Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ekim '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Halil Ergün ile yedi sanat

Halil Ergün ile yedi sanat
 

YAPRAKLAR DÖKÜLDÜ

Usta oyuncu Halil Ergün’ün adı, “Yol” filminde canlandırdığı karakterle beynimize kazınmıştı. O suçluluk duygusu ve onu yaratmak, beslemek, korumak bu toprakların vazgeçilmez silahıydı. Sonrasında, “Kırlangıç Fırtınası” adlı filmde, büyük şehre göç ederek, içinde bulunduğu feodal yapıya karşı gelen asi bir gencin, hayata tutunma çabalarını ve aslında büyük şehrin büyük yıkımını, dönemin meşhur video salonlarında izleyebildiğimiz olağanüstü oyunculuğuyla sergilemişti…

Nihayetinde, pek çoğumuz göç etmiş ve tıpkı filmin en önemli repliğindeki gibi; asıl fırtınayı yaşar olmuştuk göç ettiğimiz yerlerde….

Bu hafta, Halil Ergün ile (tesadüf bu ya, Pirosmani meğer en sevdiği ressamlardanmış) disiplinler arası buluşmalarda, Pera Müzesi’ndeki Pirosmani sergisini gezdik. Altın Portakal’da onur ödülü alacak olan usta oyuncuyla; resim, sinema ve siyaset üzerine konuştuk…

>>Pirosmani’ye özel bir ilginiz mi var?

Pirosmani, beni çok eski günlere götürdü, hiç bilmediğim bir ressamdı, dünya sinemasından örneklerin gösterildiği dönemde, onunla ilgili bir film gelmişti, hatta sonrasında İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmişti, onu ve sanatını, o filmle tanımış ve çok heyecanlanmıştım. Naif resimlerinde genellikle Gürcü toplumunu anlatan, bir köy ressamıdır aslında. Gürcü halkını pastoral bir biçimde, derin izlerle aktaran bir ressam, sonrasında Moskova’ya gittiğimde buralarda Gürcü yok mu? Diye sormuştum da, beni Gürcü lokantalarına götürmüşlerdi, lokantada Pirosmani’nin röprodüksiyonları asılıydı. Benim için özel bir yeri olan, çok sevdiğim bir ressam.

>>Sergilere gider misiniz? Daha doğrusu resimle aranız nasıldır?

Elimden geldiğince sergilere giderim. Resim çocukluğumdan beri bana tat veren bir sanat dalı. Çocukken gazete ve dergilerden resim ya da resme yakın fotoğrafları keser duvara asardım. Ortaokulda ve lisede yağlıboya resimler, suluboya resimler çalışıyordum. Köy Enstitüsünde yetişmiş çok iyi öğretmenlerimiz vardı ve o dönemler günümüzdeki gibi değildi, resim henüz yeni bir şeydi bizim için. Ailemin itirazlarına rağmen Akademi sınavlarına hazırlandım, hatta bir atölyede kurs bile almıştım. Ama sonrasında olmadı tabi, çeşitli nedenlerden dolayı sınavlara giremedim ve Mülkiyeli olduk. İçimdeki o tutkudan hiç kopmadım, hala resim yapıyorum, mesela bir yere gidiyorum ya da çekim aralarında diyelim, sürekli elimde kalem vardır ve bir şeyler karalarım. İlerde her şeyi bırakıp yalnızca resim yapmayı planlıyorum.

>>12 Eylül’le ilgili bir film çekiyordunuz, tamamlandı mı? Dönem filmlerini nasıl değerlendiriyor sunuz?

Tarık Akan’ın yönetmenliğini yaptığı film; yine kendisinin birkaç yıldır üzerinde çalıştığı bir senaryo ve 12 Eylül’ü anlatmaya çalışan bir dönem filmi. Çekimleri ve finali tamamladık, ama bazı problemlerden dolayı sanıyorum gösterimi biraz gecikecek, çünkü bakanlık herhangi bir bütçe vermedi ve bazı engeller aşılamadı. Tarık çok üzüldü, ben de üzüldüm tabi ki canım, ama ne yapalım, artık en yakın tarihte sinemaseverlerin karşısına çıkmasını diliyorum. Film de; 12 Eylül’de genç bir müzisyenin yaşadıkları anlatılıyor.

>> Dönemi kabaca aktarmaya çalışan bir film mi? Yoksa sorgulatan, düşündüren bir anlatım mı?

Özellikle son yıllarda çok film çekiliyor, 12 Eylül’le ilgilide bazı filmler yapıldı, bu oldukça sevindirici. İyi işlerde çıkıyor, ama daha iyi filmlerde yapılabilecekken çok kolayda film çekiliyor. Bundan yana da bazı şikayetlerim var. İnsanları kımıldatan filmler yapılmalı, döneme tanıklık yapmak lazım, ama bunu bir tercümanlık noktasında yapmak sanatın işi değil diye düşünüyorum doğrusu. Şöyle anlatabilirim; 12 Mart döneminde tutukluyken savcıya son savunmamı yapıyordum; “Bana şunu şunu yaptılar” demiştim dönemin savcısı Baki Tuğ’a. Hiçbir detayı anlatmadan, yapılanların işkence olduğunu ve bana yapılanları bu ülkenin çocuklarına şikayet ediyorum demiştim. Orada bir işkencecinin nasıl işkence yapabildiğini sorguladım kendi kendime. Düşünsenize, adam bütün gece işkence yapıyor, sonrasında sabah, o kan kokusunun içinden çıkıp, fırından sıcak ekmeğini alıyor ve evine gidiyor. Hiçbir şey olamamış gibi hayatına devam edebiliyor. İşte bunu gerçekten anlayamıyordum, bir insanın böyle davranabileceğini bile kabullenemiyordum. Çocuklarını, karısını sevebiliyordu, bunu hala da anlamış değilim. İşte bunu sorgulamak lazım diye düşünüyorum. Ve bunu yaparken de, diğer işkencecilerin de kendilerini sorgulamalarını sağlatmalı.

>>Tiyatro, sinema geçmişinizden bu anlatıma benzer örnekler var mı?

Ankara’da, Ankara Birliği Tiyatrosu’nda sergilediğimiz oyunlarda devrimci tiyatro yapıyoruz ve her kesimden insanlar izlemeye geliyordu. Bir miting alanı gibi oluyordu, devrim oluyordu salonda. Kafamda bazı sorular oluşmuştu; herkes aynı şeye reaksiyon gösteriyordu, orada bağırıp, slogan atıp gidiyorlardı ve işte o zamanlarda Bertold Brecht’i tanıdım.

Brecht, sanat anlayışı olarak, insanları zihinsel bir değişime yöneltmek gerektiğine inanıyordu ve oyunlarını bunun üzerine kurmaya çalışıyordu. Kabaca meseleyi anlatan, insanlarda kalıcı bir iz bırakmayan, ajit tiyatro yapmak yerine kafa yormak gerektiğini savunur. İnsanları zihinsel bir değişime yöneltmek lazım. Bir oyun sahnelemiştik, kıyamet koptu Türkiye’de, Yeşilçam hikayesidir aslında çünkü pek çok filmde kullanıldı. Sokağa düşmüş bir kadının kızına eve gelen adamlar sarkıntılık ederler sonra evlenir ve çok zengin olur. Fakat buna çok farklı bir bakış açısı getirdiğiniz zaman maddeci dünya ile Marxizmin estetik anlayışı doğrultusunda sahneye koyduğunuzda insanlar sorgulamaya başladılar. Farklı sahnelerde farklı tepkiler koyuyorlardı. İşçiler kendi sınıf sorgulamalarını yapıyorlardı. İşte o zaman sanatın değiştirici unsurları gerçekleşmiş olur. Sinema hiç aklımda yokken, Yılmaz Güney sineması geldi karşımıza, O’nunla düşüncelerimiz benzeşiyordu ve yaptığı işlerin içeriği düşüncelerimizi destekliyordu. Evet, sinema farklı bir illüzyon sanatı ama günümüzde de farklı senaryoların yazılabileceğine inanıyorum.

“İstanbul’a gidecektir ve kurtulacaktır düşüncesi vardı.”

>>Kırlangıç Fırtınası adlı bir film var mesela sizin senaryosunu yazdığınız, bu filmde de biraz bahsettiğiniz anlatım hakim değil mi?

O filmin senaryosunun bana ait olduğu pek bilinmez. Feodal yapı artık yıkılma noktasına geldi, ya işçileşecektir ya da sınıf atlayacaktır. O noktada bir ailenin, o yapısından kaçıp kurtulma isteği vardı oradaki karakterde. İstanbul’a gidecektir ve kurtulacaktır düşüncesi vardı. Ama o film için neler yaptılar bana, oysa anlatmak istediğim inandığım ve ülkenin koşullarını tarif etmeye çalışan düşüncelerimdi. Şimdi Antalya’da Onur Ödülü verecekler bana ve bunun için hazırlanan kitap da bundan bahsettim. Çok haksız saldırılara uğradım.

>>Yılmaz Güney’le çalışmaya başlamanız nasıl oldu?
12 Mart dönemiydi. Öğrenciydim o zamanlar, İstanbul’a geldiğimde fakülteden arkadaşlarla buluştuk, Papirüs adlı bara gittik. Papirüs o zamanlar sanatçıların, yazarların uğrak yeriydi. Arkadaşlarım ayrıldılar ben orada kaldım. Yılmaz Güney, benim hapishanede birlikte yattığım arkadaşlarımla muhasebe ve prodüksiyon ortaklığı kurmuştu. Oradan ayrıldıktan birkaç hafta sonra arkadaşımdan, film çekme teklifi aldım. Yılmaz içerdeydi, oynadığım filmde “Yol” filminin hazırlığı gibi, birinci versiyonuydu. Böyle başladı ve burada kaldım.

>>Bugün ki sinemayı O dönemle kıyasladığınızda benzerlikler ya da nasıl farklar çıkar ortaya?

Bugün dünya konjoktürü değişti, o yıllarda dünya tek tip bir yapıya henüz bürünmemişti. Uluslararası rüzgar bu kadar hızlı esmiyordu ve Türkiye henüz bu kadar umutsuz değildi. O dönemin sinemasında emeği, insanı anlatma umudumuz ve amacımız vardı. Şarkıcı oyuncular ve seks furyası yavaş yavaş başlamıştı, televizyon Anadolu’da salonların kapanmasını hızlandırıyordu. O dönem çocuklar kuran kurslarına, erkekler birahanelere doluşmuyordu. Arada böylesine önemli farklar vardı, sorgulayan ve sorgulatan gürül gürül bir gençlik vardı. Halkevleri vardı ve iyi çalışmalar yapılıyordu, salon olmayan şehirlerde filmler Halkevlerinde gösteriliyordu. Sonrasında, 12 Eylül’le birlikte pek çok değişti. Popüler kültür baskısı iyice arttı ve bilinçler kuşatıldı, tat alma duygusu değişti. Bakın bugün savaşlar oluyor, insanlar ölüyor ve sen filmini çekemiyorsun, yasaklar, engeller var. Para da bulamıyorsun, nasıl yapacaksın istediğin gibi bir filmi. İnsanların beğenileri günümüzde başka yerlere sıçradı, baksanıza magazin programları en çok izlenir oldu.

>>Bu değişimle birlikte bir dizi furyası aldı başını yürüdü. Bunu nasıl karşılıyor sunuz?

Kasaba da birisi bir pastane dükkanı açar ve iyi para kazanır sonrasında herkes pasta dükkanı açmaya başlar. Dizilerde öyle bir şey. Onlarca dizi çekiliyor, o yetmiş dizide binlerce hayat var, çalışanların sayısını düşündüğünüzde ne kadar insan ekmeğini kazanmak için bekliyor ama bir bakıyorsunuz dizi tutmayınca hemen kaldırılıyor. Bu çok hazin bir durum. Diğer bir yandan da çok kötü şeyler yapılıyor, bir şey tutunca herkes ona saldırıyor. Mesela “Yaprak Dökümü” tuttu diye herkes roman arıyor. Ağa, bey tiplemesi tutuyor herkes onun peşinden koşuyor.

“Saate karşı politika yapmamak lazım.”

>>Genellikle dizilerde sınıfsal farkların pek görülmediği ve genellikle de zengin yaşamların anlatıldığı konular Türkiye’yi ne kadar anlatıyor sizce?

İnsanlar artık para kazanmak için film ya da televizyona iş yapıyorlar, kimsenin öyle toplumsal meselelerin üzerine kurulu iş yapma gibi bir derdi yok. Bağımsız olanlar bu konulara değiniyorlar ama genelde böyle bir kaygı yok, tabi bu da insanları olumsuz yönde etkiliyor. Mesela seçimlerde Başbakanın kolundaki bilmem kaç bin dolarlık saati konuşuldu. Ve bakın AKP ne kadar oy aldı. Bence artık Türkiye halkı bir an önce zengin olmak istiyor ve Başbakanın kolundaki saati takmak istiyor. Herkes para kapmayı düşünüyor, kimse emeğim karşılığında nasıl para kazanırım diye düşünmüyor. Dolandırıcılık, soygunculuk kimseyi artık rahatsız etmiyor. Daha doğrusu öyle bir anlayış bombardımanı altında insanlar. Şimdi ne var tartışılan, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı meselesi kaç ayımızı aldı düşünsenize. Canım bana ne karısının türbanından, 12 Eylül’le birlikte kuran kursları ve imam hatipler çoğalmadı mı bu ülkede, şimdi insanları oyalamak için bu konuyu ön plana çıkartıyorlar. Büyük medya guruplarının da kimlerin malı olduğunu çok iyi biliyoruz. Oysa bu ülkenin açlık, yoksulluk gibi öncelikli bir sorunu var. Göstermiyorlar ki, halk anlatılanı oldukça kolay benimsemiş ve içselleştirmiş durumda. Ama verilen, böyle bir kültürel durum dayatılmışsa bunun değişimi sağlanmalı. Bu ülkede üç beş kuruş için yerini yurdunu bırakıp yollarda ölen binlerce insan var. Sırf Ahmet Kaya tişörtü giydi diye linç edilmek istenen gençler var, bunları kim konuşacak ve Abdullah Gül Çankaya’ya çıktı ne değişecek, işte insanlara bunları anlatmak lazım. Saate karşı politika yapmamak lazım. Gerçekler anlatılmalı ve elbette iyi filmler yapılmalı, insanı anlatan, insanlara kendilerini fark ettirecek filmler yapılmalı. Siyaset ve politika da bu paralelde olmalı. Bu yüzden bugün özellikle televizyonlarda yapılan işler kaba bir ticarettir. Kimsenin hayatı, yoksulluğu ya da başka sorunu ile ilgili bir iş yapılmıyor.

>>Aydınlar, sanatçılar halkın içinde bulunduğu bu durumu görmüyorlar mı?

Ben de onu söylüyorum bu durumu anlatmak lazım, ama eski kalıplarla onu yapamıyoruz, bunun için yeni anlatım yolları bulmamız gerekiyor. Oysa AKP’ye oy verenler çok rahata ermiş insanlar mı? Şöyle kahveleri dolaşıp bakın hepsinin ayrı derdi, ayrı sorunu var ve genel olarak ortak sorunları yoksulluk, bu ülkenin en önemli sorunu. Ama insanlara gittiğinizde slogan atmasını bekleyen politikalarla giderseniz olmaz, sizin samimiyetinize inanmazlar. Ayrıca kurtarıcı olmadan ya da ben bunları yaptım bana oy verecekler diye yapmayacaksın. Mesela insanlar avukata ihtiyaç duyduğunda gidip danışırlar ama avukatı sevmek zorunda hissetmezler. Ya da onu sürekli anmazlar, işte politikayı avukat gibi yapmamak lazım.

>>Oyunculuk dışında nelerle ilgileniyor sunuz?

Şiir yazıyorum. Belki toparlayabilirsem ve şairlere haksızlık etmeden ilerde düşünebilirim. Ama ille de yayınlamak gibi bir derdim yok, sadece yazıyorum.

>>Bu sene Altın Portakal onur ödülünün size verileceğini duyduğunuzda neler hissettiniz?

Çok heyecanlandım ve sevindim doğrusu. Biz de genellikle insanlara öldükten sonra ödül verilir, yaşarken pek değer bilmeyiz, bu açıdan görebilmiş olmam iyi bir şey diye düşünüyorum. Diğer bir yandan da yaşlandım mı diye de kaygılandım. İnsanların senin yaptığın işleri, seni beğenmeleri güzeldir.

 
Toplam blog
: 31
: 895
Kayıt tarihi
: 17.06.07
 
 

Hayattan alıyorum bütün kaynağımı. Sokağı takip ediyorum, insanları gözlemliyorum, kendimi sorguluyo..