Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ekim '16

 
Kategori
Deneme
 

Hasbihal

Hasbihal
 

 HASBİHAL
 
         Altın sarısı ağaç yapraklarının, o nazlı-boğumlu-kıvrımlı dallardan, tabiatın karşı konulamaz döngüsüne bir kez daha dayanamayıp, asiliği usulca yanı başına bırakıp, birer birer yerlere düştüğü, çisil çisil yağan bir sonbahar yağmuru sonrasında yüzünü gösteren, serin ama güzel bir sabah. Güneş bulutların arasından ustaca sızmasını biliyor. Görünen o ki, hiçte acemisi değil bu işin. Komşunun altı yaşlarındaki oğlu mutlu, el sallıyor bisikletinin üzerinde. Sokağı bir baştan bir başa geçiyorlar, cellabeler içindeki Faslı karı koca. Erkek önde, karısı beş adım ardında yürüyorlar. Kadın sırtı dönük olan kocasının arkasından koşturmayı kader bilip, sürekli sağa ve sola bakışlar atıyor. Onun arkası sıra yürüdüğünden dolayı, şikayetçi değil, tam tersine belki de mutlu. Kargalar buldukları bir ekmek parçasının üzerine üşüşmüşler. Gagaları ile vurdukları darbeler ile ekmekten parçalar koparıp, midelerine indiriyorlar. Karşı binadaki yeni evli çiftler işlerine gitmek üzere birbirlerinden uzaklaşırlarken, ayrılık öpücüklerini alıyorlar. Evet sabah bir kez daha güzel. Madem sabah bu denli güzel. O halde; bu upuzun elli altı yıllık ömrü hayatımda, çağırayım hele bir kez de kendi kendimi. Buyursun gelsin, ben olan ben, yüce olduğunu hiç bir zaman iddia etmediğim huzuruma. Çağırdım, hemencecik ışınlanmış gibi buyur etti de.
         Usulca, çok ürkek bir eda ile tıklattı kapıyı, perde aralığından sızan bir ışık gibi gelip geçti, her ikimizin de evi olan hanemizden içeri. İlk defa döküp içimizi, özsöyleşiler eyleyecektik. Neden çekingen ve huzursuzdu karşıma geçip, kurulan ben. Hesap sorulmasından çekinceli idi besbelli. Bakarmısınız, tıpkı ben. Gidip gelen halogram bir görüntü sanki. Ellerimle tutamadım karşımdaki bedenimi. Yine de tokalaşma uğraşısı içinde biçare buldum kendimi. Ancak hissedemedim elimde, elimin sıcaklığını, terini, kızıl kanın ırmaklar misali devinimini. Öpüştük, kucaklaştık, sıkıca bağrını bağrıma bastırdım kendimin. Sormayın, hayli uzak kalmışız, meğer ne kadar da çok özlemişim ben beni.
         Tıpkı benim gibi giyinmişti. Bende olduğu gibi üzerindeki sade uzun kollu bir gömlek ve siyah bir pantolon. Aynı anda gülümsüyor ve yine aynı anda göz kırpıştırıyorduk. Bir ağzı ve burnu vardı. Tıpkı benim ağzım ve burnum gibi. “Pek biçimli olmamakla birlikte.” Göz göze geldik, gözleri gözlerimdi. Diz dize geldiğimiz dizleri dizlerim, elleri ellerimdi. Mumlar yaktım, ışığı kıstım, loşlaştırdım ortamı. Biliyorum pek bir romantiktir kendileri.
          “Hayırola bir şey mi oldu?” der gibi uzun uzun baktı gözlerimin derinliklerine. Gözleri gözlerim gibi buğulu idi, karşımdaki “ben”in.
         “Hiç ne olsun, bir ömür ki, gelip geçiyor. Hasbelkader şöyle bir oturup istişarede bulunalım. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Hani doğrusu halimiz, hiç hal değil. Başkalarını kendimizden hep daha yüksek tutup, daha çok sevip ihanet mi ettik derim, kendimize. Koca bir hayatı; bıkıp usanmadan sürekli altan almalar, hakkını savunmamak, her daim kendini incitmek, kırmak ile pul eyleyip, harman gibi savurduk. Yerlere eğilerek olduk müteşekkir, bir tek bizim ağzımızdan çıktı, her daim özür ve teşekkür.” Hiçte yabancısı değildik bütün bu masum düşünce ve davranışların. Aynı anda kırpışan gözlerimiz daldı, kıvırcık saçlı başlarımız önümüze eğildi.
         “Yerden göğe kadar, ne desen haklısın. Baltayı acımasızca ormana dalar gibi hep ama hep kendimize vurduk. Olur olmaz herkesi salt insan diye, zerre kadar hak etmediği olabildiğince ayyuka çıkardık. Kendimizi adeta pas pas eyleyip, sere serpe yerlere serdik. Bizim de insan olduğumuzu unutarak, kadir ve kıymeti yerlerde sürünerek sadece başkalarına verdik.”
         Bizimkisi açıldıkça açılıyordu. Görünen o ki, O da bugüne değin olan gidişatımızdan pek hoşnut değildi. Belli ki bir dokunsam, bin ah işitecektim. Özümüzü, belki de kanamalı yaramızı derince deştik böylelikle. Omuzunu arayıp, dokunmaya çalışıp teselli ettim, aynı zamanda ben de teselli oldum. Göz yaşlarını kurutmaya çalışırken, göz yaşlarım o anda kurudu. Apansız gülümsedi, gülümsedim. Dost oluverdik, üzüldük halimize ve birbirimize.
         Yok yere hayli uzaklardan alıp, gelmiştim kendimi. Değişecek veya değiştirilecek bir şey yoktu sanki. “Eski köye yeni adetler gelmeyecekti.” Böyle gelmiş böyle gidecek gibiydi. Tıka basa dolu sineye mi atılacaktı yine her şey. Acımasız yargılamalar, yine hep kendi kendimize yönelik olacak. İzdüşümlerimizden oluşacak olan mahkeme heyetimizde, ne yazıktır ki; yargılanan da kendimiz olacağız. İhaleyi tekrar tekrar kendimize çıkaracağız. “Gelen ağamız, giden paşamız” olmaya devam edecek. Andavallık bir kene gibi yaşantımız boyu bedenimize yapışık kalacak. Kolonyalar, bayram şekerleri tutacağız. Zamanımızı hunharca öldürürken, ölecek olan bizim ömrümüz.
         “Her hıyarım var diyene, nemlenmesin deyi, içine Tosya pirinci taneleri koyduğumuz “yerli Himalaya tuzu” doldurulmuş tuzluğumuz ile oradan oraya koşturacağız. Kendimize bir kase cacığı dahi reva görmeyeceğiz. Tuz olup, hıyarlara dökülüp, şırıl şırıl eriyeceğiz.
         Karşılıklı bakışa kaldık birbirimize.
         “Ben gideyim artık. Her ne kadar, elle tutulur, gözle görülür bir sonuç alamadıysak da, davetin için teşekkürler. Ben, sen olan benden kopup uzaklara gidiyorum yine. Bu gidişat ile bizden beklenen kişilik oluşmayacak elbette ki. Müsfette olmasak da, eminim temize çekemeyiz kendimizi. Yine de insan olabilmekte ve bu çizgide kalabilmekte fayda var elbette. Böyle gelmiş, böyle gider, gitsin de derim. Söyle bakalım can kardeşim sen ne dersin?”
         Diyecek bir şey yoktu. Kendime geldiğimde, karşımdaki "ben" çoktan seyirtmişti. Boynum bükük, gözlerim buğulu idi yine. Bitmişti hasbihal. Kendisine bir Diyaribekir karpuzu olsun kesip, ikram edememiştim. Masada lale işlemeli tek bir kahve fincanı duruyordu. Demek ki tek fincanda aynı kahveyi içmiştik. Hanede olmasa da kırk yıllık bir ömür, hatırı vardır, yine de bir onca sene. Ve hayatım kendi rutin güzergahında seyri sefer eylemeye koyuldu, kaldığı yerden. “Hoş geldiniz ağam, güle güle paşam.”
 
 
 

 

Amsterdam 18 Ekim 2016    
 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..