Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Mart '09

 
Kategori
Ankara
 

Hani, ölümüne çağırıyordun ya beni

Hani, ölümüne çağırıyordun ya beni
 

Geldim işte bak...

Bir süre önce yazmıştım. Yaşaran gözlerimi, titreyen gönlüme yoldaş edip şöyle dökülüvermiştim kelimelerimle yazdıklarıma, sere serpe:

<ı>


“Ölmekteymiş.


Haberini alalı az bir zaman oldu. Dilim damağım kurudu, kanım aktığı yerde dondu.


Kansermiş. Hem de beyin kanseri. “Hem de” demek de ne demekse? Kanser işte. İlletin en illeti yani.


En son bana “güller arasında seni, bensiz gören olmuş”u söylemişti. Ben önce uzunca bir uşşak taksim yapmıştım udumla. Cam göbeğinden masmavi gözlerini kısarak dinlemiş, içlenmiş ve usulca girmişti şarkıya. Taş plaklardan gelir gibiydi sesi. Her defasında içime işlerdi. Yine öyle olmuştu. Akıp gitmişti, gönül ırmağımın kalbi sedef kakmalı yatağında.


Kansermiş işte. Sarmış bütün beynini. Tedaviye başlamışlar, saçları dökülmüş. Gözlerinin maviliği sönmüş. Uğursuz bir griye çalar olmuş.


Biraz önce son haberini aldım. Şimdi de sara nöbetleri geçirmeye başlamış. O, evine giren hırsıza, günler sonra yakalanıp da tatbikat için polisler tarafından getirildiğinde, Türk kahvesi yapıp ikram eden geniş yürekli kadın. Neden benzin solmuş.


Gülüşleri kulağımda hala. Hayata bambaşka anlamlar yükleyen kahkahaları. Heyecanlı ve yüksek perdeden konuşmaları. Kusursuz pırıl pırıl Türkçe’si. Görgüsü. Adabı. Oturaklı, kadın gibi kadınlığı.


Şimdi Esat’tan, Seyranbağları’ndan geliyor sessiz sesi. Ankara, hiç bu kadar üzmemişti beni. Bülbülderesi, Ballıbaba, Yaprak... Çağırıyor öldürürcesine ölümüne beni.


Kulağım telefonda. Öldü diyecek diye biri, korkumdan, destursuz açamaz oldum. Almak istemiyorum O’nun ölüm haberini.


Hadi yine oturalım. Ben önce hicazda dolaşayım. Sonra sen giriver buğulu sesinle “söyleyemem derdimi kimseye, derman olmasın diye”ye. Ne dersin?


Satıver anasını gitsin, kanserinin de, bilmem neyinin de? Işıt mavişlerini. Koyuver gitsin kahkahalarını. Ellerimizi koltuklara vura vura gülelim yine. Yad edelim en eski tanıdıklarımızı.


Bak şimdi ağlıyorsam, hayatımda gördüğüm o en güzel maviden yoksunluğumdandır bilesin. Hayatımda dinlediğim en yaralı buğudan, bir de. Alev gibi yanan yürek yangınlarım içinde buza kesmiş kalbimin dışından süzülüp akanlardan.


Kaç kere içimi titrettin bilmiyorum. Senin çektiğin sıkıntıları düşünüp de kaç kere halime şükrettim, onu da. İşte bu hastalığın da, yenip ayağa kalktığında; yaşama tutunmak adına yine bana örnek olsun, ne olur.


Hadi söz ver bana. Ölmeyeceksin, Ankara, çağırmayacak beni, ecelle randevunun muhasebe defterini tutmaya değil mi?


Söz mü? Söz mü?


Cevap ver, yoksa duymadın mı beni?


Hayatta kal, ne olur; bir kerecik daha dinleyeyim senden, o en çok sevdiğim mahur besteyi.



Ve Sen öldün. O en çok sevdiğim mahur beste öksüz kaldı; ben, öksüz kaldım. Yüreğimse yetim.

Geçen cumartesi akşamıydı. Senin yüzünden, sesini duymaktan korktuğum telefonum uğursuzca çaldı işte. Büzüşüp, yağmurda sırılsıklam ıslanmış bir yavru kedi gibi “alo” dedim.

Söylediler. Öldü dediler. Maalesef kaybettik diye inlediler.

Duşuma girdim. Tıraşımı oldum. En temiz giysilerimi giydim. Parfümlerimi sıktım, süründüm. Sana gelen ilk otobüse atladım ve gecenin koynunda uçup gittim.

Soğuğa kesmiş cam gibi bir bozkır sabahında şehrine düştüm. Ateşe koşan pervane gibiydim. Öyle hissediyordum.

Çok ağladım.

Defalarca odalarında oturduğum, yattığım, kalktığım o minik evin, insan doluydu. Hepsini tanıyordum o insanların. Sadece seni sevdikleri için bile olsa ben de hepsini seviyordum. Belki de her biriyle kucaklaşıp, hıçkıra hıçkıra ağladım.

Yatağında cansız yattığın odana girmeye, örtünü kaldırıp yüzüne gülmeye cesaret edemedim. Sen bana hep gülmüştün oysa. Hep güldürmüştün beni.

Koskocaman bir mezarlığın dipsiz bir köşesinde yerini hazırlamışlardı. Cenaze namazında, en önde, hemen önünde saf tuttum. Hakkınızı helal ediyor musunuz diye soran hoca efendiye, hıçkırığımın altında ezilmiş sessiz nefesimle evet diyemedim.

Tabutunun altından bir kere tutabildim ama mezarına, üzerine toprak atamadım. O kadarını yapamadım.

Sonra bütün gece yine yol geldim. Seni bırakıp o bozkır soğuğunda, dilimde o çok sevdiğim mahur beste; kendime küstüm, kendimi sevdim, kendimden korktum, kendimle bir olup, kendimden geçtim.

Tarifi imkansız karmakarışık ve permeperişan duygular içindeydim. Galiba seninle, ben de öldüm...

Hani, ölümüne çağırıyordun ya beni. Geldim işte bak... Sana döndüm.




@ "Ankara, Ölümüne Çağırıyor Beni": http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=160127

 
Toplam blog
: 898
: 3759
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

İzmir'de yaşıyorum.    Çok uzun yıllar öncesinden başlayıp, hiç ara vermeden bugünlere kada..