Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Şubat '13

 
Kategori
Deneme
 

Hamurdan kotum buruşmuş gönlüm

Hamurdan kotum buruşmuş gönlüm
 

En iyi üzgün senaryo Oscar'ı adayı


Bundan tam dört yıl önceydi, dört gün önce de olabilir, şu an tam emin olamadım. Zira şarkı: “Fotoğraflar kayıp, adresler değişmiş, imkânsız olmuşuz, hayattayken üstelik…” filan gibi benim için manalı, insanlık için havalı laflar ediyordu. Radyoyla birlikte Emre Aydın’ı da susturdum.

Yaklaşık altı aydır düzenli olarak, günü gününe platonik hoşlandığım bir hatun vardı. Gün geldi, tanrı/doğa imkân tanıdı, bir şekilde hatuna göynümü açma fırsatı buldum. Nihai amacım: kuşkusuz kendi göynümü açtıktan bir süre sonra, o güzel gülüşlü hatuna kendi göyneğimi açtırmaktı. İçimde biriken tüm temiz duygularımı, zaman içinde kulak memesi kıvamında yoğurmuş; uygun an geldiğinde sumsuğum büyüklüğündeki içsel duygumu, adeta bir yufka gibi açıp önüne sermiştim. Bu yufkayı yaparken de dilimi ve kalemimi merdane olarak kullanmıştım. Sanırım önüne serdiğim bu yufkanın içine, kendinden de bir şeyler katmasını ve ruhlarımızı doyuracak bir gül böreği yapmasını umuyordum. O ise “yemek yapmaktan çok hoşlanmadığını, zaten genelde dışarıdan yediklerini” anlatıyordu.

Sabırlıydım, kendisine en iyilerinden bir yemek tarifleri listesi yapıp yolladım. Birkaç yıl içinde bencileyin farkındalığı olan bir gönül aşçısı olmasını umuyordum. İlk üç beş gün içinde, ruhumun uzun süredir açlığından ve susuzluğundan olacak, lüzumsuz bir heyecan ve coşkunlukla “nasıl bir lezzet beklediğimi ve ne tür bir lezzet sunabileceğimi” süratle anlatmaya çalıştım.

Güzel gülüşlüme sanırım apansız ve ansız abanmıştım. Gül böreği olmasa da sigara böreği yapabilecek gibi duran hatunun devrelerini yakmış, eş zamanlı olarak yapmaya çalıştığı sigara böreğini de yaktığı fark etmiştim. İçimin yufkasından yaptığı sigara böreği yanıktı ve Küba purosu kalınlığındaydı. Güzel gülüşlümün zarif ve asil duruşuna hiç uymuyordu. Kendimce söylenmekten alıkoyamadım kendimi: “İnsan işitecek lan bunu, bunca kalın börek mi olur .!” dedim.

Kuşkusuz dışarıdan yemeğe alışmış, her istediği tereddütsüz onaylanmış, geçen seneler boyunca ağzının içine düşülmesine bağımlı (g....ü kalkmış desen anlarız, uzatma işte) biriydi. Lüzumundan ağır purosunu hazmedemediğimi fark eden güzel gülüşlü hatun, yufkanın geri kalan kısmına orta yerinden sağ kolunu yarıya kadar hışımla soktu ve: “al sana gül böreği” dedi. Öyle görünüyordu ki içimin yufkası orta yerinden yırtılmış, parça pinçik olmuş, dikiş tutmaz-onmaz bir haldeydi.

Kaldı ki düzgün bir kesi olsa dikilebilir: biraz un, biraz yumurta sarısı ve biraz su ile yamanabilirdi. (Yazar bu noktada unu: ilgi, yumurta sarısını: sevgi, suyu: sabır anlamında kullanıp, kendince edebi bir sanat girişiminde bulunmuştur. Başarısızdır). O esnada radyoda “…pılımı pırtımı toplar giderim…” diye bir şarkı çalıyordu ve ben parçalanmış yufkayı sağ elimle toplayıp, yumruğum büyüklüğünde tekrar yoğurduktan sonra, yeniden sol mememin dört parmak altına, göğüs boşluğuma yerleştirdim.

Güzel gülüşlü, umursamaz ve şımarık hatunun yanından hızlı adımlarla ayrılıp; güzergah üzerindeki bir markete girdim. Biraz kabuklu fıstık, 12’li bira, iki sigara, acılı cips ve yarım kilo lahana sarması alıp kasaya yanaştım. Kasa sırası beklerken, lahana sarmasının az önce terk edilmiş bir adamın alışveriş sepetinde ne kadar sakil durduğunu düşünüp, kendimden utandım. Lahana sarması ve aşk acısı ne kadar uyumsuz bir çiftti. Oysa…

Kasada sıra bana gelip ürünler okutulunca kasiyer kız “50 tl ve üzeri alışverişlerinizde 500 gr.’lık Duru duş jeli sadece 3 lira. İster misiniz?” diye sordu. Bunu, bir “kibritçi kız” edasıyla o kadar masum sormuştu ki, değil duş jeli, hijyenik pet ya da tüy dökücü krem olsa dahi isterdim. Ödemeyi eskimiş kredi kartımla yapıp evime geldim.

Dört bira, bir kâse çerez, yarım paket sigara ve yeteri kadar melodi tükettikten sonra uykum gelmişti. Uyku neticede gönül sızısı, ayrılık acısı, ruh sancısı filan dinlemiyor; kafasına göre gelip keyfine göre kaçabiliyordu. Lahana sarmasına hiç dokunmadan dolaba koydum.

Bir süre sonra “Ada” diye bir bardaydım. Bir masanın etrafında K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Sn. Rauf Denktaş, Teoman ve ben içiyorduk. Kemale ermiş okuyucunun zaten tahmin edebileceği üzere; Kofi Annan, barın sahibi aynı zamanda barmeniydi. Ben, Teoman’a hitaben konuşuyor: “hani sen müziği bırakmıştın, evlenmiştin, şimdi ne demeye burada takılıyorsun acaba?” gibilerinden atarlı laflar ediyordum.

Teoman’a karşı hunharca hınçlıydım: Yıllarca bizi aylak ve ayyaş adam moduyla kandırmış, özgür aşk melodileriyle beynimizi zehirlemişti. Şimdilerde ise: düzenli bir hayat, saadet dolu bir aile hayatı ve sağlıklı bir yaşam peşinde koşuyordu. Muhtemelen haftada 3 öğün zeytinyağlı enginar yiyor, sebze ağırlıklı besleniyor, ceviz tüketiyor, sabah erkenden uyanıp spora koşuyordu. Durduramadım çenemi: “Senin yüzünden karaciğerimiz yağ bağladı g.t! daha 37-37 ” dedim.

O esnada Kofi Annan masaya geldi: “Beyler lütfen biraz daha sakin, burada bin çeşit millet var, uzlaşmacı olun oğlum!” dedi. Sanırım kendini Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri sanıyordu. Sn. Denktaş bu noktada devreye girdi: “Suret bırag şu Teoman’ı gendi gendine, görmen bunalmıştır demelerinden?” dedi. Teoman, yüzüme bakıp: “Efendim, bu kerizin mutlaka bir aşk acısı vardır, o sebeple atarlanır.” Diye karşılık verdi.

Teoman, ceket giyip kravat taksa da, askeriyede sivil memurmuş gibi görünse de Teoman’dı. Ruhu hep Teoman’dı, Tom Waits’in Türkiye distribütörüydü O. Alakasız bir noktadan çözümleyivermişti derdimi, ne dediğimi değil, aslında ne demek istediğimi analiz edivermişti birden. Gözlerim çakırdadı ve apansız: “Bana öyle bakma, anlayacaklar…” demiş bulundum. Sn. Denktaş: “Ee anladıver Suretim, gimse anlamadan o halde” dedi.

Herşeyi en baştan anlatmaya başladım. Güzel gülüşlümü, ne olup bittiğini, neden böyle olduğunu, hiç anlamadığımı, saçma sapan sıkıcılığımı tüm çıplaklığı ile anlattım. Ben anlattıkça açılıyor, kendime özgü yaşanmışlıklardan taşıyor; Nietzsche’ye, Schopenhaur’a, Atay’a göndermelerde bulunuyordum. En son iyice gaza geldim, ayağa kalkıp “Mavi Kuş” diye bir şiiri ezberden okudum.

Teoman birden: “Bukowski’ye tapınıyorsun değil mi?” deyiverdi. Gözlerim yeniden ışıldamıştı: kuşkusuz ben onun yanında çırak dururdum, kuşkusuz ben onun kusmuklarını temizler, küfürlerini toparlar, boş şişelerini biriktirirdim. İçimdeki, nihayet anlaşılmış ve çok ani keşfedilmişliğin coşkusuyla Teo’nun ellerine sarıldım, öpmeye çabaladım. “İşte sen busun, sen busun Teo” diye haykırıyordum. Teoman olağanca cool-luğu ile: “Yavaş lan yavşama!” dedi. Masada “kıprıs kıprıs” diye “gendi gendine” konuşan bir Cumhurbaşkanı vardı ve ben O dururken Teoman’ın ellerini öpmeye çalışıyordum. Sn. Denktaş’ın: “Suret gopilim, bilmen sen anavatan hep argandadır? Bırakmayasın ardı-peşini güzelin” dediğinde uyanmıştım.

Yataktan doğrulduğumda ayaklarım ve belden üstüm çıplak olduğu halde, kot pantolonla uyumuş olduğumu fark ettim. Göğsüm de birazcık kıl olsaydı, ayaklarım birazcık daha kemikli görünseydi ve memelerim birazcık daha küçük ve sert olsaydı, (belki yine bu halimle Mavi Jeans reklamında oynayamazdım ama) kendimle gurur duyar, karizmamdan zırnık endişe etmezdim.

“Kotu da sı...ıp atmışız. Ben bu kotu bir daha giyemem!” diye küfredip; Grup Seksen Dört’ün “Söverim Gelmişine Geçmişine” şarkısına göndermede bulundum. (Yazar bu noktada bahsi geçen şarkıya selam çakmayı da ihmal etmemiştir. Yerindedir.)

Rüyamda gördüğüm ve aldığım telkinler üzerine tekrardan ve yeniden bir girişim yapmaya kararlıydım. Kuşkusuz yağmurlu bir günde, sırılsıklam ıslanmış bir halde, güzel gülüşlümün karşısına dikilecek, herşeye en başından başlamamız gerektiğini kendisine hatırlatacaktım. Öncelikle duşa girdim, yarım kiloluk “vişne turtası özlü” Duru duş jelimle doyasıya yıkandım.

Ertesi gün yağmur yağmadı. Dolaptaki lahana sarması bozuldu, çöpe attım. Daha ertesi gün yazdan kalma bir hava vardı. Fener kupada tur atladı, çılgın attım. Bir hafta geçti çiselemiyordu bile. Yasal zorundalıklarımı fark edip işe gittim. En nihayet yer gök gürüldemeye başladı. Koca metropol sabrıma şaşırıp salya sümük ağlıyordu adeta. Arabamın sileceği çırpınırcasına çalışıyordu ve radyoda Teoman çalıyordu. Sanırım an bu andı. Güzel gülücüklüme kavuşma anı…

Çalıştığı işyerine 1-2 durak mesafede park edip yürüdüm. Ne de olsa sırılsıklam ıslanmam, saçımdan süzülen yağmurun çenemden şarıl şarıl akması, sivri burunlu botlarıma su dolması gerekiyordu. İşyeri ortaca bir mevkideydi, yaklaştığımda tam da istediğim sululuğa ulaşmıştım. Siyah deri ceketimden sel gidiyor, su burnumdan musluk gibi fışkırıyordu. Tam da Onun sigara/kahve molasına denk getirmiştim, ıslak kendimi.

Mola verdikleri camekânlı mekanın önüne gelip durdum. Kaldım, durdum, bekledim durdum. Nihayet orada olduğumu, yağmura aldırmadan romantiğin zirvesinde bulunduğumu fark etmişti güzel gülüşlüm. Önce bi gülen yüzü asılır gibi oldu. Emindim: inceden gendince sitem ediyor, yalandan serzenmek istiyordu. Sonunda denizden yeni çıkmış kılıç balığını andıran bana doğru, renkli şemsiyesiyle geldi:

“- Ne istiyorsun Suret?” dedi.

“- Hiç, sadece seni görmek istedim” dedim. (Ben bunu söylerken sanırım: “gel buraya koca aptal, seni seviyorum” deyip bana sımsıkı sarılmasını bekliyordum.)

“- Allah akıl fikir versin, tırt mısın oğlum sen? Uğraşma benimle, seni abime söylerim!” dedi “Ve ayrıca çilek hoşafı gibi kokuyorsun” diye de ekledi ve koşarak vitrinine geri döndü.

Sanırım: “gel buraya koca aptal, seni seviyorum” söylemi henüz romantik komedi dünyamızda yer etmemişti ya da bize ait bir kültür değildi. Abilerden ve kıskanç kocalardan oldum olası korkmuşumdur. Uzaktaki arabama vıcık vıcık erişip evime doğru sürdüm. Eve girer girmez donuma kadar soyundum. Sanırım: Yarın bir gün bunu bi yerde yazmak icap eder, şimdi donu çıkarmak olmaz, ayıp olur diye düşündüm. Yağmurdan tüm vücudum buruşmuştu, makul süre buruşan yerlerimi seyrettim ve duşa girdim. Yarım kiloluk vişne turtası özlü duş jelimle yıkanırken “çilek değil, vişne; hoşaf değil, turta” diyerekten gendi gendime ağlıyordum.

Duştan çıktığımda, hem garip hem de grip olmuştum.

Bu Blogda Cast:

Stars

- Güzel Gülüşlü Kadın

- Kasiyer Kız

- Teoman

Misafir Oyuncular

 -Sn. Kofi ANNAN

- Sn. Rauf DENKTAŞ

Yapımcı

- Milliyet Blog Editörleri

Sponsor

- Mavi Jeans

- Vişne Turtası Özlü Duru Duş Jeli

Blog Müzikleri

- Tam dört yıl olmuş-Emre AYDIN

- Yakar geçerim-Ajda PEKKAN

- Bana öyle bakma-Teoman

- Şimdi hayat-Seksendört

Resim Seçici/Görüntü Yönetmeni ve Afiş

- Tijen olsa iyi olurdu

Yazan ve Yöneten (Aynı zamanda kafasını yeraltından çıkarıp yüzünü göstertemeyen)

-Suret Sıfırotuzbeş

Eroir

“İlişkini yerim”

“Sen rüya görmeye devam et”

“Hiç takmam, takamam”

“Boşuna yorma kendini”

“Beynimi kemirdin”

“Beni zaten herkes sever”

Vaktiyle ben de söylemiştim,

Egolarımı aldırmadan,

Cümlenin* farkında olmadan önce.

Dip Not:*Yazar bu noktada “cümle” kelimesini: hem, cümleler-yazınlar-kitaplar anlamında; hem de, “hiç kimse ile herkesin arasının alayı” anlamında kullanmış, bu anlamda ne dediği anlaşılamamıştır. 

Ben Buldum.

Özlü Laf: “Yazgı kartları karıştırır, biz de oynarız.” Arthur Schopenhauer bulmuş.

En dip not: Bu yazının başlığı “hamurdan kotum, buruşmuş g.tüm” de olabilirdi kuşkusuz. Ama ne kaa ayıp olurdu bence.

Kendine iyi davran blog, vişne çürüğü dudaklarına parlatıcı sür, çatlamasın.

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 41
: 815
Kayıt tarihi
: 27.01.10
 
 

En güzel hikayesini henüz yazmamış olan, Smyrna'da yaşayan, henüz yolun yarısında bulunan, kamu g..