Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ekim '09

 
Kategori
Güncel
 

Halit Refiğ ve onun ''Ulusal Sinema Kavgası''...

Halit Refiğ ve onun  ''Ulusal Sinema Kavgası''...
 

Sinema kuramcısı ve yönetmen, Halit Refiğ ve müzisyen ve de meslekten eşi, Gülper Refiğ...


Ülke sineması çok değerli bir kuramcısını ve yönetmenini yitirdi... Rastlantıya bakın ki, hem de 46. Antalya Altın Portakal Film festivali'nin başladığı günlerde... Halit Refiğ, 1964 yılında ürettiği '' Gurbet Kuşları'' filmiyle ilk Altın Portakal Ödülü'nü alan yönetmenimizdi... Ve onun yeryüzü konukluğunun bittiği günlerde, bütün sinema sektörü Antalya'daydı... Ancak kadir şinas dostları, Antalya'dan bir günlüğüne de olsa geri dönerek, ona karşı son görevlerini tamamlamaya çalıştılar!...

1970'li yıllarda, Tunceli'deki lise edebiyat öğretmenim Mustafa Kutlu vesilesiyle, mütevazi bilge insan, muallim ve felsefeci Prof. Nurettin Topçu ve grubuyla tanışmış, ''Anadolucu'', ''Fikir ve Sanat'ta Hareket '' dergisini ve Hareket yayınlarından o yıllarda çıkan kitapları da incelemeye başlamıştım... Bu çizgide çıkan kitaplardan biri de, Halit Refiğ'in yazdığı ''Ulusal Sinema Kavgası'' ydı... O ve Metin Erksan, ülke sinemasında yeni bir savaşımı başlatıyorlardı.. İlk gençlik yıllarımızda, bizi etkileyen filmlerden çoğunun altında onun imzası vardı... 1970'lı yılların sinema sektöründe, öncelikle, kendine özgü bir sinema kuramcısıydı ve ölünceye kadar da, bu düşüncelerini var olan nesnel koşullar içinde uygulamaya çalıştı... Birçok filminde bu topluma ait özgün değerleri işledi...

Ulusal Sinema Kavgası'na giden serüveni, 1950'li yıllarda başladı. Sinema yazarlığı ve Kore savaşı esnasında ilk amatör çekimlerden sonra , Atıf Yılmaz'a asistanlıkla başlayan sinemacılık süreci, Memduh Ün ve ulusal sinemaya diğer yönetmenlerden çok farklı olarak, ''tarih bilinciyle'' yaklaşan Metin Erksan'la olan birlikteliğinde de ivmelendi...

İlk filmi Yasak Aşk'ı 1960 yılında çekti. Bu film, TRT'de bir dönemeç olacak bir film olarak, Aşk-ı Memnu adıyla1974 yılında TRT'ye mükemmel bir dizi film halinde tekrar çevrilecek ve ülke sineması, Müjde Ar, Itır Esen gibi farklı yeni oyuncularla bu dizi film sayesinde buluşacaktı...

1961 yılı nisanında, kurucu meclis sinemada sansürün kaldırılmasını red etse de, yeni anayasal ortamda, toplumcu gerçekçi kimliğin ön plana çıktığı sinemamızın nitelikli filmlerinin çevrilebildiği bir sinema ortamı vardı... Ve altmışlı yılların ortasında, yalnızca İstanbul'da sinemaya bir yıl içinde giden resmi insan sayısı, 34.000.000'dan fazlaydı!...

.

1962 yılında ürettiği, toplumcu gerçekçi bir film olan ''Şehirdeki Yabancı'' da zamanında büyük bir ses getirecekti. Vedat Türkali'nin öyküsünden, her ikisinin ortak çalışmasıyla senarize edilmiş olan film, doğal bir aşk öyküsünün eşliğinde, Zonguldak maden işçilerinin sorunlarını irdeleyen bir filmdi...Ve ihtilal sonrası, sıcak günlerde çevrilmişti... Ve gene bu günlere yaslanan yeni filmi de, ''Şafak Bekçileri'' ydi...Hava Kuvvetlerimizin ve onun114.Filo'sunun katkılarıyla çekilen bu filmde, (1963), Eskişehirde havacı genç bir subayın, aykırı bir toprak ağasının kızıyla olan sorunlu aşk ve sosyal çevre ilişkileri irdelenmekteydi...Cüneyt Arkın'da, bu filmle beyaz perdeye merhaba demişti... Kemal Tahir'in senarize ettiği, Haremde Dört Kadın, yanısıra Kırık Hayatlar ve Bir Türke Gönül Verdim, filmleriyle çalışmaları devam etti.. .Negatifleri yakılan, sanatsal açıdan trajik bir durumla karşılaşan Yorgun Savaşçı, gene Kemal Tahir'in romanından aktarılan Kadınlar Koğuşu ve yanısıra Fatma Bacı, İki Yabancı' da bu çizgide yapılan diğer filmlerinden öne çıkanlarıydı... Teyzem, Hanım, Gelinlik Kız' da farklı ve nitelikli ürünler olarak sinema izleyicisiyle buluştu....

Halit Refiğ, bir düşünce ve kültür insanı olarak bu ülkeye önerdiği yeni bir sinemayı, artık üretme yolunda ilerliyordu... Altmışdan fazla film üreten yönetmen, çok istediği halde '' Kemal Tahir'in ''Devlet Ana'' romanını filme çekemeden aramızdan ayrıldı...

Türkiye solunun önemli düşün ve yazın insanlarından Kemal Tahir'le tanışması onun sinema yaşamını doğrudan etkilmiştii... Ona göre Kemal Tahir; onun düşünüp, sorguladıklarını ondan daha önce derinlemesine sorgulayıp, yorumlayan bilge bir ülke insanıydı ve ''Batılılaşma'' konusunda ortak düşüncelere ulaşmışlardı!...

Kemal Tahir özetle bu ülkenin batıyla olan çelişkilerinin devam ettiğini, Yunanlılar'la yapılan son savaşın da batıyla yüzyıllardır yapılan savaşlardan biri olduğunu, yeni kurulan cumhuriyette batıdan alınan üst yapısal değerlerin maya tutamayacağını, bu ülkenin batı tarzı bir feodaliteye sahip olmadığını ve bu yüzden de batıdaki sınıfların hiçbir zaman bu topraklarda oluşmadığını ve devletin batıdakinin aksine halkı koruyucu ve toparlayıcı bir yapıyı içinde barındırdığını vurguluyordu!...Ve sonuç bir fiyaskoydu!... Ona göre batıda kilise ve toplumsal sınıflar devlet olmadan da varlıklarını sürdürebilseler de, bizde batılı anlamlarda sınıflar varolmadığı için, devlet olmazsa bu toplum dağılabilme durumuyla karşı karşıya kalabilirdi!... ''Yorgun Savaşçı'' da, böylesi bir durumla karşı karşıya kalan halkımızın, asker-sivil bir grup Osmanlı aydınının öncülüğünde, ülkeyi ve devleti kurtarmak için canlarını dişlerine takarak verdikleri karşılıksız, öz verili bir mücadeleyi anlatıyordu!...

Halit Refiğ, ölümüne kadar da, Kermal Tahir'in düşünce sistemine sadık kaldı ve sinemada, diğer çalışmalarının yanısıra, Kemal Tahir'in '' canlı ve değişken, sürgit elde tutulamayan'' gerçeğini ve onun doğu batı karşıtlığı içinde, ''Türkiye 'nin yaşayan insanının nesnel gerçekliğini ve Türkiye özeli'' olgusunu ve Doğu-Batı uzlaşmaz çelişkisini, kısmen sinemada uygulamaya çalıştı!......

Yaptığı söyleşilerde kendini şöyle ifade ediyodu:

''Bütün meslek hayatım boyunca Doğu ve Batı kültürleri arasında gidip gelmişimdir. Zaten, aşk ve ölüm sadece bizim ilgilendiğimiz bir mesele değil. Aşk ve ölüm bütün insanlığın ve insanlığın bütün kültürlerinin ilgilendiği bir meseledir. Sevmek, birleşmek içgüdüsüne sahip her insanda da genelde ölüm korkusu vardır. Öleceğini bilmek, ölüm karşısındaki konumlanmak meselesi vardır.

Ancak, meslek hayatım boyunca Doğu ile Batı arasındaki ilişkiyi, farklılıkları araştırırken, bizdeki aşk kavramının Batıdaki aşk kavramından çok farklı olduğunu gördüm. İngilizcedeki “love” ile Türkçedeki “aşk” aynı şeyler değil. İngilizcedeki “love” büyük ölçüde bedeni bir durum. Türkçedeki “aşk” kavramı sadece karşı cinse duyulan ilgi değil. Türkçedeki “aşk”ın çok farklı bir manevi bir boyutu, derinliği var!...

Batıda “maneviyat” kelime olarak bile yok!

Burada “manevi” kelimesinin altını çiziyorum. Batı dillerinde “manevi” kelimesinin karşılığı yok!... “Manevi” ne demek? Manaya ilişkin demek, manadan doğan demek. Bunun Batı dillerinde karşılığı yok. “Moral” ahlak demek, “Spirituality” ruhsal demek. Bu kelimelerin hiçbiri tam anlamıyla “manevi” kavramını karşılayamıyor. Burada Batı ile aramızda büyük bir farkı görüyoruz.

Buna karşılık manevi kavramının bizim kültürümüzde çok büyük özellikleri var. Mesela aşk en büyük manevi kavram.

Batı düşüncesiyle Doğu düşüncesi arasındaki farkı gösteren çarpıcı bir örnek vereyim: “Namus” kelimesi. “Namus” kelimesinin İngilizce karşılığı nedir? Yok. “Namus” kelimesi Yunanca “Nomos” kelimesinden alınmadır. “Kural” demektir. Mesela Eflatun’un kitabı “Nomoy” “Kurallar” olarak Türkçeye çevrilmiştir. Biz Yunanca “kural-Nomos” kelimesini “namus” olarak manevi bir değer haline getirmişiz. Batılılar aynı Yunanca kelimeden Nomos kelimesinden “nomizma”yı türetmişler: “Para” demek! .. Kültür farkını görüyor musunuz. Bu örnekler çoğaltılabilir...

Bu açıdan bakıldığında ben “aşk”ı Batılıların anladığı şekilde “love” gibi basitleştirilmiş bir insan ilişkisi ve büyük ölçüde bedeni birleşmeye dayanan bir ilişki olmanın ötesinde bizim temel kültürümüzde ana varlığın bütünle “birleşmesi”. Bizim tasavvuf düşüncesinin temeli olan Mevlana’nın Yunus Emre’nin öncüleri oldukları bir görüş!...

Doğuda aşk mı para mı dendiğinde aşk tercih edilir! ...

Örneğin, bizim filmlerimizde kahramanlarımız genellikle bir ikilemle karşılaşırlar: Aşk mı para mı? Tabii ki bizim kahramanlarımız aşkı tercih ederler. Çünkü o, içinden çıktıkları toplumun temel tercihiydi. Bugün itibariyle bu değerlerde önemli sarsıntılar meydana gelmiş durumda. Bugün artık Türkiye’de çok önemli bir kesim sosyal kesim meydana gelmiştir ki, bunlar için aşk yoktur. Bunlar için temel değer para haline gelmiştir. Ama klasik Türk toplumunun temel değeri aşk. Bu Allah aşkı, vatan aşkı, meslek aşkı, aile aşkı, karısına olan aşk, çocuklarına olan aşk, babasına olan aşk, aşk, aşk… Ve bu aşk kavramının içinde ölümün önce korkutucu tarafı... Fakat daha sonra ölüm gerçeğiyle varoluşun ayrılmaz bir parçası olarak görüyor. O ölümü de bütünle birleşme anlamında kabul eder hale gelip ölümü sükûnetle karşılaması...''

''Bizim Batı ile ilişkilerimiz 19. yüzyılın başına kadar aslında rahat bir ilişkidir. Çünkü 19. yüzyılın başına kadar biz kendi kültürümüzü Batı kültüründen çok yüksek görmüşüz... Bunun en tipik tezahürlerinden birisi Evliya Çelebi Seyahatnamesi’dir. O Seyahatname’de Osmanlı Türkü’nün Batıya nasıl baktığını örnekleriyle görürüz. Ya da bir başka örnek, eskilerin Batılı karşısında söylenmiş bir sözü vardı: “Aklı olsa Müslüman olurdu” derler.

Ayırım nereden başlıyor? Batı dediğimiz zaman şu ülkeleri kastediyoruz: İngiltere, Fransa, ABD ve biraz daha gerilerden Almanya.

Bunların özelliği ne? İngiltere başta olmak üzere sanayileşen ülkeler. Batının sanayileşme dönemine kadar bunun karşısında bir üstünlüğü yok. Amerika’nın, Asya’nın ve Afrika’nın kolonileştirilmesi, sömürge haline getirilmesi ve oradan elde edilen zenginliklerin bir sanayi oluşumuna imkan sağlaması ile sanayi toplumları ortaya çıkıyor. Buhar makinesinin bulunması, bununla lokomotif, buharlı gemiler, demir-çeliğin kullanılması. Bu, Batıya her bakımdan bir üstünlük sağlıyor. Tabii bu sanayileşmenin gerisinde bu sanayileşmeyi meydana getirebilecek bir maddi varlık söz konusu. Bu maddi varlığı Batılılar nereden temin etmişler? Dünyayı sömürmekten. Oradan elde ettikleri sermayeyi bu sömürüyü daha sistemli hale getirmek açısından Sanayi Devrimi’ni yapmışlar.

O zamana kadar Batıyı küçümseyen Osmanlı, 19. yüzyıldan itibaren Batının gücünün kaynağını araştırmaya başlıyor. Batıya yönelik bu ilgi zaman içinde bir aşağılık duygusu ve hayranlık duygusuna düşünüyor. ..''

Ve devam ediyor:

''Türkiye özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra (!), ABD’yi medeniyetin yeni temsilcisi olarak görmeye başladı. Çünkü Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nda bir bir yenilmişti. Bitkin bir haldeydi. ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan yara almadan çıkmış. Hele Japonların kafasına atom bombası atarak o güne kadar rastlanmayan bir güç ve bilgi gösterisi yapmış. Gene ölümle gücünü ispat ediyor. Türk Milleti ABD’ye karşı bir sempati beslemekteydi. Çünkü bir yandan da İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetlerin Boğazlar’da ve Doğu Anadolu üzerinde bir takım talepler ileri sürmesi de Türkiye’yi kendisine dost, müttefik aramak durumuna getirmişti. Bu arayışta ABD’yi buldu. Amerika Türkiye’nin ekonomisinin zor olduğu bir zamanda Marshall yardımlarıyla, Truman Doktrinleriyle Türk Milleti üzerinde büyük sempati kazandı.

Bugün baktığımızda ise, Batıya karşı artık bizim bir kolektif hayranlığımız yok. Sizin de bahsettiğiniz gibi Türkiye’deki insanlar ABD’nin artık kendilerine dostça davranmadığının bilincindeler. Çünkü Türkiye, Sovyetler Birliği var olduğu sürece ABD için lazımdı. Ama ABD ve Batı için komünizm tehdidi ortadan kalktıktan sonra Türkiye’nin önemi kalmadı.

Mesela, şimdi soruluyor, NATO Sovyet tehdidine, komünizm tehdidine karşı kurulmuştu. Bu ortadan kalktığına göre NATO’nun bugünkü görevi nedir? Cevap, NATO’nun bugünkü görevi Batı medeniyetini İslama karşı savunmaktır. Türkiye’nin bu durumdaki durumu ne olacak? Şimdi bu açıdan NATO Türkiye için bir zamanlar bir savunma ittifakı iken, bugün Türkiye’nin içerden parçalanmasını yönlendirmeye çalışan bir kuruluş haline gelmiştir. Bugün Türk halkının büyük kısmı ABD’nin Türkiye’nin can düşmanı olduğunun bilincinde.

Türk halkının büyük bir kısmında, bilhassa ilginçtir genç nesilde, Avrupa’nın ve ABD’nin gerçek yüzü görünür hale gelmekte. Onun için Türkiye şu konuştuğumuz anda adım adım gitgide bir yol ayrımına, Kemal Tahir’in koyduğu tabir ile bir yol ayrımına gelmekte!...''.

Onu dün öğle vakitlerinde, ondan bir türlü ayrılamayan yaşam arkadaşı Gülper hanımın yakarışları içinde toprağa verdik.

Onun ışığı her zaman ulusal sinemamızı aydınlatsın, toprağı bol olsun ve nurlar içinde yatsın.

14.ekim.2009 / Perpa,

 
Toplam blog
: 392
: 4592
Kayıt tarihi
: 12.03.07
 
 

İstanbul doğumluyum. Sağlıklı beslenme, yüzme, doğada yürüyüş ve çevre özel ilgi alanlarım. Şiiri ve..