Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Temmuz '09

 
Kategori
Sosyoloji
 

Hani, nerede benim çekik gözlerim?

Hani, nerede benim çekik gözlerim?
 

İlkokul ve ortaöğretim çağımda, yani seksenli yıllarda, evimize giren Milliyet Gazetesi sayesinde birçok yeni ansiklopedinin de sahibi oluyordum.

Bir tanesi, şu an ismini tam hatırlamamakla birlikte ‘Türkler ve Türk Tarihi” benzeri bir başlığa sahip bir ansiklopediydi. Kalın, kırmızı kapaklı, tek ciltli bir kitaptı. (Belki de o dönem yaygın olduğu şekliyle forma forma verilip, ardından verilen kapağın ciltçide birleştirilmesi ile oluşturulan ansiklopedilerden olabilir, emin değilim)

Her neyse. İlk ve ortaokul çağlarımda bu tarz genel kültür kitaplarını karıştırmaktan zevk alırdım. Bu ansiklopediye de vakit ayırmış ve incelemiştim. Kitapta, şu an Türklerin dünya üzerinde yayıldığı coğrafyalar, bulundukları bölgeler ve yaşam kültürleri hakkında da bilgiler yer alıyor, bu bilgiler fotoğraflarla destekleniyordu.

Kitaptaki fotoğraflarda ilgimi çeken bir şey vardı. Anadolu coğrafyasının doğusunda yer alan diğer Türk kökenliler ile aramda hiçbir benzerlik kuramıyordum. Oysaki esmer, siyah saçlı, kalın kaşlı birisi olarak kendimi bir Türk’e benzetmek konusunda zorlanmamam gerekiyordu. Fakat ne yazık ki çekik gözlü değildim ve fotoğraftaki Türkleri kendimden çok Çinlilere benzetiyordum.

(Bu arada öğünmek için eklemiyorum ama üniversite yıllarımda, çok yakın bir arkadaşımın, Türk boyları üzerine araştırma yapan babası, 5-6 kişilik bir sohbet ortamında beni grubun içinde Türk’e en çok benzeyen kişi olarak tarif etmişti.)

Bu konuda en sevdiğim örnek, Süleyman Demirel’in bir anlatıya göre Türkmenistan’ı ziyaretinde Türkmen başının, bir başka anlatıya göre ise Tataristan’ı ziyaretinde bir Türkmen ozanının dile getirdiği “Atla gittiniz, uçakla döndünüz; çekik gözle gittiniz, çakır gözlü (ya da mavi gözlü) döndünüz” ifadesidir.

Bu, bizim oralardan, anavatan saydığımız coğrafyalardan bile farklı görüldüğümüzü göstermektedir. Bu konu gündeme gelince çevremdeki insanlara sorarım; "biz şu an Rumlara, Ermenilere, Kürtlere ya da Araplara mı daha benzeriz, yoksa Orta Asya’daki soydaşlarımıza mı? Örneğin Türklük bilincine en fazla sahip olan illerimizden İzmirimizin güzel kızlarından birisi ile Orta Asya’daki soydaş kızlarımızdan birisini yan yana getirecek olsak, ikisinin de aynı genetiğin parçası olduğuna kim ikna olabilir?"

Sorun elbette yalnızca kan ya da genetik bağ değil. Orta Asya’daki Türklerle bizi bağlayan şey daha çok kültürel bağlar. Ancak onları bile göz önüne alacak olsak, bizler Rumların zeytinyağlıları, Ermenilerin baharatları, Arapların ise tatlıları ile fazlası ile haşır neşir olmuşuz. Kavimlerin kesişme noktası olan Anadolu’ya geldiğimizde, mevcut olan ya da daha sonra gelip geçen her kültür öğesi ile harmanlaşmış ve kendisine özgü bir Anadolu Türk kültürü yaratmışız.

Bu nedenle mutfağından, töresine, mimarisinden, ticaretine kadar çok zengin bir Türk kültürü oluşturduğumuzu söyleyebiliriz. Ama bu zenginlik, kültürün saflığından, kimseye benzemezliğinden değil, neredeyse her kültürle temas etmesinden ve kaynaşmasından kaynaklanan bir zenginliktir.

Yine genetik olarak Anadolu coğrafyası fazlası ile çeşitlilik göstermekte ve saf, ortak bir genetik doku gözlenmemektedir. Bunu yapılan birçok araştırma desteklediği gibi, en son Celal Şengör, Türkiye'nin % 90'nının etnik olarak Türk olmadığını Milliyet’in Pazar ekindeki röportajında dile getirmişti. (Gerçi bu ifade de bir sorun var çünkü oradaki etnik ifadesinin yerine “genetik olarak Orta Asya’da ki Türklerle ortaklaşan yanları oldukça zayıf” ifadesini kullansa daha doğru olacaktı. Çünkü etnisite sosyal bir kavramdır. Daha çok bireyin ve toplumun kendisini tarihsel ve kültürel anlamda, bir bütünün içinde hissetmesi, birbirleri arasında ortak bir yan bulması ile ilgili bir durumdur. Bu nedenle Türkiye’de ki insanların en az %70’i kendisini etnik olarak Türk kabul eder ve bu özelliği sergiler. Ama zannedersem, Celal Şengör'ün zihninde, etnik ile ırk kavramları fazlası ile üst üste oturtmuş durumda.)

Gerek Anadolu coğrafyasındaki gerekse de dünyanın geri kalanındaki Türklerin bu kadar fazla genetik çeşitlilik barındırması, bir bozulmayı, saflık yitimini değil aksine, gerek kültürel gerekse de biyolojik anlamda bir avantajı ifade etmektedir. Çünkü Darwin’in evrim teorisinde de tanımladığı üzere, bir türün yaşam şansı ya da hayatla mücadelesindeki başarı olasılığı, saf bir tür olmasında değil, aksine genetik çeşitlilik barındırmasındadır. Ne kadar çok mutasyon yaşar, çeşitlenir ve farklı eşleşmeler gerçekleştirirseniz, hayatın karşınıza çıkaracağı sorunlara karşı, üretebileceğiniz alternatiflerde artacaktır.

Bu nedenle her milletin ırkçıları saf bir kan yaratma arzusu ile aslında en çok kendi ırklarının zararına çalıştıklarını, o genetik yapının neslini tehlikeye soktuklarını bilmezler. Dışa kapalı toplumların kendi içinde gelişmeleri ve çoğalmaları, kendi kusurlarını, hastalıklarını, genetik bozukluklarını arttırmaktan ve onları baskılanamaz hale getirmekten başka bir işe yaramaz çünkü.

Aslında yazımda, Doğu Türkistan coğrafyasında Uygur Türklerine yönelik baskı ve şiddet üzerine birşeyler söylemek istiyordum. Ve yazıya esas gerekçe olan şey, gazetelerde ölen Uygur Türklerinin fotoğraflarına baktığımda, ölenin bir Han Çinlisi mi yoksa Uygur Türkü mü olduğunu anlamıyor oluşumdu. Aynen başka coğrafyadan gözlerin, bir sokak çatışmasında birbirini öldürecek olan bir Türk ile bir Kürt'ü ayıramayacak olması gibi. Aslında önemli olanın, kimliğinden çok baskıya maruz bırakılan, özgürlükleri kısılan bir insanın, itirazından dolayı ölmesi olduğunu anlatmaya çalışacaktım.

Neyse, bir başka yazıya artık.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..