çizgilerinin bir bölümü Şerif beyin kanı ile kırmızıya boyanmıştı. O nedenle polis itfaiye gelene kadar yolu açmadı. Derken itfaiye de geldi ve tazyikli su sıkarak kanları temizledi. Yol trafiğe açıldı. 

Araçlar, su ile karışık Şerif beyin kanını etrafa sıçratarak ağır ağır ilerlemeye başladılar. 

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..