Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ağustos '08

 
Kategori
Eğitim
 

Harebelerin çiçeği

EĞİTİM İLE İLGİLİ ROMANLAR

Yazarı: Reşat Nuri Güntekin

Roman Nasıl Doğdu?

Bu romanın tuhaf bir hikayesi vardır. Reşat Nuri bu konuda şunları anlatır: “Bir gün Galatasaray’da 10-12 yaşlarında bir boyacı çocuğa ayakkabılarını boyatmaktadır. Eğilmiş, ayakkabıları fırçalayan bu çocuğun saçlarına bakıp güzel bir başı olduğunu görür ve yüzünün de böyle güzel olacağını tahmin eder. Ancak çocuk bir ara başını kaldırınca, onun bir kaza sonucu yanmış, delik deşik, çirkin ve korkunç bir hal almış yüzünü görür ve derin bir üzüntü ile ürperir.

Çocuk başını eğip işine devam edince, o da bu cahil, düşük muhit çocuğu olan boyacının müreffeh bir aile çocuğu olabilmesini, Galatasaray Lisesi’nde okumasını, büyümesini ve delikanlılık çağına gelmesini hayal eder. Bir yandan çocuğa karşı sevgi duyarken, diğer yandan böyle bir gencin kadınlardan nasıl kaçabileceğini tasavvur eder ve boyacıdan ayrıldıktan sonra kafası hep bu mevzu ile meşgul olur. Böylece, bununla ilgili mükemmel bir roman yazabileceğini düşünür.

Bir gün sevdiği arkadaşlarından Fahri’ye bundan bahseder. O da onu dinler ama Gangue isimli meşhur bir romanda da yüzü bir kaza neticesinde yanmış bir adamın hayatının anlatıldığını ve bu benzerlikten dolayı dikkatli olmasını söyler.

Reşat Nuri, romanına başlamadan Gangue’yi okur. Benzerlik vardır ama Reşat Nuri’nin mevzusunun dışında kalmaktadır. Nihayet bu mevzuyu Gangue’den ayrı olarak yazmağa karar verir. Ancak hevesi ve iştahı kalmadığından kısa keser ve ‘Cemil Nimet’ adı ile eski Dahiliye Nazırı Şükrü Bey’in çıkardığı Zaman Gazetesi’nde neşreder.”

Romanın Özeti:

Romanın asıl kahramanı, yüzü bir kaza neticesinde yanmış olan Süleyman Kemal isimli yaralı bir adamdır. Bu adam, hep siyah giyer ve yüzünü insanlardan gizlemeye çalışır. Aslında bu olay başına gelmeden önce çok güzel ve yakışıklı birisidir. Bu afetten sadece gözleriyle, alnı kurtulabilmiştir. İnsanlardan kaçmakta, bir köşkte ihtiyar hizmetçisi ile beraber yalnız yaşamaktadır. Göz doktorudur. Ayrıca resim de yapar.

Romandaki yardımcı kahraman Hayrullah Bey, Bursa’da Belediye Doktorudur. Hayrullah Bey, birkaç karşılaştığı bu esrarengiz adamı tanımak merakındadır. Bir iki kez onunla konuşma fırsatı bulmuş ama yakınlaşamamış, hatta ismini bile öğrenememiştir. Hayrullah Bey Mayıs ayına doğru geceleri sokaklarında gezindiğini gördüğü gölgenin bu adam olduğunu öğrenince, ona olan merakı daha da artar. Bir gece, birkaç ev ileride oturan ve son zamanlarını yaşayan bir kadın hastası için çağrılır. Adamı kadının evi yakınında görünce, kadınla aralarında bir münasebet olduğunu anlar. O gece eve dönerken de adam yanına yanaşır ve “Ümitsiz değil mi?” der. Kadının eski bir tanıdığı olduğunu ve bu saatte de evden bilgi istenemeyeceğinden, yanlış anlaşılmamasını ister. Hayrullah Bey de ona elini uzatınca, aralarında bir yakınlık doğar. Ertesi gece kadın ölür. Hayrullah Bey kadının başucunda iki resim görür. Birisi iki çocuğunun, diğeri ise 12 yaşlarında güzel bir oğlan çocuğunun resmidir.

Doktor evden çıkınca, yine adamı kapı önünde bulur. Adam, “Öldü değil mi?” der ve yine doktoru evine kadar götürür. Orada el sıkışarak ayrılırlar. Daha sonraları Hayrullah Bey adamla dostluğu ilerletir ve adının Süleyman olduğunu öğrenir. Ona kendi hayatından, ailesinden bahseder. Böylece, ondan da bunları öğrenme hakkına sahip olur.

Bir gün Süleyman Bey’in davetiyle, Hayrullah Bey onu evinde ziyaret eder. Evde onunla konuşunca, onun ne kadar bilgili, düşünceli ve mesleğinin erbabı bir göz doktoru olduğunu anlar. Bu arada, güzel resimler yaptığını görür. Yine bir akşam, adam ona kendi kitaplarını gösterirken, bir kitabın arasından düşen resmin ölen kadının evinde gördüğü oğlan resmi ile aynı olduğunu görür. Süleyman Bey bunun kazadan birkaç ay evvel 14 yaşında iken çekilmiş kendi resmi olduğunu söyler ve Hayrullah Bey’in ısrarı ile anlatmaya başlar.

Babası Sultan Abdulhamit’in yaverlerinden bir paşadır. Nişantaşı’ında bir konakta otururlar. İki kardeşi vardır ama güzelliğinden dolayı ailenin en kıymetlisi odur. Aileye, anasına babasına yaklaşmak isteyenler bile söze onun güzelliğini başlamaktadır. Bu şekilde çevreden de ilgi ve övgü görmektedir. Kardeşleri büyüyünce, leyli mektebe verilir. O ise, zayıflığı bahanesi ile evde tahsile başlar. İki hocadan özel ders alır. Tembel ve şımarık olmasına rağmen, paşa babası onun zekasını ve gayretlerini övmektedir. İki yaş daha büyüyünce, babası padişaha yalvarıp, onu hünkar yaverliğine getirmek istemektedir. O ise, bunca saadet ve ilgiden rahatsız olmaya ve köşe bucak kaçmaya başlar. O zamanlar en büyük merakı camın üzerine kağıt koyarak resim yapmaktır.

Çengelköy’de oturan teyzesi onlara misafirliğe gelince, onun kızı Seniha ile süt ninesinin odasına kaçıp saatlerce resim yaparlar. Seniha, onun çocukluk aşkıdır ve o zamanlar ona, ileride onunla evleneceğini söylemiştir. Onun bu aşkını tek anlayan ise çok sevdiği süt ninesi olmuştur. Seniha’nın babası Hilmi Bey askeri bir doktordur. Köşkte paşa baba hariç, herkesçe sevilen bir insandır. Paşa onu Fizan’a sürdürür. Bu ve çeşitli olaylar, Süleyman’ı babasından soğutur. Bir kez evden kaçıp Seniha’yı görmek için Beylerbeyi’ne teyzesinin evine gider. Tabi bu durum evde telaşa yol açmıştır. İkinci kaçış denemesinde ise başarısız olur ama bu süt ninesinin artık çocuğa sahip olamıyor, diye gönderilmesine neden olur.

Artık evde mahpus gibidir. Süt ninesinin yerine İngiliz bir mürebbiye gelmiştir. Yalnız yatmakta, odasının kapısı, kaçar korkusuyla kitlenmektedir. Böyle kitli olduğu bir gece köşkte yangın çıkar. Feryadına rağmen, onu duyan olmaz. Sonradan cesur bir itfaiye eri onu kurtarır. Ama yüzü bu hale geldikten sonra.

Olaydan sonra süt ninesi gelir ve ağlaya ağlaya, sabahlara kadar onun başını bekler. Artık ailesi ise, ona eskisi gibi ilgi göstermemekte, hatta ondan rahatsız olmaktadır. Bir gün ana babası onu uyuyor sanıp, odasında konuşurlarken acı gerçeği öğrenir. Babası ve annesinin, “O artık hünkar yaveri olamaz, ” diye kederlendiklerini, hatta babasının “Ölse daha iyi olurdu, ” dediğini duyar. Onun için artık maddi acılar durmuş, manevi acılar, yıkımlar başlamıştır. Artık yalnızlık günleri başlamıştır. Göz önünde olunca, rahatsızlık verdiği için vaktinin çoğunu tek sevdiği insan olan süt ninesinin odasında geçirmeye başlar. Ailesi onu ne kadar ihmal ederse, süt ninesinin ilgi ve sevgisi de o kadar artmaktadır. Eski şımarıklıkları geçmiştir. Çalışanlara yardım etmekte, ailesini de memnun etmek için elinden geleni yapmaktadır. Ancak ailesi buna değer vermez. Hatta bir kez hasta babasının başını sabaha kadar beklerse de, babasından “Gözümün önünden çekilmen en büyük iyiliktir, ” cevabını alınca, sabaha kadar ağlar ve sabah evden kaçar. Geceyarısı korkup eve geri döndüğünde ise, onu kapı önünde ağlayarak bekleyen tek insan süt ninesidir. Diğerleri ise, karakola haber verip yatmışlardır. Artık tek sevdiği insan süt ninesi, ondan sonra en yakını siyah köpeğidir.

Bir akşam babası onu çağırıp ağır bir nutuk çektikten sonra, onu padişahın keremi ile Galatasaray Sultanisi’ne yazdırdığını söyler. Ertesi sabah babasıyla yola çıkarlar. Sadece süt ninesi ve köpeği istasyona kadar gelir ve onu uğurlarlar. Mektepte babasıyla önce müdürün yanına giderler. Babası müdürle, açıktan ve fısıldayarak bir müddet konuşur. Kısa bir süre sonra ona ağır bik nutuk çekip oradan ayrılır. Müdür babasına, mubassırları tembihleyerek, arkadaşlarının onu incitmesine meydan vermeyeceğine gayret edeceğini, söylemiştir. Daha sonra müdür onunla hiç konuşmadan, onu mubassırlara teslim eder.

O gün akşama kadar mubassırların odasında alıkoyulur ve gelenler ona hep tuhaf nazarlarla bakar. Akşam mubassır onu mütaalahaneye götürür ve onlar kapıdan girer girmez bir gürültü kopar. Talebeler onu görmek için yerlerinden kalkıp, garip bir hayvan seyreder gibi ona bakarlar ve gülüşürler. Mubassır onları zor susturur. O başını önüne açılmış bir kitaptan kaldırmaya bile cesaret edemez. Arasıra gülüşme ve fısıldaşmalar duyar. Yüzünü elleriyle saklamaya çalışır ve göz yaşlarını zor tutar. Sağındaki çocuk onu çimdikleyip “öteye git” der. Solundaki, ayağına gizlice bir tekme vurup, pis bir şey itercesine “Çekil yanımdan” der. Bunun üzerine o, ininde bıçak ucu ve dikenlerle tehdit edilen bir hayvan gibi büzüşür. Ama ne tekmelerin, ne de çimdiklerin sonu gelir. Ağlamaklı bir sesle, “Benden ne istiyorsunuz, ne yaptım size” der. Bunun üzerine öğrencilerin hepsi birden güler. Arkadan birisi, “Paşa baban sana kitap alacağına, yüzüne maske alsaydı, ” der ve yine gülerler. Mubassır onları ceza ile zor susturur ve onu arka sıraya götürür.

Yatakhanedeki ilk gece de onun için unutulmaz olmuştur. Artık köydeki günlerini de arar. Çünkü şimdi hiç sebepsiz yere etrafındakilerin husumetine uğramakta, onunla alay edilmektedir. Hep onu seven, ondan kaçmayan iki varlığı, süt ninesi ve köpeğini gözünün önüne getirir.

Mektepteki ilk günleri çok acılıdır ama sonra bu işkenceye alışır. Mektepteki beş senesi boyunca, bir tek arkadaşı bile olmamıştır. Artık yeni gelen çocuklar da rahattır. Çünkü hepsi onunla uğraşmaktadır. Mektebe gelişinin ertesi günü mubassırın elini vurup sınıfı dağıtmasıyla bir gürültü kopar ve herkes yaralı bir hayvanı kovalayan av köpekleri gibi onun üstüne atılınca orada bayılır. Üç gün hastanede kalır. Çıkınca, yapılanlar yine sürer. Ondan önce eğlenilen hasta ve aptal biçare bile sanki çektiklerinin acısını çıkartırcasına onunla uğraşmaktadır.

Yağmurlu bir günde, yine bir talebe gözüne çamur atınca, iki gün hastanede yatar. Yemekhanede, yatakhanede, teneffüste hep hakaretlere maaruz kalır. Mektepten sonra da hayatını bu yanık maskeyle geçirir ama büyük insanların en kötüsünden bile mektepteki kadar kötülük görmemiştir. Arkadaşlarının hiç biri onun yanında oturmak istemez. Hatta mubassırın onun yanına zorla oturttuğu uslu bir çocuğun velisi müdüre şikayette bulunur. Ona, sınıfın en arkasında bir yer verilir. Yatakhanede de karyolası en kuytu bir köşeye koyulur. Teneffüsler, onun için bitmek bilmeyen azap dakikalarıdır. Mubassırların ona acıyıp, bahçede talebelerin girmesinin yasak olduğu kısımda tek başına dolaşmasına izin vermeleriyle biraz rahatlar.

Yatakhanede de çocukların uyumasıyla emniyete girdiği vakitleri sever ve gece yarısına kadar uyumayarak bu zamanın tadını çıkarır. Ancak gece yarısınından sonra içini bir korku sarar ve kimbilir ne işkenceler göreceği ertesi günün güneşini görmemek için dualar ederek uykuya dalar.

Beş senelik mektep hayatının her günü birbirine benzer ama tek bir saati vardır ki, bu hayatı içinde müstesnadır. Kışa doğru olan karnaval mevsiminde, okulda kapalı kısımda çeşitli eğlenceler düzenlenir. Tiyatro ve çeşitli oyunlar sergilenir. O sene de bir oyun vardır. Talebelerden bazılarının yüzü maskelenip sahneye çıkarılıyor ve kim olduğunu bilene çeşitli hediyeler veriliyor. Bunlardan birinde sahneye gözlerinden aşağısı pembe ipek bir maskeyle kapatılmış, beyaz alınlı, uzun sarı saçlı ve yeşil gözleriyle müthiş güzellikte bir çocuk çıkar. Kimse bu yüzü hatırlayamaz. Mubassırlar bile hayrettedir. Hatta bir talebe, “Onu dışarıdan getirdiniz” der. O an bir arkadaşı maskeyi çekince, gülüp alay etme yerine herkes susup kalır. Hatta o günden sonra gördüğü muamele de biraz hafifler. O ise, o anda başkalarında uyandırdığı bu taktir ve hayretin sarhoşluğuyla ağlayarak koşa koşa oradan kaçmıştır.

Mektepte bu yeis ve yalnızlıkla o kadar çalışır ki, bazı sınıfları ikişer ikişer atlar ve beş sene sonunda liseyi oldukça parlak bir derece ile bitirir. Geçen seneler zarfında ailesiyle yabancılığı daha da artar. Tatillerini bile Erenköy’deki köşkte neredeyse tek başına geçirir. Geçen bu beş sene içerisinde süt ninesinin memleketine gönderilmesi ve köpeğinin ölümü, onun için iki büyük matem olur. Ancak ninesini yolcu etme, böylece onunla son kez görüşüp konuşma fırsatı bulur.

Ninesi yine ona Seniha’dan bahseder ve babasının onları Trablus’a aldırdığını söyler. Ayrıylırken de yüzüne dokunan son insan dudağı ninesininki olur. Bir yandan büyüyünce ninesini yanına alıp ölene kadar onunla yaşamayı ve ona bakmayı düşünse de diğer yandan onunla bir daha görüşemeyeceği aklına gelir.

Mektepte en çok Fen derslerine çalışmaktadır. Yaşlı bir Fransız olan Kimya hocası ona yüzündeki çirkin maskeyle muamele etmeyen, içindeki sevgi dolu ruhu anlayan tek insan olmuştur. Bu yüzden de ona çok dikkatli davranır. Onu sık sık Kimyahaneye çağırır ve deney hazırlıklarına yardım ettirir. Bir gün tehlikeli bir ecza deneyi hazırlarken, hoca patlama ihtimali olduğu için ona uzaklaşmasını söyler. Hoca şişeye yaklaşmak için bir örtü ararken, o ilerler. Hoca çekilmesini söyleyince, “Korkacak neyim var mösyö. Zaten ben böyle bir harabeyim, ” der. Hoca bu sözden, neşe ve hüznün karıştığı bir şekilde etkilenir ve cevaben, ‘Korkacak bir şeyin yok mu? Ya Harebelerin Çiçekleri!” der.

Bu yüzünün çirkinliğindeki yegane güzel kalan gözleridir ve hoca “Harebelerin rutubetli yerlerinde, renkli su damlalarından tereddübetmiş gibi görünen bir nevi yeşil çiçekler açar. Onlar şafakta doğarlar. Biraz sonra da bir damla su gibi akarlar, kaybolurlar. Bu harebe Çiçeklerinin tahlilleri, insanların tahliline benzer. Doğarlar, ağlarlar, ölürler, ” der. O günden sonra da gözlerine “Harabelerin Çiçeği” der ve hocasının gösterdiği bu alaka ve şefkati hep minnetle hatırlar.

Ona, Avrupa’ya tahsile gitmek fikrini de ilk hocası verir. Orada insanların maskelerinin içine bakıldığını söyleyerek ısrar eder ve paşa babasına bir mektup yazar. Babası, mektubun hepsini bile okumadan niyeti anlayınca ona yine ağır bir nutuk çekerek kabul eder ve böylece bir ay sonra uzun bir süreliğine İstanbul’dan ayrılır. Süleyman Bey, bu çocukluk yıllarında kendini öldürmeyi bile düşünmüş ama yapamamıştır.

Süleyman Bey Paris’e gider ve orada bir pansiyona yerleşir. İstanbul’daki gibi Paris’te de en büyük teselliyi çalışmada bulmuştur. Ancak böyle kendini unutmakta ve yaşadığını anlamaktadır. Orada halkın memleketteki gibi kendisine düşmanca bakmadığını görür ama yine de oradaki neşeli hayat karşısında yalnızdır. Talebelerin toplu bulunduğu yerlere gidemez ve ayrıca kadınlardan, onlarla göz göze gelmekten bile korkar. Sadece maskeli bir baloda gözüne kestirdiği bir kadınla kısa bir müddet konuşabilmiş, bir de sokakta rastladığı bir iki muhtaç kadına yardım edip biraz konuşmuştur.

Paris’teki tahsili biter ve iyi bir göz doktoru olur. O zamanın en büyük profesörlerinden biri onu muavin almak ister. Ama o reddeder. Bu muvaffakiyet sayesinde artık İstanbul’daki ailesi onun adını anmaktan utanmaz ve ona iltifatlı mektuplar yazar. Babası da böyledir ama bu parlak teklifi çevirdiği için ona kızmaktadır. Babası bir gün mektubunda, artık mesleğini kullanması gerektiğini, ona para göndermeyeceğini söyleyerek, onu İstanbul’a dönüp iş tutması için zorlamak ister ama o dönmeye karar verdiği sırada babasının kalp sektesinden öldüğü haberini alır. Annesi de zaten Paris’e gidişinin ikinci senesinde ölmüştür. Artık hayatta kimsesizdir. Tüm dargınlığına rağmen, babasına da annesi kadar ağlar. Kendisine kalan servet sayesinde, İstanbul’a dönmesine gerek kalmaz ve bir müddet seyehatlere çıkar.

Bir ilkbaharda İstanbul’a döner ve çocukluğundaki eski yerlerde dolaşır. Sade bir hayat yaşamaya başlar. Bu arada Manyanti isminde bir balıkçı Rum kızı ile tanışır. Babasıyla konuşarak onlarla anlaşır ve tüm masrafları da üzerine alarak bu kör kızı tedavi etmeye karar verir. Onu tedavi edebilirse, on yıllık emeğinin ilk ve son mükafatını göreceğini düşünür. Tedavi için Bursa’ya giderler. Bu arada geçen süre zarfında kız ile arasında bir yakınlık oluşur. Tabi Süleyman’ın içinde Manyanti’nin iyileşince değişeceği korkusu da vardır. Bu arada bir veraset için İstanbul’a gider ve geri döndüğünde Manyanti’nin görmeye başladığını otel hizmetçisinden öğrenir. Onların haberi olmadan son bir kez Manyanti’yi, ayrıca ondaki değişiklikleri de görerek, onlara bir mektup bırakıp habersizce oradan ayrılır. İzini kaybettirir. Daha sonra süt ninesini hatırlayarak Çanakkale’nin Kösedere Köyüne gider. Onun hala yaşadığını görünce çok sevinir. Bir Şubat günü artık iyice yaşlanmış ve çökmüş olan ninesiyle buluşur. Ağlaşır, konuşur ve hasret giderirler. Köylülerin onu yabancılamaması, diğer insanlar gibi davranmaması ilginçtir. Bunun sebebi, ninesinin önceden onun hikayesini gördüğü herkese anlatmasıdır. Hatta bu durum civar köylere bile yayılır ve herkes onu Ninenin Süleyman olarak bilir.

Süleyman oradan ayrılınca, bir ev tutar ve ninesini yanına alır. Bir müddet sonra ninesi ölür. Ninesi ölmeden önce ona Seniha’dan bahsederek, onu bulmasını söyler. Bir gün bindiği bir vapurda İstanbul’a gelen birçok Mısır’lı yolcu vardır. Vapurda bir arkadaşı aracılığı ile tanıştığı İbrahim ve Nezihe isimli çocukların konuşmalarından onların Hilmi Bey ve teyzesinin torunları olduğunu anlar. Vapurda gizlenerek, uzaktan Seniha ve teyzesini de görür. Süleyman, İstanbul’da teyzesinin gittiği yeri tahkik ettirerek öğrenir. Her gece sokağa çıkar ve onların evine kadar yürüyüp dışarıdan biraz izler. Onların geçimlerinin dar olduğunu da anlar. Babası, teyzesi gilin evini yıkmış, ailesini dağıtmıştır. Bu düşünceyle, onların eski evini değeri üstünde fiyatla yeni sahibinden alır ve teyzesine bir mektup yazarak durumu anlatır. Adresini gizlemesine rağmen, teyzesi onu ubulur. Ağlaşır, konuşur ve dertleşirler.

Teyzesi ertesi gün Seniha’yı getireceğini söyleyip, ona zorla peki dedirtse de, o gece evden ayrılır ve izini kaybettirir. Bir süre sonra teyzesinin öldüğünü öğrenir. Seniha’nın da, evlerine girip çıkan bir doktor vasıtası ile kalp hastası olduğunu öğrenir. Ona yardım etmek istese de, artık birbirlerini tanımalarına imkan yoktur. Yalnız kalan Seniha, bir süre sonra zevcinin bir akrabasının olduğu Bursa’ya gider. Orada bir sene yaşar ve bir gün ölür.

Süleyman Bey, sabaha karşı hikayesini bitirir ve Hayrullah Bey’i yine evine kadar bırakır. Bir gün görüşmek temennisiyle ayrılırlar. Ancak iki gün sonra Konya Sıhhat Müdürlüğü’ne atanan Hayrullah Bey, üç kez uğrasa da Süleyman Bey’i evde bulamaz. Senelerce izini kaybeder. Hatta unutur.

Hayrullah Bey bir gün bir dostunun evindeyken, kazalar ve yanıklardan bahis geçer. Avrupa’dan yeni gelmiş birisi İsviçre’de tanıştığı yanık yüzlü bir Türk göz doktorundan bahsedince, bunun Süleyman Bey olduğunu anlar ve bilgi ister. İki çocuğu ile birlikte bir köşkte oturmakta ve onları orada okutmaktadır. Halinden şikayeti yoktur. Çocuklar onun bütün zamanını ve ruhunu işgal eden bir meşgaledir. Hayrullah Bey onların, hastasının çocukları olduğunu anlar ve kendi kendine:

“Harebelerin Asıl Çiçekleri, annelerine çok benzeyen bu iki çocuk olmuştur, ” der.

Sonuç:

İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demelidir. Çünkü, bütün insanlar engelli bir birey olmaya her zaman adaydır.

Emin Şahin

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..