Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '06

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Halk, Watan, TURKMENBASHI !

Halk, Watan, TURKMENBASHI !
 

Türkmenistan'a 2 kez gittim. İlk kez 1996 yılında gittiğimde bir kış günü Aşkabad Havalimanı'nın buzlu zeminine iniş yapmıştık. Uçağa ilk gelen Türkmen yer görevlisi memurun nefesi resmen alkol kokuyordu. Otelimize gitmek üzere yola koyulduk. Otelimiz o zamanlar yeni yapılmış olan beş yıldızlı "Akaltın Otel"di ve gerçekten de güzel bir mekandı. Hemen hemen her yanı krem renkli Afyon mermeriyle kaplanmış pırıl pırıl ve gıcır gıcır bir otel...

İnşaatını bir Türk firması olan Üçgen İnşaat yapmıştı ve henüz yeni olduğu için neredeyse belki de tek müşterisi bizler yani Türk Hava Yolları personeli ve uçağımızla Türkmenistan'a getirmiş olduğumuz işadamlarıydı. Türkmenistan ayrıca benim Avrasya topraklarında gittiğim ilk ülkeydi. Daha sonra Azerbeycan, Kazakistan Ukrayna ve Rusya'ya defalarca gittim. Ama uzun süreli kaldığım tek yer Türkmenistan ve sonradan da Kazakistan olmuştu.

Otelimize yerleştikten sonra büyük bir merakla Aşkabad sokaklarında kısa bir gezintiye çıkmak üzere ekip arkadaşlarımızla lobide buluştuk. Oldukça güzel, güneşli bir kış günüydü ve sanırım dışarda hava sıfırın altındaydı. Berelerimizi eldivenlerimizi geçirdikten sonra otelden çıktık ve sokaklarda yürümeye başladık.

Gözüme ilk çarpan şey inanılmaz genişlikteki caddelerdi. Kaldırımlarsa bizim Atatürk Bulvarı'ndaki gibi iki arabanın geçebileceği genişlikteydi neredeyse. Aşgabad'daki ilk günümüz yanılmıyorsam haftasonuna denk geldiğinden sokaklar bomboştu. Sadece sokakları temizleyen ve hepsi de aynı yeşilli kırmızılı çiçeklerle bezenmiş pazen başörtüsünü bağlamış kadınlar ve karda oynayan çocuklar vardı ortalıkta. İlginç olan o gepgeniş caddelerden vızır vızır geçmesi gereken otobüslerin, kamyonların ya da lüks arabaların yokluğuydu. Sadece belki de 1950 lerden kalma eski model arabalar ya da bizdeki Murat 124 benzeri külüstür arabalar, bir de gerçekten de 2. dünya savaşı'ndan kalma kamyonlar ve tek tük geçen ve ülkemizde en son 80 li yıllarda görülmüş olan otobüsler vardı.

Ama Aşkabad şehrini çok güzel bulduğumu söyleyebilirim. Size tarif etmeye çalışayım. Uzuuuun ve geniiiş bir cadde düşünün. gerçekten de nerden gelip nereye gittiği belli olmayan bu caddeyi başka sokak ve caddeler ara ara kesmekte. Caddenin sağında ve solunda boylu boyunca 3 ya da 4 tane bitişik iki katlı evlerden oluşmuş yatay bloklar düşünün. Gerçekten de gözalabildiğine uzanan caddede aradan yükselen bir tane 3 katlı bina yoktu. İnsanda "oturup yoğun derinlik duygusu veren resimler yapma isteği" doğuran, inanılmaz düzenli ve neredeyse cetvelle çekilmiş diyebileceğimiz bir çizgide yanyana uzanan 2 katlı sevimli binalardı gördüğümüz. Otelin yüksek katlarından bakıldığındaysa şehrin heryerinde ağaçların oluşturduğu yeşil örtüler görülebiliyordu.

Ankara'lılar iyi bilirler, Meclis binasının karşısında bir semt vardır "Mebusevleri" adında. bir yanı Kumrular Sokak'a çıkar diğer yanı ise Eskişehir yolu'nun başına. Bu evler bence Yenimahalle'nin eski bahçeli evlerinden sonra Ankara'nın en sevimli binalarıdır. Her biri ikişer katlı ve çınar ağaçları arasına gizlenen bu iki katlı binalar benim Türkmenistan Aşkabad'daki ana cadde boyunca gördüğüm evlerle aynı mimarın elinden çıkmış gibiydiler!

Sokaklarda yürürken dikkatimizi çeken bir şey daha vardı. Her yer inanılmaz boştu fakat cadde boyunca ikili ya da üçlü gruplar halinde genç alımlı kızlar kolkola girmiş bir yerlere gidiyorlardı. Sanırım oranın bir bayramı ya da özel bir günüydü. Giysileri kadife kumaştan yere kadar uzanan bir tür ceket ve içinde yine kadifemsi bir başka kumaştan iç gömlek ve altlarında yine uzun bir etekten oluşuyordu.

Gerçekten de çok hoş görünüyorlardı. Yıllar sonra, yani 90 ların sonlarında tüm Avrupa'da modacılar şarap kırmızısı ve sıklamen pembesini ilk kez aynı giyside birlikte kullandıklarında bu renkleri aslında o gün Türkmen kızların kıyafetlerinde ilk kez görüp de ne kadar sevdiğimi hatırlayacaktım. Bu iki renk, her ikisi de iddialı ve biraz da köylüce bulunduğu için hiçbirimizin bir arada kullanmaya cesaret edemediği iki harikulade renkti ve onlar için bu sentez bembeyaz uzun kışlar arasında nadiren ve sadece ilkbaharda görebildikleri çiçekleri simgeliyor olmalıydı, tıpkı tüm diğer eski Sovyetler Birliği topraklarında gördüğüm çöpçü kadınların yeşilli kırmızılı beyazlı sarılı çiçeklerle bezenmiş pazen başörtülerinde olduğu gibi.

Otelimizde hiç bir etkinlik olmadığından ve akşamları da sıkıldığımızdan gezilebilecek tek açık yerin bir başka otelin kumarhanesi olduğunu öğrenmiştik. Buzlu caddelerin bomboşluğundan sonra kumarhaneye girdiğimizde sanki bütün şehrin yabancılarının ve erkeklerinin o kumarhaneye doluşmuş olduğunu da görmüştük. birer içki alıp şansımızı rulette ya da makinelerde denedik ve tabii ki hiçbirimiz kazanamadık.

Türkiye'ye dönmeden önce gittiğimiz yerlerden hatıra niyetine bir şeyler almak neredeyse tüm THY uçuş personeli arasında adet haline geldiğinden özel bir şeyler aramaya başladık. Ama o devasa caddelerde kurumuş et ve kavanozlarda ne olduğu belirsiz bir takım yiyeceklerin olduğu ve tüm müşterisizliğine rağmen içerde en az 3 kişinin memur olduğu "MAGAZİN" denilen marketlerde hiç bir şey bulamayınca otelin karşısında bulunan ve içinde porselen fincanların satıldığı bir dükkana girdik. Bu porselenler Ankara'da ya da İstanbul'da Rus malları satılan herhangi bir tezgahta rahatlıkla bulabileceğimiz cinstendi. Bu dükkanda çalışanlar da ürün sayısından fazlaydı. Ben vazgeçip bir şey almadım.

Daha sonra zaman zaman kurulan ve herkesin mutlaka tavsiye ettiği Türkmen Pazarı'na ne yazık ki gitmek nasip olmadı. O pazarda kilimler, yöresel beyaz tüylü kalpaklar, çeşit çeşit eski eşyalar, el yapımı ahşap ürünler olduğunu alanlardan öğrendim. Ayrıca otelin lobisinde küçük bir dükkanda Türkmenistan'lı ya da Azeri, Gürcü ya da Rus çeşit çeşit ressamın her boyda yağlıboya tablosu da çok uygun fiyatlara satılmaktaydı.

Aşgabad caddelerini dolaşırken hemen dikkati çeken bir şey daha vardı. Her alt geçidin üst duvarında , her boş duvarda, olabilecek her göz hizasının üstündeki yerlerde kocaman harflerle yazılmış dev gibi "HALK WATAN TURKMENBASHİ" yazıları ve kendine bu lakabı takan Devlet Başkanı Niyazov'un temsili resimleri. Bu yazılar kimi zaman Kril Alfabesiyle kimi zaman latin alfabesiyle yazılı da olsa hepsinde TÜRKMENBAŞI denmekte olduğunu az çok çıkarabiliyorduk ve kendi aramızda da bu bir espri konusu olmuştu.

Türkmenistan'dan bahsederken" Halk Watan Türkmenbaşı" diyor ardından gülüşüyorduk. Ülkemize döndüğümüzde arkadaşlar arasında bu espri devam etti bir süre. Bu sloganın aslında Saparmurad Niyazov tarafından kendine taktığı lakabı güçlendirmek için uydurulmuş olduğunu sonradan öğrenmiştim.

Türkmenistan, televizyonlarını izlerken ya da sokaktaki insanlarla konuşurken neredeyse anlayacakmışım gibi gelen dilleriyle, aslında ortak bir kültürün mirasçısı olduğumuzu anımsatmıştı bana o zamanlar. Ama öte yandan, 70 yıl Sovyetler Birliği'nin komünist rejimi idaresinde geçirdiği dönemin sonunda gerek her yerde hissettiğiniz bürokrasisiyle, gerek tüm topraklarına yayılmış olan tek tip şehir görüntüsüyle ve fakat buna karşılık kültürel varlıklarının inanılmaz zenginliğiyle, gerekse rejim değişikliğinin boşluğunu dolduran bir takım başka güçlerin caddelerdeki araç yokluğunda arada bir boy gösteren son model lüks jipleriyle, "Gorky Park" filminde izlediğimiz gibi ülkenin hala alabildiğine "RUSYA" olduğunu da düşündürmüştü. bu durumun şimdilerde, kendini daha çok bulabilmiş olan bir ülkeye doğru değişim gösterdiğinden hiç kuşkum yok.

Ben orayı göreli 10 yıl oldu. Fakat sonradan Niyazov'un takvimdeki ayların adlarını kendisi ve annesinin ismiyle değiştirmesinden, kendini ömür boyu "Türkmen Lideri" ilan etmesinden, başkent Aşgabad'a 12 metrelik som altından heykelini yaptırmasından, paraların üzerine kendi resmini bastırmasından, fakat saçlarını siyaha boyattıktan sonra bu paraları tedavülden kaldırmasından, 2001'de de neredeyse kendini peygamber ilan etmesinden, kendi yazdığı "Ruhname" adlı kitabı üniversiteye gireceklerin ezbere bilmesini zorunlu kılmasından, burada sayamadığım daha pek çok "yenilik" ten sonra Stalin döneminde doğmuş olan ve Sovyet Komünist Partisi'nde siyaseti öğrenmiş olan işçi ailesinin yetim çocuğu rahmetli Saparmurad Atayeviç Niyazov'un Politika ve Yönetim dersini ne kadar "iyi çalışmış" olduğunu daha iyi anladım.

 

 
Toplam blog
: 121
: 2834
Kayıt tarihi
: 09.07.06
 
 

Başkentte doğmuşum ve orada gidilecek tüm okullara gitmişim: ODTÜ-Psikoloji ve Ankara Üni. İletiş..