Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Nisan '13

 
Kategori
Anılar
 

Hasan Acar ve anası

Zonguldak Lisesi’nde 30 yıl felsefe öğretmenliği yapan, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu mezunu Hasan Acar gelmişti ziyaretime, üç-dört  yıl önce.

Acar, Dicle’den öğrencim olur.

Anadili Kürtçe idi Acar’ın ama anadili Türkçe olanlardan daha doğru düşünür, daha güzel konuşur ve yazardı. Zaten öyle olmasa “Okul Öğretmenler Kurulu”nca Yüksek Öğretmen Okuluna seçilmez, şu ya da bu nedenle seçilse bile, Ankara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünden mezun olamazdı.

Bütün öğrencilerimi severdim ya, Acar’ın apayrı bir yeri vardı gönlümde. Tıpkı Mustafa Karaoğlu, Malik Erdoğan, Hüseyin İlbey, Bekir Aslan, Seyit Battal, Mesude, Sevim, Gülben, Semra,        Maaz Akay, Mesut Biçen, Nalân Uluğ gibi… (En iyisi, isim saymayı keseyim burada. Sayfa yetmeyecek çünkü.)

Kırk yıl öncesinin anılarına dalıp gitmişken, şunu anlatmıştı, sevgili Acar:

“Hocam, biliyorsunuz; biz 2/C sınıfı olarak “büyük bina”da değil, onun yanındaki küçük, tek katlı binada ders yapardık.

Bir gün, Türkçe dersindeyiz. Siz tahtaya bir cümle yazıyordunuz.

“-Hasan!.. Hasan, oğlum nerdesin?”diye bir ses duydum.

Bu, annemin sesine benziyordu ve Kürtçe söylüyordu üstelik. “Olmaz, olamaz… Annem buraya nasıl gelsin?” diye düşünürken, pencereden dışarıya doğru bir göz atınca ne göreyim! Gerçekten annemdi bu.

Sağa sola bakınarak şaşkın şaşkın, beni arayıp duruyordu.

Köyde nasıl giyinirse öylece çıkıp gelmiş. “Eyvah!..  Ben şimdi ne yapacağım?” diye aldı mı beni bir telaş! Terlemeye, yüzüm kızarma başlamıştı ki, zil sesi yetişti imdadıma.

Sizin arkanızdan, kurşun gibi fırlayıp buldum annemi hemen.

“-Anne, ne işin var senin burada? Niye geldin?”diye sorup dersliklerden uzak bir ağacın altına götürdüm. Öğretmenlerimin de arkadaşlarımın da görmesini istemedim.

Bir gören olsa da, “kimdi o kadın?” diye sorsa, “Annem…” diyebilir miydim; bilmiyorum.

Oysa,  özlemiş beni garip anam; garip garip düşler de görmüş üç gün üst üste, “Hasan’ımın başına bir hal  gelmiş olmasın!” diyerek kalkıp gelmiş.

Köyden Ergani’ye kadar yürüdüğü gibi, Ergani’den okula kadar da yürümüş.

Aç mı, susuz mu olduğunu düşünmeden, bir an önce kimseye görünmeden onu okul sınırları dışına çıkarmanın planını kurdum hep. Sonunda başardım bunu.

Ve siz ikinci derse girmeden,  koşarak gelip sıramdaki yerimi aldım.”

“-Ah be sevgili Acar, ah be Acar!.. Niye söylemedin bana, neden tanıştırmadın annenle beni?” dedim; dedim ama yıkıldım işte o an!

Demek ki,  ben o güveni vermemişim, verememişim Acar’a. Bunu veremedikten sonra, ne vermiş sayılırım ben O’na?

Neymiş efendim!

Cümlenin öğeleri: “Özne, tümleç, yüklem”miş. Özneyi bulmak için yükleme “Kim ya da ne?” diye sorulurmuş. Kime ne!..

Hasan Acar’ın 1962 yılında Dicle Öğretmen Okulu’na gelen annesini bulup konuşamıyorsan, ona bir bardak su, bir fincan çay bile ikram edemiyorsan, bin cümlenin öznesini, tümlecini,  yüklemini dosdoğru öğretsen ne yazar; öğretmesen ne yazar!

Bu anı aklıma geldikçe, utanırım o yıllardaki öğretmenliğimden, utanırım insanlığımdan.

Bir an için, Hasan Acar’ın annesinin yerine koyun kendinizi:

Düşünebiliyor musunuz, onca yolu yürüyerek geleceksiniz; 12-13 yaşlarındaki oğlunuzun okuduğu okula. Kimse size “Hoş geldiniz”  demeyecek… Yavrunuzu bulacaksınız ama o da sizi kimseyle görüştürmeyecek. Karnınız aç ama kimse size bir lokma ekmek vermeyecek. Ve uğruna canınızı vermeye hazır olduğunuz evladınız, sizi bir gören olursa, kendisine zarar geleceğinden korkup sakıncalı bir insanmışsınız gibi uzaklaştıracak sizi okuldan.

Onu bulduğunuzda, doya doya sarılarak öpüp koklayamadığınız gibi, ayrılırken de izin vermesin bu arzunuza yavrunuz!

Biricik oğlunuzu sizden koparan, onu annesiyle gurur duyacağına annesinden utanan bir insan olarak değiştiren bu okula, bu okulun müdürüne,  öğretmenlerine nasıl saygı duyacaksınız siz?

Birkaç hafta önceki gazetelerde: “Diyarbakır’daki polisler Kürtçe öğreniyor”  başlıklı haberleri okuyunca, “Zararın neresinden dönülürse kârdır” diye sevindim ama çok geç…

Neden yalnızca polisler?..

Öğretmenler, doktorlar, hemşireler öğrenmesin mi?

Subaylar, hâkimler, kaymakamlar da bilseler, daha doğru olmaz mı?

1966’daHasanoğlan’dan Kars’a sürülmekle ödüllendirildiğim Millî Eğitim Bakanlığına  “Öğretmen okullarına Kürtçe dersi koyalım” önerimin ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha düşündürdü, bu haberler bana.

O önerim, tepkiyle reddedileceğine kabul edilip uygulansaydı, 30 yıldır devam eden on binlerce can kaybı ile maddî ve manevî pek çok zarara neden olan bir iç savaşı yaşamamış olacaktık belki de.

Konuyu dağıtmamak için, başa döneyim yine:

Fay Kirby’nin “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adlı eserinin 191. sayfasından bir paragraf okumak isterim size:

“1937’den itibaren müessesede (Kızılçullu Köy Enstitüsü)  bir köy misafir evi kurulmuştur. Burada çocukların ana, baba,  dedeleri gelince bir gece yatarlar, çocukların yemeğinden yerler,  görüşür,  konuşur, dertleşir, müesseseyi gezer giderler. Tam beş yıl bu misafir evi işlemiş; çocukların velilerini sevindirmiş, müesseseye ısındırmış, onlardaki misafirperverlik ruhunu beslemiştir.”

Sanmayın ki, benzer uygulamalar, başka Enstitülerde olmamıştır!

1962’de, Dicle Öğretmen Okulu’nun nesi eksikti; 1940’taki Kızılçullu Köy Enstitüsü’nden?

            Fay Kirby,yukarıdaki paragrafı, Emin Soysal’ın “Kızılçullu Köy Enstitüsü Sistemi II” adlı eserinden almıştır.

Hayrettir ki, bu güzel uygulamayı gerçekleştiren Soysal, 146’da milletvekili seçilmiş, MEB

Şemsettin Sirer’e Enstitülerin yıkılmasında en büyük desteği vermiştir.

     “Hasan Acargibi, benim ve bu yazıyı okuyan sizin de devşirilen çocukların eğitilip Osmanlı    

Ordusu ve yönetiminde görevlendirilenlerden ne farkımız var?”diye sorsam, ne dersiniz?

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..