Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '13

 
Kategori
Öykü
 

Hatıra

Hatıra
 

Elime yüzüğünü verip, beni caddenin ortasında öylece bırakıp gitmişti. 5 yıllık flörtten sonra, bir yıldır nişanlıydık. Nedensiz, bahanelerin arasına bile konması imkânsız bir şekilde beni öylece bırakıp gitmişti Faruk. Üniversite yıllarından bu yana yaşamış olduğumuz aşkın varını yok’unu alıp da, beni onsuz bırakıp da gitmişti. Bacaklarım beni taşımaz olmuştu, eve zar zor gidebileceğimi anlayıp, yavaş adımlarla yürüyordum. Sonunda iki saatte evime ulaşmıştım. Kapıyı açıp, içeri girdiğimde artık bu yalnızlık yüküne dayanamayacağımı anlayıp yere çömelip hıçkırıklarla ağlamaya başladım.

“Kızım, Esra? Sen mi geldin yavrum?”

 

Anneannem 58 yaşındaydı, romatizması vardı, buna rağmen hiç üşenmeyip yerinden kalkıp, yavaş adımlarla yanıma geldi. Gözyaşlarımı silmeye çalışırken, beni o hâlde yakaladı.

 

“Yavrum, ne oldu?”

Ailemi 18 yaşındayken kaybetmiştim ve anneannemle birlikte yaşıyorduk. O benim her şeyimdi.

“Bir şey yok anneanne. İyiyim ben…”

“Yoo, iyi değilsin. Ne oldu, neden ağlıyorsun? Gel bakayım buraya.”

 

Koluma girip beni salona götürmeye çalışıyor.

 

“Biricik torunumu üzen şeyin ne olduğunu öğrenmezsem olur mu hiç? Kim ağlattı seni esra? Söyle kızım, söyle yavrum… Faruk’la mı bir sorun oldu?”

 

Anneannem Faruk’un adını ağzına alınca dayanamayıp bu kez daha yüksek sesle, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.

 

“Biz…”

“Dur, tamam sakin ol çocuğum. Kavga mı ettiniz?”

“Ayrıldık anneanne, yani o benden ayrıldı.”

“Neden?”

 

Anneannem gözyaşlarımı siliyor. Hayatımın en büyük teselli ikramiyesi gibi…

“Yurtdışına gidecekmiş, ben kabul etmeyince fikirlerimizin uyuşmadığını, bu şekilde yapamayacağını söyledi. Lafımı bitirmeme müsaade bile etmeden yüzüğü elime tutuşturdu, her şey bitti…”

 

Anneannem ile aramızda önce derin bir sessizlik oluyor. Ağrıyan bacaklarını tutuyor, başı önünde, sonra başını kaldırıp buğulu gözlerime bakıyor.

 

“Canın çok yanıyor, değil mi?”

“Bu da soru mu anneanne?”

“Yanacak tabi ki kızım. Çok yanacak, ölür gibi hissedeceksin. Boşluğun sessizliği oturacak içine, yatıya gelen yüzsüz bir misafir gibi hissedeceksin. Gitmesi için yalvaracaksın, ama gitmeyecek.”

Anneannem üniversite mezunu, yıllarca Türkçe öğretmenliği yapmış. Emekli olduktan sonra da öğretmenliğini benim üzerimden bir meslek hâline getirdi, 29 yaşındayım, hâlâ bir öğretmenin öğrencisine akıl vermesi hâlini yaşıyor.

 

“Anneanne…”

“Dur kızım, lafımı bitirmeme izin ver. Şimdi bu acının, bu hayal kırıklığının, bu ayrılığın sen ölünceye dek seninle birlikte yaşayacağını sanıyorsun, öyle değil mi? Peki o zaman, sana hiç bilmediğin bir hikâye anlatacağım, sabırla dinleyeceksin ama, anlaştık mı?”

“Ne hikâyesi? Hiçbir şey anlamıyorum.”

 

Yaramaz bir çocuk edasıyla burnumu çekip, rimelimin akmasına insafsızca izin veren gözlerimin nemini silmeye devam ediyorum.

 

“Seneler öncesine gideceğiz birlikte. Sana o zamanlar 17 yaşında olan, liseyi bitirmiş, üniversite sınavına hazırlanan içine kapanık Ayşe’nin hikâyesini anlatacağım.”

“Ayşe? Yani…”

“Evet, benim hikâyem kızım. Anneannenin hikâyesi… 17 yaşında, liseyi yeni bitirmiş, evde anneme yardım eden, sosyal bir çevreye pek de sahip olmayan bir genç kızdım. Bu nedenle erkek arkadaşım da olmamıştı hiç. Evden dışarı adımımı atmazdım pek, bakkala gider, alışverişimi yapar, tekrar eve dönerdim. Zaten tek gayem de üniversite sınavını kazanıp, bir yol tutturmaktı. Yakın arkadaşım Dilan İzmir’e taşınınca onunla mektuplaşmaya başlamıştık, yalnızlığımı bir nebze olsun hafifletiyordu. Kapı çalınır çalınmaz mektup alma sevinciyle açardım kapıyı, yine böyle bir günde heyecanla kapıyı açtım. Karşımda duran adam benden büyüktü, postacıydı. Postacı değişmiş ve her zaman gelen yaşlı amcanın yerine benden en fazla beş yaş büyük olan postacı gelmeye başlamıştı. Esmer, 1.80 boylarında, siyah saçlı, kahverengi gözlü bir gençti. Görür görmez hoşlanmıştım ondan. O yaşa kadar hiç flörtü olmamış bir genç kız için büyülenilecek bir durumdu bu. Mektubu elime tutuşturduğunda gözlerinde kaybolduğumu hissederdim. Dilan’a bile mektubumda ondan bahseder olmuştum, postacıyla konuşmalarımız sadece “Merhaba, iyi günler, teşekkürler” ile bitiyordu. O bile yetiyordu ses tonunda konaklamam için, müzik dinlemiyordum sonra, başka kimseyle konuşmuyordum sesini unutmamak için. Mektuplarımı getiren postacıya âşık olmuştum. Yolda görse tanımayacağı biriydim belki de. Önceleri Dilan’dan mektup geliyor diye heyecanlanır, kapıyı o heyecanla açardım, artık durum değişmişti, onu göreceğim için heyecanlanıyor, aynanın karşısına geçip süsleniyor, her gün bir ümit bekliyordum. Bakkal’a bile rahmetli erkek kardeşimi gönderir olmuştum. Evden çıkmıyordum, mektupları kapıya bırakıp gidecek, kapıyı çalmayacak diye çok korkuyordum. Adı Mesuttu. Tam 6 ay boyunca kapımı aşındırdı diyebilirim. Dilan, mektuplarında bir bahaneyle bile olsa onunla konuşmam gerektiğini söylüyordu, parmağına bakmıştım, yüzük yoktu, demek ki evli ya da nişanlı değildi. Derslerimi de askıya almaya başlamıştım, kendimce ona şiirler yazıyor, denizleri anımsatmasa bile kahveyi anımsatan kahverengi gözlerini anlatıyordum. Bir gün, “Yine mektubunuz var, Ayşe Hanım” deyip, gülümsedi. Dilan’a mektuplarını geciktirmemesi, hemen cevap vermesi için yalvarıyordum mektuplarımda, sırf Mesut’u görebilmek için… Dilan nişanlanmıştı, bu kafayla gidersem sadece kapıma gelen postacıyla göz temasında bulunacağımı, bu yüzden de evde kalacağımı söylüyordu. O kadar güzel dişleri vardı ki, bence gülmek onun kadar başka hiç kimseye yakışmıyordu. Cennet’i anımsatıyordu gülüşü, bu dünyada, o dakikalarda cenneti yaşıyordum.

Bembeyazdı. Ona hayran hayran baktığımı anlayacak, hislerimi fark edecek diye ödüm kopuyordu. Bir sabah, sabahın altısında kapı çaldı, şaşırmıştım, kim olabilirdi ki sabahın o saatinde? Uykulu gözlerle kapıyı açtığımda kimseyi göremedim, kapının önünde bir zarf duruyordu. Zarfın üzerinde ise sadece adım yazılıydı, merakla mektubu açtım.

“Yarın 11’de sahilde buluşabilir miyiz boncuk göz?” yazmıştı, altındaki isim kalbimin ağzımdan çıkmasına sebepti. O yazmıştı, Mesut… Önce biri dalga geçiyor sandım, etrafı kolaçan ettim, ama sonra inanmak galip geldi, işime geleni yaptım ben de, inandım. Sahil, evimizin tam karşısıydı, tanıdık birileri tarafından görünmek bile korkutmuyordu. Gittim, saat tam 11’de… Bekledim, tam 6 aydır kahve içmiyordum, sanki içtiğim o kahveler onun o kahverengi gözlerini yok edecekmiş gibi geliyordu. Kahveyi çok severdim hâlbuki, gözlerinden içmek gibi geliyordu. Ağzıma bile koymuyordum, o benim sigara tiryakiliğim, kahveye susamışlığımdı. Hayatımda yapmadığım bir şeyi yapıp, sigara içmeye başlamıştım. Derdimi dokuyordum ciğerlerime… Bekledim kahve gözlümü, bekledim, gelmedi. Hayal kırıklığımı da yanıma alarak eve koştum. Bir hafta sonra kapı çaldı, uçarcasına koştum kapıya. Karşımda bir adam vardı, evet… Lâkin o değildi, başka bir adamdı. Elinde mektuplar duruyor ve şaşkınlığıma yanıt verircesine şaşkın şaşkın gözlerime bakıyordu. Dayanamayıp sordum, “Sizden önce gelen bir postacı vardı, ona ne oldu?”  “O arkadaş vefat etti” dedi. Vefat’ın sonundaki ‘T’yi kaldırıp, ‘Vefa’ olsun istedim, “O arkadaş vefa etti, vefalı biriydi, o arkadaş vefayı borç bildi” desin istedim. Duyduklarım doğruydu, evden buraya gelirken bir araba çarpmış ve o dakikada can vermiş. O gün yemeden içmeden kesildim, içmediğim kahveye başladım sonra, falıma baktım, telvem bile kahverengiydi. Bir sürü kahverengi biriktirdim ondan sonra, kahverengi eşarp, kahverengi çanta, kahverengi yatak örtüsü, kahverengi elbiseler, kahverengi bir yalnızlık…

Dilan’a yazdığım mektuplar da sadece arkadaşımdan gelen yalnızlığı hafifletici mektuplardı. Kapıyı heyecanla açmıyor, hatta bazen erkek kardeşimin açmasını istiyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlamayı bile çok görmüştüm kendime, annem ne olduğunu sorar, hâlime acır, üzülür, tesellisinden arta kalanları bana emanet ederdi yanında ağlarsam. Üniversite sınavını kazandım, Boğaziçi Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği… Derslerime asılmıştım yokluğunda, bir de bunu yapmış, bunu başarmıştım. Baktığım her yerde onu görüyordum, ama hayatım değişmişti. Yeni arkadaşlar, dostlar biriktirmiş, içine kapanık hâlimden sosyal bir insan hâline gelmiştim. Sonra dedenle tanıştık. Telvemden vazgeçip, kahverengiyi onda gördüm, kahverengiyi onda sevdim, onu sevdim. Yakup beni dünyanın en mutlu kadını hâline getirdi, zamanla o acım hafifledi. O platonik aşkımı kalbime gömdüm, o gün buluşabilseydik neler olurdu, hayatımızda ne değişirdi, bunu da düşündüm. Ama sonuna “Kısmet değilmiş”i de ekledim. Kısmet değilmiş… Dilan da evlendi, teknoloji ilerleyince mektubun yerini telefonlar aldı, sonra birbirimizi ziyaret etmeye başladık. “Mesut musun?” diye sorduğunda, “Mesudum” demeyi öğrendim. Ama Mesut’la değil, kendi içimdeki mutluluğun parıltısıyla Mesuttum. Demem o ki benim güzel; boncuk gözlü kızım… Canın yanacak. Çok yanacak. Unutamayacağını sanacaksın. Ne acılar ekledim ben o platonik aşkımın üzerine, dedenin vefatı, annenin, babanın, erkek kardeşimin, annemin, babamın…

Yaşadığımız müddetçe mutluluklarla sınandığımız kadar acılarla da sınanıyoruz. Kimleri kaybettim de kendimi buldum. Olgunlaştım, büyüdüm, anneanne oldum baksana… Senin gibi güzel bir torunum var. İnsan en çok gençlikteki hayal kırıklıklarına bakıp da üzülür. Çok gençsin. Henüz gençsin. Kalbin parçalanıyor gibi hissediyorsun, öyle değil mi?

 

Esra ellerimi öpüp, hıçkırıklarını biriktirmeye devam ediyor.

 

“Anneanne… Canım çok yanıyor.”

“Yanacak. Bir aleve dönüşeceksin sen de zamanla. Unutmak isteyeceksin, unutamadıkça kendini unutacak, kendine kahredeceksin. Ama geçecek prensesim. Geçecek güzelim… Bak, yağmur yağıyor. Güneş de açacak elbet, bir gün yeniden seveceksin, evleneceksin. Şimdi acını yaşa, elbette bu senin hakkın. Ama hayata devam et. Çünkü o da edecek. Seni burada kahredip, perişan eden adam da hayatına devam edecek. Hayatın kanunu bu… Yollar ayrı olunca, vasıtalar aynı olsa bile fayda etmez. Sen başka istikamete gidersin, o başka… Haydi git, elini yüzünü yıka.”

“Anneanne, seni çok seviyorum, çok ama çok…”

“Ben de seni canım kızım, ben de seni çok seviyorum.”

 

Esra elini yüzünü yıkamaya gittiğinde yorgun bacaklarıma aldırmadan pencerenin kenarına geçiyor, dışarıyı seyrediyorum. Karşımda sahil, uçuşan martılar, yağmurun denizle fısıltısı, el ele tutuşan sevgililer, çocuklar, anneler, babalar, gençler… Martılarla birlikte gözleri kahveli yâr, o postacı el sallıyor bana, “Yarın 11’de buluşabilir miyiz boncuk göz?” diyor. “Yarın olsun, yarınlar gelsin, söz” diyorum. Gençlik bir kere gelir, bu fırsatı kaçırırsam içim rahat eder mi? “Geleceğim postacı, geleceğim gözleri kahveli yâr, mektuplarımı almak olmasa da işin ucunda, geleceğim” diyorum. “Söz…”

Dilara AKSOY

http://www.twitter.com/merhabaomrum

 
Toplam blog
: 196
: 226
Kayıt tarihi
: 03.01.13
 
 

     1989 doğumlu, İstanbul Üniversitesi Felsefe mezunu. 10 yaşında şiir yazarak başladığı kalem ..