Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Haziran '11

 
Kategori
Kitap
 

Hakkari dedikleri

Yazarı: Selahattin Şimşek 

Boş Ovalar 

Giderken, yazar bir tünelden çıkıp başka bir tünele girdiklerinden bahsediyor. Bunun kendisini bunalttığını söylüyor. Kendi memleketinde böyle yapıtların olmadığını söylüyor. Dağların bitmesinden sonra Muş Ovasına varıyorlar. Tabi bu ova batıdaki ovalardan farklı, onlara hiç benzemiyor. Ekilmemiş arazileri, verimsiz topraklar olarak nitelendiriyor. 

Çıkmaz Sokak 

Yolculuk daha bitmemişti. Günlerin yorgunluğu var üstümüzde. Ama yol bitmeyince yorgun olmuyor kişi. Tren yolculuğunun bittiğini artık kamyonla yolculuğun başladığını söylüyor. Hoşap kalesine geliyorlar. Kalede üç yüz atmış oda olduğunu öğreniyor. Burada biraz mola verip, tekrar yola koyuluyorlar. Çuh gediğine geliyorlar. Burası Türkiye’de yol olarak en yüksek yer olduğunu öğreniyor. (Rakım 3700). Yolu yaparken yoldaki kayaların kesilerek oluşturulğunu anlatıyor. Zap vadisindeki uçurumu anlatıyor. Bu yolu bilmeyen birinin burada araba kullanmasının zor olduğunu söylüyor. Sümbül dağından geçerken bir tüneli görüyor. Burayı devlet değil, Haydar usta diye birinin yaptığını öğreniyor. Hatta o kişinin yaptığı duayı da öğreniyor. 

Alışmak 

Buraya (Hakkâri’ye) gelenlerin sessiz sedasız geldiğini söylüyor. Gelenlerin de buraya alışmasının, özellikle havasına alışmasının bayağı zor olduğunu söylüyor. Burada dernek olarak, iki tane dernek olduğunu söylüyor. Bunların “Cami Yaptırma Derneği” ve “Okul Yaptırma Derneği” olduğunu belirtiyor. Eskilerin yenilere anlattığı bir fıkradan söz ediyor: 

Nasrettin Hoca, büyük kıtlığa girildiği ilk günlerde, çocukların ağlayıp sızlamalarını görünce; -Çocuklar demiş. Hele biraz sabredin, şurada sabredeceğiniz 40 gün, sabredin. 

- Sonra demişler. 

- Sonra alışırsınız, demiş. 

Sonra bunu anlatanlarda gene susmalar başlıyor. Bu ne denli bir alışmadır. Bilinmez. Ruh Biliminde, Eğitim Biliminde okuduğumuz “alışkanlık”ı boşuna düşünmeyin. Onlara hiç benzemiyor. Ne kadar deşeleseniz de bulmazsınız. Bu salt buraya vergi (özgü) bir alışkanlık… Orada bulunan halkın sadece öbür dünyayı düşündüğünden söz ediyor. Asla günah falan işlemeyeceklerinden, söz ediyor. Kendisinin de buradaki halkın anlayışına alıştığından söz ediyor ve ondan korkuyor. Daha sonra konuşma meclisinden kalkıp, kitaplarının bulunduğu toprak damlı odaya doğru gidiyor. 

Dağın Ardı 

Bir dağa tırmanırken dağın dik oluşundan, zor ve meşakkatli bir çabayla dağa tırmanmalarından söz ediyor. Dağın başında hudut taşını görüyor. Diğer tarafından buradan farklı olmadığını söylüyor. Oradaki halkın sigara ve çayı çok sevdiğini söylüyor. Oradaki ağalardan ve halka ettiği zulümlerden bahsediyor. Bu dağlar, bu koca koca dikenli otlar, bu var olduğu belli olmayan yollar anlamını yitirmişler. İnsan kardeşimin büyük çilesi yaşama savaşları yürümüştü aklıma… Bir kaçıyla konuşurken birden batıyı düşünüyor ve sonra insanlara bakıyor. 

Tal Tepesi Yol Vermez 

Okullu köye doğru yol alıyor. Tuğup köyüne varıyorlar. Köyde beş altı evin olduğunu söylüyor. Hacı Abdurrahman diye birinin evine gidiyorlar. Konuk severliklerinden ve bunu dayandırdıkları inanıştan söz ediyor. Diğer bir köye gitmek için Tal tepesi diye bir yerden geçileceğini ve bunun çok zor olduğunu anlatıyor. Hava şartları el vermediği için o evde bir müddet kalıyorlar. Tal tepesini nasıl geçeceklerine dair ipuçlarını aldıktan sonra yola koyuluyorlar. Ve büyük bir başarıyla Tal tepesini aşıyorlar. 

Yollar Kapandı Kardan 

Öyle bir kar yağıyor ki, kapılar zor bela açılıyor. Koca koca kayalar görünmüyor. Bacalardan tüten dumanlar da olmasa, hayat olduğuna dair bir şey olmadığını söylüyor. Hapis damı niçin hapis damıdır? Hiç içinden çıkmak istemediğimiz yerin, birden kapılarına kara kilit asılsa artık buradan hiçbir yere yol gitmez dense, orası bizim için bir hapis damı olmaz mı? Ya bu emir böylesine gökten gelirse? Yolların kapandığı haberi hemen duyulur. Böyle günler geçiyor. Artık uzaklardan kimse bir şey beklemiyor. Kimse günleri saymıyor, takvime bakmıyor, gündüzler gecelerden farksız oluyor. 

Bir gün herkes P. T. T. nin önünde toplanıyor. Boğazı çanlı iki katırla postalar geliyor. Bana da diyor, iki mektup, üç gazete çıktı, diyor. Gazetenin birini açtığında, buralara fena kar yağdığını ve yolların kapandığı yazıyordu. Gazetenin tarihine baktığında kırk günlük olduğunu görüyor. Ama bana yine de, yeni diyor. Bunların yanında burada şapa diye bir şey var. Bu çığdan farklı olarak kayaları da sürüklüyor. Burada kişiler kamyon tekerleklerinden ayakkabı yapıyorlar diyor. Buranın savaşı zor, buranın savaşı güç diyor. Bir yanda yaşamanın derin özlemi, bir yanda doğanın ağır sillesi. 

Silleyi yiye yiye dökülenlerden arda kalanların yaman direnmelerine bir şey katmıyor değil. Ülkücülüğün beslediği arzular yığıldıkça yığılıyor içerde. Haziran ayına kadar böyle gidecekmiş. Kar kalkınca insanlar bitecek yerden. İşte onların elinden tutmak, bir daha kar düşünceye değin, hiç olmazsa bir arpa boyu yol gitmek… Bunları bir dağın doruğuna götürmek, oradan göstermek acunu. Bir gök gürültüsü, bir yer sarsıntısı; kısacası, uzakları yakın eyleyen bir şeyin karları yırta yırta, köyün karanlığa girmesi. İşte tüten özlem. Ve son postacı kartıyla katırcı Osman Dayı; bu özlemi, “yollar kapandı kardan, Turna geçmez diyardan…” türküsünü söyleye söyleye bu dağlardan aşıp yerine iletesin emi… 

Memleketin İkinci Sahipleri 

Köylere genelde mezarlardan girildiğini ve suların kenarlarında olduğunu söylüyor. Okulu olan bir köye gidiyor. Orada okulun bir eğitmen tarafından nasıl düzenlendiğini söylüyor. Cam bir çerçeve getirdiğini ve bir tarafına Atatürk resmini diğer tarafına ise Türk bayrağını astığını söylüyor. Eğitmenin çocuklara Türkçe konuşmayı öğretmesinin, yarının Türkiye’sine büyük bir katkı yaptığını söylüyor. Köyde hasta biriyle karşılaşıyor ve onun ayı tarafından bu hale getirildiğini öğreniyor. Çantasında ilaç olup olmadığı soruluyor. O, yok, diyor. Çünkü çantasında sadece kitap vardı. Başka bir köye giderken yolda boş tarlaları görüyor ve neden boş olduğunu soruyor. Daha sonra anlıyor ki, ayılar ve domuzlar yüzünden tarlalar boştur. Böylece biraz daha anlıyor ki, burada yaşam savaşı gerçekten çok çetin… 

Şüphe Üzerine 

Köylerde genelde en güzel yerler mezarlar oluyormuş. Çünkü orada hayat her zaman diğer dünya üzerine kurulu olduğu için mezarlara ayrı bir değer veriyorlar. Okulun bahçesinde bir şey dikkatini çekiyor. Daha yeni bir mezarın başında on iki yaşlarında bir kız çocuğunu görüyor ve merak ediyor. Öğretmen, sormadan, bu kız benim öğrencimdir, adı Mürüvvettir, ama burada Miro diyorlar. Bu yıl okulu bitirecekti ama bir haftadır okula gelmiyor. Hep böyle anasının mezarı başında ağlayıp duruyor. Çok çalışkan bir öğrenci olduğunu söylüyor. Kimsesinin olmadığını anlatıyor. Müfettiş babasını soruyor. Öğretmen zaten babasının öldürdüğünü söylüyor. Adam köy bekçisiydi. Elinde silah vardı. Kim ne yetiştirmiş, bilinmez. Şüphe girmiş içine. Karısı ipi alıp, ota gittiğinde tüfeğini temizleyip, kadın tam otları taşırken, biz de paydos eteğimiz zaman, kadını vurdu, diyor öğretmen. Kız da, o gündür böyle, diyor. 

Babası da dağa doğru gitti. Beni bu kız düşündürüyor, diyor. Giden gitti zaten. Evet, iş Mürüvvetleri kurtarmak. Öğretmenim, yaşayan ve doğacak olanları. Müfettiş şöyle devam ediyor. “Kaygını anlıyorum öğretmen. Kim bilir, Mürüvvet bu mezar başında ölmeyecektir. Fakat köyün karanlığından çekip alamayacaksın onu. Büyüyecek. Köyden bir delikanlıyı sevip onunla kaçacak. Sonra kadınlığını unutup, kendisini işe verecek… Sırtıyla ot çekerken, birisiyle dostça bakışacak. Mürüvvet üstüne dedikodular yayılacak köye. Kocası şüphe üzerine sırtındaki ot yüküyle onu vuracak…” Belki de Mürüvvet az okul gördüğü için ot sicimiyle kendisini asacak; yaşanası dünyanın ve hiçbir şeyin mürüvvetini görmeden ya da görmek istemeden gidecek… Köyün batı ufkunda, Mürüvvetler durmuş, güneşin doğacı ufka bakıyorlar. Bu ufukta şimdi bir okul, bir da öğretmen yaman bir sancı içinde ve birden yenemeyeceği güçlere diş bilemede… Köyün asırlardır habire artan olanca ağırlığı çökmekte öğretmenin üstüne. Okulun önünde köyün mezarlığı kabara kabara büyümede… Başında Mürüvvetler… 

Derman 

Buradaki hemen hemen bütün köylerde, köye gelen bütün yabancılara, “Derman (ilaç) var mı?” diye soruyorlar. Muska, üfürük, türbeler, en batıl inançlar olmasına rağmen, ilaç sormaları hayret edecek bir şey olarak nitelendiriyor. Bir de şu dikkatini çekiyor. Bu evlerde genelde cam olmuyor. Nasıl olsun diyor. Hakkâri’ye dört günlük uzaklıkta olduğunu söylüyor. Bir köyde halk müfettişe buralara neden doktor gelmediğini soruyor. Gelenin de genç olduğu, işinin uzmanı olmadığını, ayrıca hastane yapıldığını fakat boş durduğunu söylüyor. 

Işık Deliği 

Başka bir köye gidiyor, orada da karanlık bir odaya giriyorlar. Bu karanlığı Sokrat’ın çizdiği mağaraya benzetiyor. Çünkü içindeki insanları gerçekten uzak ve habersiz olarak gördüğü için böyle düşünüyor. Buradaki insanların başka bir özelliği de, ne söylersen söyle, “evet” demeleri olarak vurgulanıyor. Buradaki konuk severliği da övmektedir ama dertlerinin bir dünya olduğunu vurgulamaktadır. 

Oy Dağlar 

Dağlar diyor, dağlardan yakınıyor. Oy dağlar bitip tükenmeyen dağlar. Bu diyardan gitmeyip, bu deveyi güdeceğimize göre, savaşımız var dağlarla. Dağlar ordu ordu. Dağların gücü yüce, doğaca… Yedi başlı devler gibi yollara oturmuşlar, geçitleri tutmuşlar… Oysa bu yollara bakmada tüm gözlerimiz. Unutulmuşluğumuza, yitikliğimize bu yollar paydos edecekti. Umudumuz büyüktü, dağlar gibi büyüyecekti. 

Dağlar Yol Verin Umutlara… 

Karşı Karşıya 

Dağlar-dağlara; dağlarda burçları yıkılmış kale-kaleye karşı. Eski-yeniye, aydınlar-bilgisizlere karşı. Mahalle mektebi-yeni okula, yeni dil-eski dile; şu kara yapılarak yapılara… Doğu-batıya karşı… Küçük şehrin büyük insanları bilmem ki nelere?.. Ya da birbirine… Dışımız-içimize karşı… Yukarıda saydıklarımız gibi burada da yeni yerleşimde kalan kodamanlarla eski toprak damlı evlerde kalanlar arasında büyük farklar vardır. Birileri zevk sefa içindeyken, diğerleri yiyecek ekmeği zor bulmaktadır. Biri ferah ve rahat içinde yaşarken, diğeri hayatını zor idame ettirmektedir… Böyle bir garip dünya burası… Tabi birde memurlar var. Orhan Veli’nin şu dizeleriyle memurları şöyle özetliyor: 

“Biz memurlar,  

Saat dokuzda, saat on ikide, saat beşte,  

Biz bizeyizdir caddelerde…” 

Öykü Gibi 

Ya da “Arş İleri” 

Günlerdir süren hummalı bir çalışmadan bahsediyor. Devlet erkânından birileri geliyor galiba, diye düşünüyor. Şehrin sokaklarının hiç bu kadar temiz olmadığını, yolların kardan temizlendiğini söylüyor. Aslında burada bir serzeniş var: Olmayan bir şeyi olmuş gibi göstererek göz boyama var… 

Memurlar Neden Kaçıyor? 

Buralara memur olarak değil de turist olarak gelmekten bahsediyor. Burayı (Hakkâri) Türkiye’nin çıkmaz sokağı olarak görüyor. Yıllardır buraya gelen memurlarla halk arasında bir kopukluk olduğunu söylüyor. Ne memurlar buradaki halka inebilmiş, ne de halk memurlara yaklaşabilmiş. Hep arada birileri olmuş. Bu da buralarda halkla memurlar arasında bir mesafe olmasına sebep olmuş. Bir de buraya atanan genç öğretmenler var. Onlar ilk geldiklerinde bir hayal kırıklığı içinde, atandıkları köylere dağılırken, ah diyorlar, buralara bir daha dönebilsek… Kim bilir, diyor. Hayatın bunlara nasıl gül pembe anlatıldığından bahsediyor. Yani gerçekle, anlatılan arasındaki farkın ne denli büyük olduğunu söylüyor. Bir de buralarda en çok göze batan şeyin dağlara yazılmış olan VATAN yazısı diyor. Buralara “vatan” yazmakla, vatan olunmayacağını söylüyor. Bunun için de, buraya galen memurlara “ortama uyum sağlaması” için olanak sağlanmalıdır. Aranan nitelikli memurlar buralara gelmemektedir. Bunun sebebini de buradaki şartlara bağlamaktadır… 

Yukarıyı Yazdık 

Bu ülkenin durumu ortada, bir doğuya doğru gidin, görürsünüz. Köyün önceden imeceyle yapılmış işlerin yüz üstü bırakılmış olduğunu görürsünüz. Muhtara sorduğumda cevap aynı, yukarıya yazdık beyim… Gittiğimiz okullarda okulların halini öğretmenlere sorduğumuzda, cevap aynı yukarıya yazdık sözü… Genelde buraya gelenlerin kullandığı bir şeydir. Yapmamız gereken, Köy Enstitüleri gibi okullar açmak. İlla bu adda olması gerekmez. İsmi farklı olabilir ama işi, yapılması gibi yapmalı, köylere yaralı çalışmalar yapmalıdır… 

Doğuya Işık 

Işığın doğudan doğduğuna bakmayın. Aslında doğuda batıyor ışık. Doğu karanlıklar içinde. Kimi köyde okul olduğu halde, okuma yazma bilenlerin olmaması, hastane olduğu halde, halkın bildiğini uygulaması. İlerlemenin tek taraflı olmayacağını, iki tarafın çalışarak bir şeyler elde edilebileceğini, vurgulamaktadır. Burada beş ilçede ortaokul yok, tecrübeli ilkokul öğretmeni yok, burada Milli Eğitim Müdürlüğü de görevini tam yapamamaktadır. Buraya gelen memurlar kaçmaktadır. Bu durum, sadece memurun suçu değildir. Bu devlete de büyük görev düşmektedir… 

Sonuç 

Bu kitap, doğunun neden bu günlere böyle geldiğinin göstergesidir. Eğer siz vatanın çocukları ile yeteri kadar ilgilenmezseniz, başkaları sizin yerinize ilgilenir. Halk cahil kalır. Her şeye kanar ve sonuç ortadadır. Ama zararın neresinden dönersek, kar olur, felsefesiyle işe koyulmalıyız. Bize düşen görev, ülkeyi doğu batı diye ayırmamalı ve ülkenin her tarafı bizim toprağımız demeli, ona göre çalışmalıyız… 

 

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..