Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Mayıs '09

 
Kategori
Anılar
 

Habil amca-5-(Aşk hikayesi)

(Ben çayları tazeleyeyim, siz dinlemeye devam…)

- Askere gidecektim. Hanımı nereye bırakacağım diye kara kara düşünüyorum. Bir gün hanımla Efendi Baba'ya gittik. Biz içeride sohbetlerini dinlerken, hanım da diğer hanımlarla başka odada sohbet ediyorlardı. Efendi'nin hanımı Bedia annemiz vardı. O bizim hanıma demiş ki, - Habil bizim oğlumuz sen bizim kızımızsın... Habil seni bize bırakıp askere gitsin. Bitirdikten sonra gelsin emaneti teslim alsın…

Birkaç dakika sonra Efendi baba oturdukları odanın kapısında belirmiş ve hanıma demiş ki, - Habil bizim oğlumuz sen bizim kızımızsın... Habil seni bize bırakıp askere gitsin. Bitirdikten sonra gelsin emaneti teslim alsın…
Aynı az önce Bedia annemizin söyledikleri gibi. Bir rahat nefes aldık evlat… Öyle sahip çıkarlardı bize…

***

BU BİR AŞK HİKAYESİ… BAŞKASINA BENZEMEZ

- Benim evlilik hikayemi yazmaya kalksam risale olurdu. Çok zorlandım karar vermekte. Abdülhakim Efendi de – Git şu hanımı gör, beğenmezsen şu hanımı gör diye yakından takip ediyorlardı… Ben görüyordum ama bir türlü karar veremiyordum…

Bir gün Efendi Baba ders yapıyorlardı. Bana baktılar. Bir türlü karar verememem onları da üzüyordu. Talebelerinin dertleriyle öyle dertlenirlerdi.
- Bu kadar kararsız kalmak iyi değil deyip, odadan çıktılar. Diğer talebeleri bana yaklaşıp sitem ettiler ve – Habil efendi… Hadi artık kararını vereceksen ver. Ders yapamaz olduk… Ben de –Efendim benim elimde olan bir şey değil, kısmet böyle, dedim…

O günlerde bizim hanım köyde ot biçiyormuş. Bir anda karşılarında yaşlı bir zat görmüşler.
O zat, – Kızım sen burada ne yapıyorsun, diye sormuş… Hanım korkmuş – Ben evliyim, demiş. O yaşlı zat da – Yok yok değilsin ama senin kalbin çok temiz, deyip gözden kaybolmuş…

Ziynet anneniz çok korkmuş. Bütün gün bu hadiseyi düşünmüş. O gece rüyasında ikimizi bir caminin mihrabında Kur'an-ı kerîm okurken görmüş. Halbuki tanışmıyorduk. Bizim köyün kızıydı ama yakınen görüşmüşlüğümüz yok idi. Öyle oldu ki, tanıdıklar babamlara tavsiye etmişler Ziynet hanımı. O da zaten rüyasını görmüş. Bana da söylenince kalbim meyletti…

Evlendik İstanbul'a getirdik. Zaman geçirmeden doğru Efendi Baba'nın evine götürdüm. Onların hem kızı hem geliniydi çünkü. Öyle buyururlardı…
Ziynet hanım Efendi hazretlerini görünce ağlamaya başladı… - Beni ot biçerken gelip gören zat işte bu zattı, görünce tanıdım dedi…
Meğer Efendi Baba benim için tayy-ı zeman ve tayy-ı mekanla bir anda köyüme gidip Ziynet annenizi görmüş. Yani bizim evlilik işimizi Efendi Baba çözdü.

(Bir görecektiniz 80 yaşında birbirlerine bağlılıklarını… Eve bir telefon gelse ninem Habil amcayı kıskanırdı… -Kiminle konuşuyorsun hacı, diye içerden seslenirdi. Habil amca, - Bu yaşta beni kıskanıyor evlat… der ikimiz de gülüşürdük. Eh, öylesine iman dolu kalbin sevgisi de böylesine asil olur…)

***

Neler neler yaşadık evlat… Ne büyük idiler… Bir gün talebesi Mehmet Şekerci bey huzurlarında kitap okuyorlardı. Onlar da dinliyorlardı. Abdülhakim Efendi durup dururken buyurdular ki, - Mehmet birazdan kapı çalınacak. Kapıyı aç ve 'Alakası yok' deyip kapat.

Kimse bir şey anlamadı. Mehmet bey okumaya devam etti. Birazdan hakikaten kapı çalındı. Mehmet bey açtı ve baktı ki birkaç düzgün giyimli bey var…
– Alakası yok, deyip kapıyı kapattı. Bir araştırıldı ki gelenler devlet memuruymuş. Onlara biri başvurmuş… -Ben Abdülhakim Arvasi hazretlerinin akrabasıyım şu işimi yapın demiş… Onlar da 'Bize birkaç gün müsaade edin' diyip, gelen kişinin hakikaten Efendi Baba'nın akrabası olup olmadığını öğrenmek istemişler ve eve sormaya gelmişler... Sormaya gerek kalmadan cevabı alıp döndüler…

***
TARİFLER TARİFİ

Efendi baba buyurdular ki, - Alim kime denir? Zahiri 80 ilimdir ki okuyup aşina olacak (yani okuduğunu unutmayacak)… Batını; Vilayet-i Hassa-i Muhammediyye makamıyla şereflenmiş olacak…

(İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani 'kuddise sirrehül aziz' hazretleri bu tasavvuf derecesinden Mektubat kitaplarında bahsediyorlar… - Yüzlerce sene sonra bu makama kavuşan bir-iki kişi çıkarsa büyük nimettir buyuruyorlar… )

- Şimdi alim diye geçinenler sardı etrafı evladım… Bunların ne bu 80 ilimden ne de Vilayet-i Hassa makamından haberleri var.

Bir talebeleri bir gün bir risale alıp getiriyor Efendi'ye… - Efendim, bir risale aldım, bir okur musunuz, içinde yanlış bir şey var mı? diye soruyor…

Efendi, -Oku dinleyeyim, buyuruyorlar. O talebesi üç saatte kitabı okuyor kendilerine…
Efendi sonunda buyuruyorlar ki, - Bu kitapta Ehl-i sünnet itikadına uymayan bir şey yok. Hepsi doğru… Ama okuyana zarar verir… Talebesi çok şaşırıyor…
Sebebini söylüyorlar, - Çünkü bunu yazan menfaat için yazmış…
Su ne kadar temiz olursa olsun, onun temizliği gelen borunun temizliğine bağlıdır…
İşte bir kimse bu 80 ilme sahip olsa bile ki şimdi mümkün değil, Vilayet-i Hassa makamına kavuşacak ki, nefsi tamamen temizlensin. Söylediğini Allah için söylesin, yazdığını Allah için ihlasla yazsın… Okuyan da bu söz ve yazılardan faydalansın. (Demek onun için Allah adamlarının sözleri insanı çarpıyor. Habil amca öyle bir zat idi ki, size İslamiyet'ten bahsetmese, yemek tarifi yapsa Allahü tealayı hatırlardınız…)

***

BOYUTLAR ÜSTÜ İTAAT…

- Abidin bey diye bir talebeleri vardı. Efendi hazretlerine aşık idi bütün sevenleri gibi ve emirlerinden nokta kadar dışarı çıkmazdı. Bu zat Efendi'nin sağlığında vefat etti. Cenazesi tabuta kondu ve kabrine doğru götürülmeye başlandı. Tam Efendi Baba'nın evinin önüne gelindi ki tabut havada asıldı kaldı. Cemaat bir türlü taşıyamadı. Baktılar ki, Abdülhakim Efendi bütün heybetiyle tepeden onlara bakıyor ve mübarek dudakları kıpırdıyor. Cemaat anladı ki Efendi Baba okuyorlar ve rahmetli Abidin bey de onları bekliyor. Efendi okumasını bitirdi ve el işaretiyle – Götürün dedi... Tabut ondan sonra götürülebildi…


HİCRET VE ÇİLE… İKİ DAMLA GÖZYAŞI NE GÜN İÇİN SAKLANIR?..

- Efendi Baba, Van'da iken Ermeniler basıyorlar şehri. Yıl 1914… Hükumet tahliye emri veriyor. 150 kişilik akrabalarıyla varlarını, yoklarını bırakıp terk ediyorlar yurtlarını… Revandız, Erbil, Musul, Adana derken Eskişehir'e geliyorlar… Yolda yakınları bir bir vefat ediyor, toprağa serpe serpe geliyorlar. Öyle ki 5 yıl süren bu hicret sonunda 1919 yılında İstanbul'a 20 kişi varabiliyorlar…

İşte, Eskişehir'de bir camiye sığınıyorlar. Burada büyük oğulları Enver efendi de vefat ediyor. Kafilenin bütün ihtiyaçları Abdülhakim Efendi'nin omuzlarında. Bir de evlat acısı…

(Şimdi nakledeceğim gerçeği yüreğim bin parça, ellerim üşüyerek yazıyorum…)
- Efendi hazretleri o camide sabaha kadar oğulcuğunun cenazesi başında bekliyor… Cemaat sabah namazına gelsin de oğlumun cenazesini kaldırsın diye… Çünkü cenazeyi kaldıracak para yok …

O KİM İDİ BİLİYOR MUSUN?..

- Efendi Baba çok sevdikleri bir talebesine anlatmış…
- Eskişehir'de son paramız da bitti. Bütün kafilenin yemesi, içmesi, ihtiyaçları var… Secdeye vardım. Allahü tealaya yalvardım. Secdede iken cebime bir el girdiğini hissettim. Selam verdikten sonra elimi cebime attım. Baktım ki bir kese altın… O altınları koyan kimdi biliyor musun?
-…..
- İmam-ı Rabbani hazretleriydi… (miladi 1563-1624)… O altınlar İstanbul'a vardığımız gün bitti…


BENZERİ YAZILMAMIŞ KİTAp…

- Efendi Baba, buyururlardı ki, 'Kur'an-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden sonra en üstün kitap İmam-ı Rabbani'nin Mektubat kitabıdır… Alem-i İslam'da Mektubat ayarında bir kitap daha yazılmamıştır…'

Büyük alim ve veli Seyyid Abdullah-ı Dehlevi 'kuddise sirruh' buyurdu ki; "İmam-ı Rabbani'yi ancak cennetlik olanlar sever, O'na ancak cehennemlik olanlar düşmanlık eder…"

(Habil amcalar bana o güzel elleriyle çok sevgili arkadaşları Hüseyin Hilmi Işık efendinin 'rahmetullahi teala aleyh' tercüme ettiği 'Müjdeci Mektublar' kitabını hediye etmişlerdi... O kitabı en az 40 kere okudum. Kütüphanemin en nadide köşesinde, bir tatlı yadigar olarak duruyor… Bu kitabın en arkasında mütercimi tarafından yazılan şiir, bir benzeri yazılmamış, belki de bundan sonra yazılamayacak güzellikte… http://www.hakikatkitabevi.com/ adresinden bu eşsiz hazineye ulaşılabilir… İmam-ı Rabbani hazretleri için en çok hoşuma giden tariflerden biri de Necip Fazıl'a ait: O'nun beyninin her atomu bir güneşti…)

***

BU NASIL BİR İRTİBAT

(Bir seferinde Habil amcalara, – Efendim Alemlerin Efendisi, Sevgili ve Şanlı Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı, rüyanızda gördünüz mü, diye sormuştum. Tatlı bir tebessümle anlatmışlardı…Onu da dinleyelim sonra vedalaşalım)

- Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve selem) yüksekçe bir yerde, ayakta duruyorlar idi. Ben yaklaştım, yaklaştım ve ayaklarına sarıldım. Bana mübarek şehadet parmaklarıyla bir tabloyu gösterdiler. O tabloda Arabi harflerle 'La ilahe illallah. Muhammedün Resulullah' yazıyordu. Uyandım. Bu rüyayı evlerinde Efendi hazretlerine anlattım. Güldüler ve mübarek şehadet parmaklarıyla duvarı işaret ettiler. Bir de ne göreyim, aynı tablo…

Artık müsaade istiyoruz. Tek tek ellerini öpüp ayrılıyoruz. Habil amcalar bizi uğurlarken her seferinde üzerimize Ayet-el kürsî okur, üflerlerdi…
Efendi hazretleri –Ayet-el kürsî kaledir buyurdular, derlerdi.

Bir nasihatları vardı, onu da nakledeyim: - Arabaya bindiğiniz zaman bir Ayet-el kürsî ve iki kul euzü'yü hemen okuyun. Araba hareket ettiğinde bir daha aynılarını okuyun. Bir yerde mola verdiniz diyelim. Arabaya bindiniz tekrar okuyun, hareket ettikten sonra bir daha okuyun…

-Hadi Allaha emanet, derlerdi kapıdan çıkarken…
Hadi Allaha emanet…

 
Toplam blog
: 91
: 3105
Kayıt tarihi
: 16.02.09
 
 

Yıllardır yazmadım... Şimdi yine devam.. Haftanın belirli günleri... Çünkü eskisi kadar vaktim yo..