Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ekim '10

 
Kategori
Öykü
 

Haftasonu...

Haftasonu...
 

Güneş, ışınlarını yerkürenin üzerinde dolaştırmaya başlamıştı. Rüzgar tatlı tatlı esiyordu sabahın bu ilk saatleri. Ama o arkadaşlarını kıramayarak onlarla birlikte kır gezisine katılmayı kabul etmiş olmasından dolayı büyük bir pişmanlık duymakta; ne sabahın taze kokusu ne rüzgarın o ılık nefesi, pişmanlığını örtememekteydi.

İşyerinin önünden araç kalkacak demişlerdi. Bu büyükçe bir otobüs olacaktı. Haftasonu tatilini ilkbaharın şu en güzel günlerinde kırlarda dolaşarak, tertemiz dağ havasını teneffüs ederek geçirmek isteyen bir çok kimse daha olacaktı beraberlerinde. Ama onun için endişe kaynağıydı bu. Hiç tanımadığı, yüzlerine bile bir kez olsun dikkatle bakmadığı yığınla insanla aynı ortamda bulunacağını hatırlamak ruhunu daraltıyordu. O böyle sosyal etkinliklerden, eğlencelerden haz etmezdi. Bu tarz faaliyetlerin insan ruhunu daha da kısırlaştıracağını düşünür; bunları, ilme ayrılacak vakitten insanın bayağı arzularının çaldığı gönül eyleyen fakat aldatıcı zaman dilimleri olarak görürdü. Ona göre pek oynamaya vaktimiz kaldığı söylenemezdi. Zaman hızla akıyordu ve ölüme her an az daha yaklaşmış oluyorduk. Miadını doldurmadan önce bir çok sırrın daha peşine düşmeli, ruhuna ihtiyacı olan besini vermeli ve hem isteminin hem de bedeninin ihtiyaçlarını kontrol altında tutmalıydı.

Çantasını omzuna asmış, her zamanki gibi kulaklıklarını takmıştı. Sokağın gürültüsündense müzik dinleyerek yürümeyi tercih ederdi. Bir kamu kurumunda çalışıyordu. Memuriyete atanması ailesini havalara uçurmuştu. Hayatından, kendisinden başka, neredeyse herkes memnundu. Onun memnuniyetiyse sadece başkalarını nihayet memnun edebilmiş olmaktan ibaretti.

Karşısına çıkarılan modern dünyaya dair her putu sırf sorular sorarak yerle bir eden sorgulayıcılığı, kendisini de sorgulamaktan beri durmuyordu. Neden böyleydi o? Neden mutlu olamıyordu? Sürekli onun yerinde olmak isteyen nice insan olduğundan bahsediliyordu. İyi de o, kendisini başkalarına kıyasla değerlendirmiyordu ki! Elbette herkes neşeli ve hayat dolu olsun dilerdi. Ama bir yönden de bunun tam aksi olanların daha çok saygıyı hakettikleri düşüncesindeydi. Çünkü ilerleme ancak insanın bizzat kendine itirazlar yöneltmesiyle kabil olabilirdi. Ancak tatminsiz bir ruh, gelişimini sürdürebilirdi. Kendisini olmuş kabul eden, zincirlerini kanıksamış demekti. Belki bu dünyadaki hiçbir uğraş, insanoğluna mutlak bir kurtuluş bahşetmeyecekti -muhtemelen de böyleydi- yine de mücadeleyi sürdürmek, kendini alabildiğince irdelemek, kendinden sürekli ve edimsel olarak yüksünmek gerekti. Böyle düşünüyordu.

Ama dışardaki dünya, bunun tam aksini yapmaktaydı. Bugün bütün balkonlarda, dükkanların pencerelerinde, gözünün değdiği her köşede bayraklar asılmıştı. Hayır, milli bir bayram nedeniyle değil! Pek değerli bir kimse şehre de gelmiyordu. Sırf önceki gece basit bir Avrupa takımına karşı maç kazanıldı diye! İnsanlar, başarıya ne kadar da açtı böyle. İyi de onun için ne yapıyorlardı? Her bir yanı bayraklarla süslemek elbette ancak sempatiyle karşılanmalıydı. Ama Tinhu, bu ortak sevincin bile bir parçası gibi duyumsayamıyordu kendini. Bu sevinçten garip bir burukluk çıkarımsayabiliyordu sadece ve gördüğü şey, sadece içini kemiren bir duyguya dönüşüyordu. O, bütün bu sahnede yalnızca vakur ama hüzünlü, yorgun yine de giydirilmiş bir iskelet görüyor bu yüzden de acı çekiyordu.

Tüm bu iç burkan sahneden, daha doğrusu kendinden kaçabilmek, uzaklaşabildiği kadar uzaklaşmak için adımlarını hızlandırdı. Ama ne kadar süratlense de kendisi onu her adımında takip ediyordu. Bu defa başka türlü bir yol denemeye karar verdi. Gece karaladığı o karanlık, çok da açık seçik olmayan mısraları hatırlamaya zorlamıştı belleğini. Yavaş yavaş geliyordu.

Derler ki ruh, bedende hapsedilmiş nefestir,
Titreşen bir efsundur, uyuklayan bir Mecnun,
Belki silik bir tasvir, tuale vuran gölge,
Yahut koyu bir ışık, cennetten bir emare,
Peki bendeki neden kanatlanmış ateştir?

Bu sözlerle ifade etmeye çalıştığı şey neydi? Bunu kendinin de tam olarak bilmesine olanak yoktu çünkü karalarken neredeyse bütün varlığından kopuyor, kendini bütünüyle dışlaştırılmış olarak buluyordu. Sanki evrendışı bir güç tarafından kulağına fısıldanan sözcüklerdi bunlar. Onunla irtibatı da kelimeler, kağıt ve kalem aracılığıyla olduğu için doğrudan karşısına çıkıp da açıklamasını istemesi beklenemezdi. Sonra başka sözcükler geliyordu.

En lanetli varlıklar üzerine salınan,
Tek bir gülümseyişle iktifa eden benim,
Hayaletlerden gece orkestrası kuran,
Islığımla ordular deviren yine benim,
Benim, ben… İnsanlığı, ışıtacak bir benim!

Şu evrendışı varlık, oldukça ukala bir ruh olmalıydı. Böylesine kibirlilik akıl alır şey değildi. Ama böylelikle yazdıklarının doğrudan kendisiyle alakalı olmadığına da kanaat getirmiş oluyordu. Ne de olsa o, hep mütevazi biri olarak tanınmıştı. Kibir bir yana hayli sade biri sayılırdı. Kendisinde öyle gösterişli bir yan bulmuyordu. Hele de ıslığıyla ordular devirecek kadar… Bu ruhun daha çok marifetleri vardı.

Tanrılar’ ışığını Promete’den çaldım,
Karanlık varlığımı aydınlatsın diyerek,
Ve tüm zalim kalplere ibret olsun diyerek,
Kendi öz varlığımın göğsünü parçaladım,
Daldığım her mitte ben neşter izi bıraktım.

En azından bazı ortak noktaları vardı. O da kendisini karanlıklar içinde hissediyor, ışığa ihtiyaç duyuyordu. Ama fısıldayan, ondan farklı olarak caddelerde başıboş dolaşmak yerine arayışını ortalığı kan gölüne çevirerek sürdürüyordu. Hatta kalbini kendi eliyle parçalamaktan da geri kalmamıştı anlaşılan. Yine de ne saçma ve gereksiz sözcüklerdi bunlar?

“Sanat gibi mi?”

“Evet, neredeyse sanat gibi, fena değil!”

Aracın kalkacağı durağa yaklaşmıştı. Sekiz on kişilik bir grup toplanmıştı. Halbuki hareket saatine daha vardı. Arkadaşlarından da birkaçını aralarında gördü. Tuhaf bir rahatlık hissetti.

“Merhaba beyler!”

“Vay, kimleri görüyoruz? Ben de tam bizimkilere senin asla gelmeyeceğini söylüyordum. Gerçekten şaşırttın bizi.” Bu, en yakın dostlarından Mirşad’dı.

“Aslında haksız da sayılmazsın. Bir an aklımdan geçti ama keşke söz vermeseydim.”

Gülüştüler. Ama Mirşad rahat durmuyordu. Tinhu’nun kulağına eğildi.

“Şuraya bakar mısın? Gözlerini senden ayıramıyor.”

Tinhu, arkadaşının gösterdiği yöne döndüğünde, garip ve ürkütücü bir siluetle karşılaştı. Öyle ki bu kız başını döndürecek kadar güzeldi. Ama dünya üzerinde böyle bir güzellik bulunmasına hala ihtimal veremiyordu o. Ne de olsa gördüklerine bile inanmaması gerektiğini öğreneli çok olmuştu. Çünkü gördüğümüz herşey, duyularımız aracılığıyla beynimize taşınan düzensiz, karmakarışık ve sayısız uyarıdan ibaretti. Bu uyarılar beynin amacı doğrultusunda algılamalara, bu algılamalar da duyuşla duygulara yahut da kavrayışla fikirlere dönüşüyordu. Dolayısıyla nesnelerin gerçekten ne ve nasıl olduğuna, özüne dair hiçbir gerçek bilgiye sahip olamazdık, yalnızca onları beynimizde fikirlere dönüşmüş olarak bulabilirdik.
Ama bu tuhaf yaratık, duyuların yanıltıcılığından bir hayli uzaktı. Tinhu, ondaki özü görüyor ve gördüğü şey onu hayranlığa sürüklüyordu.

“Bu harikulade varlık da nedir?”

Kız, bütün vücudunu örten, zarif bedeninin eşsizliği yalnızca ince belinde -onu saran kuşakla- dışa yansıyan, geniş kollu, geniş yakalı, kimanoyu andıran ama yekpare olmayan, mumyalanmış gibi kuşakların vücudunu -sıkmadan- sardığı ve uçlarının bedenine tutunmaksızın dışa doğru dalgalandığı tuhaf ve beyaz bir elbise içerisindeydi. Saçları yerlere değecek kadar uzun boşlukta savruluyor, gözleri alevler içinde yanıyor, öne doğru -dua eder gibi- kaldırdığı ellerinden parmakları bir büyücününkiler gibi farklı şekiller alıyor ve bütün bunlar onu -ufak tefek olmasına rağmen- çok daha heybetli gösteriyordu. Tinhu hayranlıkla bakakalmışken, ondaki bu tuhaflığa değil de çatık kaşlarına içerlemişti en çok. Mirşad dirseğiyle koluna vurunca kendini toparladı.

“Tamam ya, kızın içine düşeceksin.”

Hepsi birden kahkahaya boğuldu. Gülmekten neredeyse yerlere kapaklanacaklardı. Ama Tinhu utancından kıpkırmızı kesilmiş, hemen önüne dönüvermişti.

Araç harekete geçtiğinde biraz nefes aldı. En arkada, pencere kenarında yer kapmıştı kendine. İnsanlar, mutluluk şarkıları söylerken o, tabiatı seyrediyordu. Uzunca bir müddet şehrin dolambaçlı yollarında dolaştılar şehri çıkar çıkmaz altlarında neredeyse sonsuza uzanan geniş bir bozkır ve çorak topraklar uzanmaya başladı. Toprak ara sıra renk ve biçim değiştirmese, hep aynı yerden geçiyorlar sayılırdı. Ama o, halinden memnundu. Sürekli hareket halinde ve düşüncelere dalmış, böyle bir sükunet içerisindeyken ebediyen yolculuk edebilirdi. Ayrıca bozkırda süratle ilerlemekten ayrı bir haz duymaktaydı. Belki eksik olan tek şey, ruhunun derinliklerinde bir Kızılelma hayaliydi.

“Ne kadar güzel bir manzara değil mi?”

Bu, az önceki büyüleyici kızdı. Ama bu defa farklı görünüyordu. Az önceki peri kızının yerini etten, kemikten yine de herkesin hayran olabileceği dünyevi bir güzellik almıştı.

“Evet, yine de hakiki bir sanat eseri kadar güzel olamaz.” dedi Tinhu.

“Sanmıyorum, doğada bulunan herşey muhakkak ki bir sanat eserinden daha güzeldir.”

Tinhu, sadece gülümsemekle iktifa etti.

“Neden gülüyorsun, haksız mıyım yani? Sanat eseri bir kere kendinde bir duyguya sahip değildir. Salt bir biçimden ibaret ölü bir nesnedir. Ama tabiat öyle midir? Capcanlı varlığını sürdüren, içimizi hayatla dolduran eşsiz bir güzelliği vardır? Muhakkak ki doğa, yapay ve şekilsel bir tasarımdan daha güzel olacaktır.”

“Canlılara ne kadar da kıymet biçiyorsun?”

“Ölülere mi değer vermeliyim?”

“Ölüden ne anladığına bağlı… Bana sorarsan gelip geçici, değişken, fani olan bu varlık dünyası büsbütün ölü ve aldatıcıdır. Eserlerse gerçek ölümsüzlüğe sahiptirler. Üstelik hiçbir doğal varlık, sanatta olduğu gibi Tanrısal ideali sunamaz. Mesela sen, sen bile az önceki gibi değilsin.”

“Ne demeye çalışıyorsun?”

“Boşver, adın ne demiştin?”

“Ayça…”

“Evet, evet tahmin etmiştim. Her neyse… Diyeceğim o ki, saf dışsal görünüş, eserin duyularımıza hitap edebilecek hale geldiği, üzerinde yansıdığı metaı, bir ürünü şaheser yapan şey değildir. O Tin’den kaynaklanmakla ve Tin’in hakimiyet alanına ait olmakla bir sanat eserine dönüşür.”

“Pekala, haklı olabilirsin! Sanat eserlerini salt, kağıttan, yazıdan, mermerden yahut notadan ibaret saymakla fazla ileri gitmiş olabilirim. Yine de sanatsal ortaya koyuşlar, zavallı bir insancığın bireysel üretilerinden ibaretken tabiatı yaratan, çok daha büyük ve kudretli olan bir Yaratıcı’dır. Bu söylediğim bile kuşkusuz tabiatın, sanat eserlerinden üstün olduğuna delil sayılmalıdır.”

Tinhu gülümsedi.

“İnsan da yaratılmış olmasaydı elbette haklı sayılabilirdin. Ancak Yaratıcı’yı sırf doğa ve onun fenomenleriyle ilgili ve sınırlı kabul etmek hatalı bir mantık yürütmedir. Çünkü İlahi kıvılcım, tabiatta olduğunun aksine, insanda sadece varolmakla kalmaz, o, doğada olandan büsbütün başka şekilde, daha yüksek bir biçimde bilinçte de etkindir. Hal böyleyken Tin içerisinde bu yolculuğu yapmamış doğa görünüşlerindense sanat eserleri daha ve pek yüksekte bulunacaklardır.”

Ortam fazlasıyla ısınmış, otobüstekilere bir haller olmaya başlamıştı. En başlarda oyun havalarıyla şarkıya girenler şimdiyse hep bir ağızdan şeytani bir melodiye eşlik etmekteydiler. Bozkır tükenmiş, sonunda karanlık bir ormana dalmışlardı. Neler oluyordu? Hava ne kadar da çabuk kararmıştı? Ağaçlar zehir saçıyor, ormanın sesi, yaralı bir gulyabaninin feryatlarına benzeyen ürkütücü çığlıkları andırıyor, kulaklarında uğulduyordu.

“Kesin şu şarkıyı artık!”

Herkes sustu. Kendini kesif sigara dumanının boğduğu dağınık odasında, yatağında doğrulmuş olarak buldu. Parmakları bir kitabın sayfalarında dolaşıyordu. Kapağını çevirdi: ‘Georg Wilhelm F. Hegel: Estetik’ Korkudan tir tir titriyordu. Telaşla duvarda asılı duran saate çevirdi başını: 66.66…

O otobüsü çoktan kaçırmıştı.

 
Toplam blog
: 32
: 637
Kayıt tarihi
: 28.09.10
 
 

Şair ve yazar... ..