Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '09

 
Kategori
Eğitim
 

Harebelerin çiçeği

Yazarı: Reşat Nuri Güntekin

Harabelerin Çiçeği; Reşat Nuri Güntekin’in “Cemil Nimet” takma adıyla yazdığı, 1918’de Zaman gazetesinde tefrika edilen ilk romanı. Yoksul insanların sımsıcak, içten gülümseyişlerinden ışıyan bir güzelliğin çerçevesi anlatılır. Yanında çelişkiler, düşler, özleyişler ve acımasız bir hayatın zorlukları. Acılar ve sevinç. İnsanca yaşamanın anlamını resmeden bir eser.

Romanın Özeti:

Doktor bey; aradan 8-10 yıllık bir zaman geçmesine rağmen kendini gölge gibi takip eden siyah elbiseli, yüzü yanık adamı nihayetinde tanır. Artık merakı git gide artar onunla konuşmak için bir söz bahanesi aramaktan kendini alamayıp saati sorar ve aldığı cevaptan sonra ayrılmak icap eder.

Mayıs gelmişti. Kış sonlarına doğru tuhaf sinir hastalığını üstünden hala atamaz. Bazen geceleri dışarıyı izlerken hayal ve gölgeler birbirine karışır ve net seçemez. Ama hayır, dört beş gecedir fark ettiği sokağın üst başında görmüş olduğu şey hayalet olamaz. Bu saatte gece karanlığında, bir nöbetçi neferi gibi, duran dolaşan adam kimdir, ne bekler? O saatte.

Bir gece doktorun kapısı acı acı çalar ve birkaç ev ötede oturan hanım hastasının ağırlaştığı haber verilir. Otuz beş otuz altı yaşlarındaki hastasında, böbrek ve karaciğerle ilerlemiş bir kalp hastalığı vardır. Doktor, biçareyi sonbahara kadar yaşatabileceğini ümit ediyorken, hasta hanımın durumuna baktıktan sonra son günlerinin gelip çattığını anlar.

Odanın bir köşesinde, o saatte uyumamış, mahmurlaşmış gözleriyle bir annelerine, bir doktor beye bakan iki küçük sarışın çocuk dikkat çeker. Annenin hafif bir işaretiyle, çocuklar yatmaya giderken hastasının gözünden iki damla yaş süzülür. Doktor bey hastasını rahatlatmak için elinden gelen her şeyi yapar fakat hastasının bu halde iki gün daha yaşayabileceğini tahmin eder. Nefessizlikten tıkanan hastasını biraz daha rahatlatmak için pencereleri açar ve oradan ayrılır. Açılan pencerenin ardında yine o gölge emsali adamı görmesi sanki zihnindeki düğümü biraz da olsa çözer. Dışarıda bu kez doktoru bekleyen yanık yüzlü adam hiçbir mukdime yapmadan doktora, “Ümitsiz değil mi doktor bey?” der.

Tesadüf nihayet doktorun aradığı şeyi ayağına getirir. Fakat fazla mütecessis görünerek ürkütmekten korktuğu için temkinli davranır. Açılmaya başlayan bu kronik ruhun, bir daha açılmamak üzere kapanmasından korkarak, el sıkışıp ayrılırlar.

Ertesi gece sabaha karşı hasta vefat eder ve doktor bey yine kapının önünde o adamı görür ve doktora:

-Hasta öldü, değil mi? Diye sorar ve ekler.

-Çok çekti mi?

-Hayır, der doktor gayet sakin…

-Öyle bir ölümü sevdiklerime temenni ederim, der ve derin bakışlarla ayrılırlar.

Aradan altı ay geçmiştir. Doktor bey Bursa’da karlı bir günde eski bir tanıdığına rastlar. Bu defa hiç ürkeklik göstermeden yanına yaklaşır ve elini uzatır. Fakat bu sefer doktorun altı ay evvelki merakı tazelenir. Doktor bey ne yaptıysa onun kendi hakkında konuşmasını sağlayamaz. Onun sukutu aksine, inilmez derinlikler, varılmaz yükseklikler hissi verir Doktor beye.

Ama Doktor umudunu kaybetmez işin sonuna kadar. Onun derdini dökmesini bekler. Bunun için de, o gün evini tarif edip, doktoru davet etmesi, doktor için bir fırsattır.

Kısa bir süre doktor onu evinde ziyaret eder. Sohbet esnasında bakılan kitapların arasından düşen bir fotoğraf dikkatini çeker. Aynı fotoğrafı, hastasının odasında da gördüğünü söyler ve Süleyman Bey’in konuşmasına ortam yaratır.

-On dört yaşındayken çekilen bu fotoğraf, yüzümü bu hale getiren kazadan birkaç ay evvel çekilmişti, der Süleyman Bey. Doktor bey, ricayla anlatmasını bekler. Ve Süleyman Bey anlatmaya başlar.

-Babam, Sultan Abdülhamit’in yaverlerinden bir paşa idi. Nişantaşı’nda büyük bir konağımız vardı. Ben orada doğdum. Orada büyüdüm. İki kardeşim daha vardı ama ailem beni onlardan daha çok severdi.

Kardeşlerim biraz büyüyünce mektebe verilmişlerdi. Benim zayıflığımı bahane ederek evde derse devam ettirmeye başladılar. İki hocadan hususi ders alıyordum. Hiç çalışmama rağmen, paşa babam benim gayretimi methetmekle bitiremez, “Bu çocukta dehşet kafa var, ” derdi. Hocalarım başlarını sallar, onu tasdik ederlerdi. O vakitler en büyük merakım camın üzerine kâğıt koyarak resim yapmaktı. Teyzemin ben yaşta Seniha isimli bir kızı vardı. En çok cam üstünde onunla resim yapardık.

Seniha’nın babası askeri doktordu. Babam onu pek sevmez, hatta onun yüzünden teyzemin bize gelmesini hoş karşılamazdı. Babam hep Şevket Paşa efendimize kem gözle baktığını söylerdi. Aslında Hilmi Bey de babama, uzaklara nasıl muamele ediyorsa, öyle muamele ederdi. O, paşa babamı hiçe sayıyor gibi en laubali tavırlar takınırdı.

Bir gün konakta birdenbire bir havadis çıktı. Hilmi Bey’i Zaptiye Nezaretine götürmüşler. Çok üzülmüştüm. Babam Seniha’nın babasına nasıl böyle bir şey yapardı. Babamdan bunun izahını istedim ama paşa babam beni hiç önemsemedi. O günden sonra ben babamı artık eskisi gibi göremedim. Bense aileme karşı artık kalbimin kapılarını kapamıştım. Ayrıca Seniha’yı da günlerce göremedim.

Bir sabah şafak sökerken uykudan uyandım. Daha herkes uyuyordu. O gün ne olursa olsun teyzemin evine gidip Seniha’yı görecektim. Ve kimseyi uyandırmadan teyzemlere gittim. Teyzem şaşırmıştı. O vakte kadar kendi başına dışarı çıkarılmamış çocuk nasıl buraya kadar gelirdi! Az sonra Seniha’nın sesi geldi ve artık o gün ben dünyanın en mutlu çocuğuydum.

Vakit çabucak geçmiş ve akşam olmuştu. Konağa geldiğimde herkes benim için telaşa kapılmıştı. Ama ben her şeye rağmen bir gün yine kaçacaktım. Ama bu sefer çok şanslı değildim. Yakalandım. Bu ikinci firar teşebbüsünden sonra, kendim de pişman oldum. Kendime büyük bir fenalık etmiştim. Zaten sütninemi de evden göndermişler tamamen yalnız kalmıştım. Pek erken uyandığım bir sabah bahçeye inmek istemiştim. Maksadım kaçmak olmadığı halde, hizmetliler önümü kestiler ve odama çıkartıp kapımı kilitlediler.

İşte odamda kilitli olduğum bir gecenin sabahına karşı konakta çıkan yangın yüzümü bu hale getirdi. Bağırdım, feryat ettim. Beni aklına getiren, imdadıma gelen olmadı. Kazadan sonra ilk bir ayım çok zor geçti. Herkes hayatımdan ümidi kesmişti. Fakat böyle korkunç bir çehreyle bitmek bilmeyen bir ömrün acılarına tahammül etmek mukaddermiş. Ben istikbalde çekeceğim acıların o kadar kuvvetli olacağını tahmin edememiştim. Korkunç bir kabuğun içine gizlenmiş, nadide bir sedefe benzeyen ruhuma bu aşk için yaratılmış nazik, hassas şeye pusu kuran felaketi bütün genişliğiyle görememiştim.

Bir gün sütnineme, Seniha’dan haber sordum. Benim başıma geleni bilmiyor muydu? Niye beni bir kez olsun görmeye gelmemişti? İhtiyar kadın bana doğru dürüst pek bir şey söyleyememişti. Talihimin yüzüme taktığı o korkunç maskeyi ilk defa aynada gördüğüm vakit, kalbimden neler geçtiğini tabi tasavvur edersiniz. Kendimi sonsuz bir kimsesizliğe, acıya mahkûm edilecek biri olduğumu fark ettim. Artık annem, babam, kardeşlerim beni ne kadar ihmal ederlerse, sütninem o kadar muhabbetini arttırıyordu. Gitgide ailemden uzaklaşıyor ve onlara yabancılaşıyordum.

Bir akşam paşa babam beni odasına çağırıp, artık büyüdüğümü, ciddi bir surette tahsil edecek yaşa geldiğimi ve beni Galatasaray Sultanisine kaydettirdiğini söyledi. Konaktan ayrılık vakti gelmişti. Paşa babamla okulda ilk müdürün odasına gitmiştik. Müdür kısa konuşmanın sonunda paşa babama, “Ben de ayrıca mubassırlara emir veririm. Arkadaşlarının izaç etmesine meydan vermemeye gayret ederiz. Fakat çocukluk ya bu, o yaşta insan tuhaf olur. Mektepte eskiler yenilere bidayette az çok tuhaf muamele ederler, ” dedi. Nihayet paşa babam gitmişti. Müdür, sakallı mubassırı çağırıp onunla gizlice konuştuktan sonra, beni mubassıra teslim etti. O gün beni akşama kadar odasında alıkoydular. Gelenler bir kere tuhaf nazarlarla yüzüme bakıyorlar sonra hiç aldırmadan konuşup eğlenmelerine devam ediyorlardı. Akşam karanlığı çöküp, lambalar yandıktan sonra sakallı mubassır beni mütalahaneye götürdü. Biz kapıdan girer girmez bir gürültü koptu. Talebeler beni görebilmek için yerlerinden kalkıyor, garip bir şey seyreder gibi birbirlerini itip kakarak gülüşüyorlardı. Sakallı mubassır, zor da olsa sınıfta sukutu sağlayabilmişti.

Şimdi artık sınıf sükûn içindeydi. Ama başımı önüme açılmış bir kitaptan kaldırmaya cesaret edemiyordum. Ara sıra hafif gülmeler gizli konuşmalar işitiyor, ağlamaklı gözlerimi, yüzümü ellerimin içinde saklamaya çalışıyordum. Sağımdaki arkadaşım kolumu cimcikliyor, solumdaki çocuk da “Çekil yanımdan!” deyip ayağıma gizli tekmeler atıyordu. Cimciklerin ve tekmelerin ardı arkası kesilmiyordu. “Ben size ne yaptım!” dediğimde, hep birden gülüp, “Paşa baban sana kitap alacağına, niçin yüzüne maske almadı?” diye alay ediyorlardı.

Mektepteki hayatım ilk günlerde tahammül edilemeyecek kadar üzücü oldu. Sonra zamanla biraz düzeldi ama mektepte bulunduğum beş sene hiç bahtiyar olamadım. Bir tek arkadaş edinemedim. Arkadaşlarımdan hiçbiri benim yanımda oturmak istemiyordu. Hatta mubassırın zorla yanıma oturttuğu uslu bir talebenin velisi, resmen müdüre şikâyette bulunmuştu. Sınıfın en arkasında bana bir yer verdiler. Yatakhanede karyolamı en kuytu köşesine koymuşlardı. Beş senelik mektep hayatımda, benim için ne yeni heyecanlar hazırlayan ertesi günün güneşini görmemeye dualar ederek, uykuya dalardım. Beş sene sonra liseyi oldukça parlak bir surette bitirdim. Yeisim ve yalnızlığım içinde o kadar çalışmıştım ki, bazı sınıfları ikişer ikişer atlamaya muvaffak olmuştum.

Mektepte en çok Fen derslerine çalışıyordum. Kimya hocamız yaşlı bir Fransız’dı. Yüzümdeki çirkin maskenin altında gizlenen o sevgi dolu ruhu yalnız o anlamıştı. Onun için bana çok dikkatli muamele ediyordu. Sık sık beni Kimya haneye çağırır, hazırladıklarına yardım ettirirdi. Bir gün parlama olan, bir ecza üzerine cesurane ilerlemiştim. Bana “Çekil!” diye bağırmıştı. Ben de, “Korkacak ne var. Ben zaten bir harabeyim, ” dediğimde, “Korkacak bir şeyin yok mu? Ya harabelerin çiçekleri?” demişti. Harabelerin Çiçekleri dediği yüzümün çirkinlikleri içinde, yegâne güzel kalan şeylerim gözlerimdi. Bu hocanın bana gösterdiği alaka ve şefkati daima minnetle hatırlayacağım. Avrupa’da tahsile gitmek fikrini bana ilk veren o oldu. Ve oradaki gözlerin daha başka bakacağını söylemişti.

Paris’e vardığım vakit kıştı. Paris hakkında çok zengin hayallerim vardı. Birçok güzel ve parlak şeyler göreceğimi, kendi yeisimi bir zaman unutacağımı sanıyordum. Günlerce kendi başıma sokaklarda dolaştım. Memlekette olduğu gibi olsaydım, bu kayıtsızlık fenama giderdi. Hocamın tavsiyesiyle gidip kendisini bulduğum zat Kartiye’de bir pansiyona yerleştirdi. Sonra İstanbul’da olduğu gibi Paris’te de en büyük teselliyi çalışmakta buldum. Ancak o vakit kendimi unutuyor, yaşadığımı anlıyordum. Paris’teki tahsilim artık bitmişti.

Çalışmakla kendimi avutuyordum. İyi bir göz doktoruydum artık. O vaktin büyük profesörlerinden biri beni muavin olarak almak istemişti, fakat reddetmiştim. Fevkalâde bir muvaffakiyetti. Öyle ki İstanbul’daki ailem artık benim adımı anmaktan utanmıyor, bana iltifatlı mektuplar yazıyordu. Evet, iyi bir doktordum fakat bu neye yarardı ki! …

Bir gün İstanbul’dan bir telgraf aldım. Nazırlardın birine yapılacak olan önemli bir ameliyat için beni acele çağırıyorlardı. Bindiğim vapurda gözlerinden rahatsız küçük bir çocuğu tedavi etmem beni yıllar öncesine götürdü. Bir çocuk Seniha’ya bu kadar mı benzeyebilirdi. Biraz sonra az ileride gördüğüm teyzem ve Seniha’ydı…

Seniha’nın İstanbul’da bulunması beni İstanbul’a bağlamak için bir sebep oldu. Teyzemin, İstanbul’da indiği yeri tahkik ettirdim. Ben de onlara yakın bir eve yerleştim. Gece olunca sokağa çıkıyor, teyzemin evine kadar yürüyordum. Epeyce bir zaman sonra teyzemin vefat ettiği haberini aldım. Seniha dünyada yapayalnız ne yapacak, çocuklarını nasıl büyütecekti?

Seniha zaten yaşamak için zorluk çekiyordu. Fazla olarak hasta idi. Evlerine girip çıkan bir doktordan, ilerlemiş bir kalp hastalığından muzdarip olduğu, haberini alıyordum. Ona, hiç olmazsa çocuklarını yetiştirmek için yardım etmek isterdim. Fakat buna imkân yoktu. Dünya yüzünde birbirimizi tanımamız artık mukadder değildi.

Seniha az bir zaman sonra vefat etti. Ve onun gözlerini kapayan siz oldunuz. Süleyman Bey derin bir nefes alıktan sonra öğrenmek istediğiniz hikâyem buydu der Doktor Beye…

Doktor anlatılanların tesirinden uzun müddet kurtulamayıp, daha sonra daha sık görüşme temennisiyle ayrılır Süleyman Bey’in evinden. Fakat bir daha görüşmeleri mümkün olmaz.

Fakat uzun bir aradan sonra Doktor, Süleyman Bey’in iki çocuğu ile yaşadığını, onları okuttuğunu ve halinden oldukça memnun olduğunu öğrenir. Çocukların kim olabileceğini, başlangıçta kim olacağını anlayamayan Doktor Bey, harabesinin asıl çiçeklerinin, annelerine çok benzeyen bu iki çocuğun, Seniha’nın çocukları olduğunun farkına varır.

Sonuç:

Çirkin yüzlerin altında da, sımsıcak, insani duygular yatar.

Atiye Tekelioğlu

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..