Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mart '14

 
Kategori
Güncel
 

Hak yerini buldu (mu) ya da adalet yerine geldi (mi)? Nasıl?

Hak yerini buldu (mu) ya da adalet yerine geldi (mi)? Nasıl?
 

17 Aralık’ta gerçekleştirilen tutuklamalardan 73 gün sonra gelen salıvermeler üzerine başbakanın 28 Şubat 2014 tarihindeki “hak yerini buldu” yorumu ile “hak” ve “adalet” kavramları üzerinde düşünmekten kendimi alamadım.

Kavramsal açıdan Osmanlıca Türkçe sözlük karıştırıldığında Mustafa Nihat Özön, Arapça kelimeler olan “adalet” ve “hak”ın karşılıkları sırasıyla şöyle vermektedir; (adalet); doğrudan ayrılmama, haktan yana olma, hakkı yerine getirme ve hakkı gözetme, (hak) ise; doğruluk, adalet, insaf. Adalet kelimesinin kökü olan “adl” ise yine adalet ve doğruluk anlamına gelirken, “hakk” aynı zamanda Allah ve tanrı olarak karşılık bulmaktadır. Daha ileri gidildiğinde ise hakkın karşılığı olan doğruluk ise gerçeklik, hakikat, akla ve mantığa uygunluk olarak açıklanmaktadır.

Tüm bu tanımlamalarda dikkat çeken nokta yine “adl” kökünden türemiş olan ve eşit anlamına da gelen “adil” kelimesinin doğrudan “adalet” ile ilgisinin kurulmamasıdır. Halbuki “adil” den farklı olarak “âdil” ise adalet sahibi, doğruluk gösteren olarak nitelenmektedir (http://www.osmanlicaturkce.com/).

Diğer taraftan, “adalet” kelimesinin İngilizce de karşılığı “justice” olarak bulunmakta, bunun da Latince “iustitia” danve "righteousness (doğruluk), equity (eşitlik)” den geldiği anlaşılmaktadır (http://www.etymonline.com/).

Adalet kavramının kökü olan “adl” kelimesi Kuran’da da sıklıkla geçmekte olup, daha ziyade “herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme” anlamında (http://www.dildernegi.org.tr/) ve kişinin insan aklı ve ilahi şeriatce belirlenen her hakkı bazı durumlarda insanlar arasında eşitliğe de riayet ederek hak sahibine vermesidir  (http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D01392/1997_3/1997_3_ELMALIA.pdf).  Nitekim Ali Bulaç’a göre de adalet eşitlikle ilgili olsa da, mutlak anlamda eşitlik değildir. Herkesin yeteneğine, harcadığı emeğe ve toplumda oynadığı role uygun olarak dağıtıldığı zaman doğru dağıtılmış olur.Eşitliği içermekle beraber tam olarak eşitlik değildir; yani her adil karar ve tutum eşitlikle elde edilmek istenen sonucu veya maksadı hasıl eder; ama her eşitlik adalet değildir (http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=715). Nitekim, “Adaletin Unsurları” isimli kitabında David Schmitz dört unsuru; eşitlik, hak etme, karşılıklılık ve ihtiyaç olarak sayarken bu unsurlar dikkate alındığında adaletin tanımı üzerinde anlaşmanın zorluğunu anlatmaktadır (http://www.davidschmidtz.com/sites/default/files/book-excerp/eojchapter1.pdf)

Konuya antropolojik açıdan yaklaşıldığında ise 2010 tarihli ve konuyu; toplumun genişliği, din, doğruluk (ya da adillik) ve cezalandırma açısından inceleyen bir araştırmanın sonuçları yöntemi tartışılmakla birlikte dikkat çekmektedir. Genel anlamda özetlemek gerekirse; adalet duygusu sadece içsel, psikolojik değil, toplumsal normların ve kurumların gelişimiyle orantılı olarak gelişen bir duygudur.    (http://xcelab.net/rmpubs/henrich%20et%20al%20fairness%20markets%20religion%20group%20size%20Science%202010.pdf).

Toplumsal normlar ve kurumlar denilince de ilk akla gelen toplumsal ilişki mülkiyete dair olandır. Hume’ a göre “adaletin kökeni mülkiyetin kökenini açıklar” ve “adalet kökenini yalnızca insanların bencilliği ve sınırlı cömertliğinden ve bunun yanı sıra doğanın insan istekleri için sunmuş olduğu şeylerin nadir oluşunda bulur.” Bu durumda toplumun adalete ilişkin algısı süregelen mülkiyet ilişkilerini de açıklayacaktır.

Türkiye toplumunda mülkiyet ilişkileri, Osmanlı’da 17.YY’dan itibaren değişime uğramış ve nihayet Cumhuriyetin ilanıyla üst yapıda önemli bir yön değiştirme yaşanmış olsa da devletin ve mülkiyetin sürekliliği dikkate alındığında yüzlerce yıllık toplumsal yerleşmenin izlerini taşımaktadır. Bu da güçlü bir merkezi devletin mülkiyetin dağılımı üzerindeki geleneksel tahakkümünün ve bu tahakkümün çözülerek bugüne kadar nasıl geldiğinin açıklanması anlamına gelmektedir. Böylesi bir önerme ancak yüksek lisans ya da doktora tezi kapsamında araştırma gerektirmekle birlikte bu yazı bağlamında bir adım atmak adına belirli ipuçlarının izi sürülebilir düşüncesindeyim.

Bu amaçla başlangıç olarak “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi” gibi iddialı ve hafızalarda yer etmiş bir başlık taşıyan kitabın yazarı İsmail Cem’ başvurulabilir. Cem’e göre, 17. YY’a kadar geçerli olmak üzere Osmanlı ekonomik düzeninin temel nitelikleri, çağın maddi koşullarının, toplumun ihtiyaçlarını öncelikle gözeten bir devlet anlayışının, aynı ihtiyaçlar ışığında yorumlanmış İslam kültürünün ve göçebe Türkmen geleneklerinin ortak bir ürünü şeklinde belirmiş olup şu şekilde özetlenebilir: 1) Her alanı kapsayan güçlü bir devletçilik uygulaması. 2) Tek büyük üretim aracı toprakta devlet mülkiyetinin kaide, özel mülkiyetin istisna olması, Kanun-i Osmani’nin temel ilkesi; reaya ve toprağın Sultan’a ait olmasıdır. Bu iki özellik toplumun yapısını ve kurumlarını biçimlendirmektedir (Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, s.53).  Bu ekonomik düzenin var olabilmesi için toplumda ve kişilerde bulunması gereken özellikler ise; 1) ferdiyetçi değil, cemaatçi olması, 2) para kazanmak hırsının sınırlılığı, 3) yumuşakbaşlılık, 4) maceracı olmamak, 5) temel amacın cemaatin bir parçası niteliğiyle güvenliğe erişmek olması (s. 114). Buna karşılık devleti idare edenlerin sorumluluğu ise “adâlet dairesi” formülüne göre şu şekilde işler; âdaletle korunan halk, reaya adâlet sayesinde daha çok üretir, böylece vergi kaynakları gelişir, hükümdar güçlü olur, güçlü hükümdar kötülükleri önlemede, âdaleti yerine getirmede etkin olur (Devlet-i Aliyye - Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar II, Halil İnalcık, s.53). Kemal Karpat ise Osmanlı devlet sisteminin işleyişine ilişkin olarak şu saptamayı yapmaktadır: “…Osmanlı sisteminin öteden beri bir meritokrasi (lâyık olanların iktidarı) oluşu bir kan aristokrasisinin bulunmayışı ve –devlet temsilcileri dışında- herkesin eşit sayılışı, modern millet ve devlet anlayışına geçişin aslında uzun ve zahmetli sürecini kısaltmaya ve kolaylaştırmaya katkıda bulunmuştur. Nüfusun din farkı gözetilmeksizin keskin çizgilerle dört sınıfa ayrılmış olması –yöneticiler, sekterler (kâtipler), tüccar ve köylüler- devletin belli başlı ekonomik kaynakları kontrol etmesine izin vermiş ve hükmeden sınıfa karşı toplumsal koalisyonlar oluşmasını önlemiştir…Devlet bürokrasisinin başlıca amacı, önceliğine meydan okuyabilecek ekonomik elitlerin zuhurunu engellemekti. Devlet büyükleri bile görev süreleri içinde ellerinde bulundurdukları devlet topraklarını iade etmek zorundaydılar ve kolayca nakit para biriktiremezlerdi, çünkü devlet kendilerini cami yapmaya, pazar yerleri ve kuyular açmaya zorlar ya da ufak tefek bahaneler bularak “gayrimeşru” servetlerini ellerinden alırdı. Yüksek memurlar aynı zamanda göreve geldiklerinde kendilerine verilen toprakları mirasçılarına bırakamazlardı.” Bu toplumsal politikaların sonucunda Osmanlı Devleti bazı istisnalarla ne bir servet aristokrasisinin oluşmasına fırsat vermiş, ne de serbest düşünceli yazar ve aydınlardan oluşan bir sivil toplum örgütünün kurulmasına müsaade etmiştir; hiç değilse böyle bir sivil toplum örgütünün “devlet”e yani hakim bürokratik sınıfa kafa tutacak veya etnik bir grubun davasını destekleyebilecek kadar güçlenmesine göz yummuştur.” (Kemal Karpat, İslâmın Siyasallaşması, s.502).    

Yukarıdaki saptamalar belirtildiği gibi Osmanlı devlet sisteminin gelişiminin yükseliş döneminin karakteristiğine vurgu yapmaktadır. 17. YY’ dan itibaren başlayan gerilemeyle birlikte dünyada 19.YY’da yaşanan ve 18.YY’da sahneye çıkmış olan “ulusal devlet”in “ulus devlet”e dönüşümünü sağlayan siyasi gelişmelerin etkisiyle temel ekonomik kaynağı olan topraklarını kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti, Kemal Karpat’a göre, bu süreçte topluma kök salan mülk sahibi bir grubun meydan okumasına maruz kalmış ve kendisi için yeni bir insan kaynağı arayışına girmiştir ve kaynağını millette bulmuştur. Ancak aslında, “sultan- bürokrasi” olarak şekillenen devlet sultanın üstünlüğüne karşı çıkarak kendi gücünü pekiştirmek isterken toprak sahibi grubun ve toplumun muhalefetini karşısında bulmuştur (Karpat, s.502). Bu devinimin süregelen dinamiklerinin etkisiyle sürekli olarak şekillenen siyasi ve hukuki üst yapısıyla 21. YY’la erişen Türkiye’nin kendisine özgü demokrasisinin seyrini belirlemektedir.  

Tüm bu değinmelerin ışığında günümüz Türkiye’sinde yaşananların hak ve adalet bakış açısıyla  anlamlandırılabilmesi için bir izlek açılması olanağı doğmaktadır. Bu izin sürülmesi yukarıda da belirtildiği gibi akademik bir çabayı gerektirmektedir. Aksi halde,  adâlet anlayışıyla çelişen uygulamaların birbiri peşi sıra yaşandığı, devlet içindeki gayri meşru ilişkilerin ortaya döküldüğü bugünlerde gerçekleştirilen ve toplumun nabzını tutmaya çalışan kamuoyu yoklamalarının, bir taraftan bu olayların toplumun çoğunluğu tarafından benimsenmediğini, diğer taraftan iktidara olan güvenin değişen oranlarda da olsa yerli yerinde durduğunu göz önüne sermesini açıklamaya çalışırken kendimizi bir akıl hastanesinde bulmamız içten bile olmayacaktır. 

 
Toplam blog
: 129
: 1104
Kayıt tarihi
: 12.06.06
 
 

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F mezunuyum. Yüksek Lisans diplomalarımı G.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü'nd..