Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Nisan '12

 
Kategori
Öykü
 

Hatırlayamadığı

Her sabah uyandığında aynı şey aklında, bir türlü hatırlayamadığı, sanki hatırlamak istemeyip  de aklının bir yerlerine sakladığı ve şimdi, delice bunun ne olduğunu bulmaya çalıştığı. Biliyor birisi ile birşeyler konuştuğunu ama bunun ne olduğunu ve kim ile olduğunu hatırlayamıyor. Her sabah yatağının baş ucuna oturup-akıl hastanelerinin avlularında bulunan düşünen adam pozunu takınarak-dakikalarca bunu düşünüyor, ama nafile, bir türlü çıkartamıyor. Dairesinin önünden geçen bir arabanın çıkardığı korna sesiyle (günün belli saatlerinde acil durumlar dışında korna çalmak yasaklanmalı dedirtiyor bu ses) kendine gelip, ne kadar zamandır burada böyle oturuyorum diye soruyor kendisine. Kalkıp banyoya gidiyor, traşını olup, banyosunu yapıyor. Rahatlatıcı sıcak suyun altında ağzından şarkı sözleri dökülüyor, istemdışı. Daha da şaşırtıcısı, bir müzik kulağına sahip olmadığını bilmemize rağmen (piyano hocası daha ilk dersinde söylemişti bunu kendisine), şarkıyı melodisi ile söylüyor. Yüzünde bir gülümseme beliriyor, sanki bu şarkı bir şeyleri hatırlatmışcasına. Çok güzel şeyler olsa gerek hatırladıkları, yaklaşık bir senedir hep aynı somurtkan surat ile dolaşıp durduğunu ve hiçbir kimse ile konuşmadığını biliyoruz çünkü. Gerçekten hiç kimse yok konuştuğu, inanın bana. Ne süpermarketteki kasiyer, ne alışveriş mağazasındaki satıcı kız, ne metroda nereye gideceğini bilemeyip de soru soran insanlar, hiçbiri konuşturamadılar onu. İşitme yeteneğini yitirmiş büyükannesi ile konuşmak için daha küçük yaşta öğrendiği el kol hareketleri ile cevap veriyor tanımadığı herkese, ama tabii ki, onu anlamıyorlar. Hatta, onu rahatsız ettikleri için özür diliyorlar. Bir an (ortalama 10 saniye) için kendilerini onun yerine koyup, hissettiklerini ve düşündüklerini başkalarına anlatabildikleri için Tanrı'ya müteşekkir oluyorlar. Daha ileri gidenler ise onun ne gibi kötü durumlarda kalabileceğini düşünüyor, onun için üzülüyor ve ona acıyorlar. Rol yaptığını bilseler, eminim güzel bir dayak atarlardı kendisine, neyse ki oldukça tutarlı, şimdiye kadar bir açık vermedi. Onu tanıyanlarla ise artık görüşmüyor. Ne sevgili ile bir akşam yemeği, ne haftasonu arkadaşlar ile küçük tatiller, ne aile buluşmaları; hepsi geçmişte kaldı. Tanrıya şükür, bir çağrı merkezinde de çalışmıyor, yoksa nice olurdu hali.

Banyosunu yapıp kahvaltı için mutfağa geçiyor. Tost makinesine koyduğu ekmek dilimlerini beklerken, diğer yandan kahvesini hazırlıyor. Ekmeklerin kızarırken ve çaydanlıkdaki suyun ocakta ısınırken çıkardığı sesler ile dalıyor gözleri. İçi parlıyor gözlerinin ve işte, bir gülümseme daha dudaklarında. Neleri düşünüyor bu anda, ondan başka kimse bilmiyor. Tost makinesinin ekmekler ile işinin bittiğini söylediği ses ile çıkıyor hayal dünyasından, çaydanlıktaki suyun da fokurdadığını o zaman fark ediyor. Güzel bir kahvaltı yapıyor, kralların yaptıkları gibi olmasa da. Aman, zaten ne mümkün bu zamanda öyle bir kahvaltı yapabilmek, içinde salam, sucuk, pastırma, üç çeşit peynir, çilek ve vişne reçeli, ... Uzatmaya gerek yok, anlayan anladı ne olduğunu. Bu kriz hepimizi etkileyecek dememiş miydi Maliye Bakanı. Hoş, sadece bir sene süreceğini de söylemişti ve iki sene oldu bu kriz başlayalı ve hala, bizler kemer sıkıyoruz.

Kahvaltısını bitirdikten sonra çantasını eline alıp evinden ayrılıyor işe doğru. Apartmanın önündeki arabasının yanından geçiyor, şöyle bir bakıyor herşeyi yerli yerinde mi diye. Sonra yürümeye başlıyor, malum, ekonomik kriz onu metroya yönlendiriyor. Güneşe karşı yürürken, binalar, insanlar, arabalar ve ağaçlar birer karaltıdan başka birşey değil. Soluduğu temiz hava-şehrin akciğerleri denilen ormanlık bölgeden çok az uzakta oturuyor-ve güneşin verdiği bu sıcaklık onu rahatlatıyor. Yüzü kaldırım taşlarına dönük yürürken, her adım atışında gördüğü aynı desenlerden olsa gerek, yine birşeyler geliyor aklına, onu mutlu ediyor, bu sefer bir gülümseme yok, ama belli mutlu olduğu başını iki yana sallamasından. Bu mutluluk, dönemeci dönerken zenci bir kadınla ansızın karşı karşıya gelmesi ile birden korkuya dönüşüyor. Az daha çarpışacaklardı, ödü kopmadı değil hani. Başı ile özür dileyip yoluna devam ediyor.

Metro ne kadar da kalabalık, gelen ilk iki trene binemedi bile. Şimdi üçüncüsü geliyor, bu sefer, ne olursa olsun binmeye kararlı. İtişip kakışıp bindi sonunda, biraz zor oldu ama. Kapalı yerlerde, kalabalık bir topluluk içinde kalma korkusuna (klostrofobi) sahip olduğunu düşünüyor bir an. Nedenini bilemiyor, ona zarar verebileceklerini mi düşünüyor, mümkün değil bu kadar insan arasında. Trenin raylardan çıkıp herkesin öleceğinden mi korkuyor, ne kadar da saçma bir düşünce, bu ülkede hiç olmuş birşey değil. Bir klostrofobi hastasının gösterdiği terleme, kalp çarpıntısı veya çığlık atma gibi semptomların izi bile yok onda. İnsan aklı, nasıl da oynuyor bizimle, görmüyor musun? Çocukluğundan kalma bir anı tetiklemiş olabilir mi bu korkuyu şu an, ne dersin? Ablaları şaka olsun diye yaklaşık bir saatliğine elbise dolabına kilitlemişlerdi onu altı yaşındayken, bu olabilir mi yani? Neden olmasın? Ama, çıktığında sadece sinirli gibi gözüküp, annesine herşeyi anlatacak diye tehdit etmişti ablalarını ve onlardan bir çikolata ve bir gazoz koparabilmişti. Rol yapma yeteneği çocukluk yaşlarına kadar gidiyor anlaşılan. Her çocuk bir oyuncudur, bunu bilmeniz gerekir. Aksi takdirde, nasıl da kandırabilirdi kendisinden yaşça çok büyük, mantıkla hareket etmeyi bilen insanları, o kadar gereksiz şeyleri aldırmaya.

Ofise ilk O geliyor, tam da temizlikçi kadınlar ofisin temizliğini bitirmiş ve ayrılmak üzere iken. Masasının başına oturup internette gazetelere bir göz atıyor. Derbi maça iki taraf da tam kadro çıkacaklarmış, ülkenin doğusunda 4.6 büyüklüğünde bir deprem olmuş, insanlar korkudan geceyi yine dışarıda geçirmişler, euro dolar karşısında bir iniyor, bir çıkıyor, ne anlama geliyor bu, onu bilmiyor (Ekonomi'den hiç anlamadı zaten), soğukların sebebi küresel ısınmaymış aslında, yani mini bir buzul çağına girdiğimiz hikayesi uydurmadan başka birşey değilmiş. Bunun gibi daha neler, neler. Dünyanın tüm haberlerini aldıktan sonra, almasa, çok şey değişecekti sanki, oturup çalışmaya başlıyor. İki haftadan beri üzerinde çalıştığı yöntemin sonuçlarını gözden geçiriyor. Gayet iyi gözüküyor yaptığı çalışma ve bunun üzerine bir rapor yazmayı düşünüyor. Bilgisayar ekranında sayılara bakarken, gözleri 2103'te kayboluyor ve aklına yine birşeyler geliyor. Sanki bir şeyler görüyor da, onlara dokunacakmış gibi ellerini kaldırıyor. Boşlukta onu arayıp buluyor elleri, gözlerine hüzün doluyor bu sefer, yaşlar dökülüyor. Bir günaydın ile çıkıyor hayal dünyasından, ona söylenen değil tabii. Günaydınlar almamaya vermeyi bıraktığında başlamıştı, ki bu da yaklaşık bir seneyi buluyor.

Vakit öğleye yaklaşıyor, ofisinden ayrılıp süpermarkete gidiyor ve öğle yemeği için sandviç ve içecek birşeyler alıyor. Bu kriz ne hale soktu insanları, görüyor musun şu kuyruğu? Önceden tüm bu insanlar bir lokantada yerlerdi yemeklerini, şimdi ise aldıkları doyurucu olmayan, sağlıksız yiyecekler ile geçiştiriyorlar açlıklarını. Dışarı çıkıp yolun karşısındaki parka gidiyor. Boş bir bank bulup oturduktan sonra aldıklarını çıkartıyor torbanın içinden. Bir göz gezdiriyor parktaki insanlara. Tüm yaşlıları güneşe karşı otururken görüyor, kalsiyum ihtiyacı diye düşünüyor. Aldıklarını yerken bir iki güvercin geliyor yanına. Hiçbirşey atmıyor onlara. Biliyor ki, eğer atarsa, onlarcası daha gelecek. Bir güvercin topallayarak önünden geçiyor, güzel numara ama beni kandıramazsın diyor içinden. Beklediklerini bulamayan güvercinlerin, halbuki, iyi kalpli bir gence benziyordu, uçup giderken çırptıkları kanatlara takılıyor gözleri. Havada uçarken onları seyretmek bir zamanlar neşelendirirdi onu, uçarken alabileceği tüm zevkleri düşünürdü. Eskiden, içinde Superman gibi uçtuğu rüyaları ne kadar sevdiğini hatırlıyor. Şimdilerde ise, güvercinler gibi uçmayı düşlemek ona acı veriyor, nedenini bilmiyor. İçinde birilerin olduğu rüyalar görüyor artık, ama kim, bir türlü hatırlayamıyor. Yanındaki boş yere oturmak isteyen bir bayanın müsaadesi ile irkiliyor. Eliyle tabii ki diye işaret ediyor ve bir dakika sonra, yerinden kalkıp ofisine geri dönüyor, öğle yemekleri artık kısa sürüyor.

Akşam en son O çıkıyor ofisten, raporun büyük bir kısmını hazırladı bile. İki güne kalmaz tümüyle bitirir, sonuçlar gayet güzel gözüküyor. Şimdiye kadar neden kimsenin bunu onun yaptığı gibi yapmadığını merak ediyor bir an. Her bireyin yegane birer varlık olduğunu kimsenin sana söylemediğini söyleme bana, lütfen. Metro, sabahki gibi kalabalık değil, rahat rahat yolculuğunu yapıyor. İkinci aktarmasında trenin gecikeceğini elektronik tabeladan öğreniyor, saatin dokuzu üç geçtiğini de. Bir banka oturup beklemeye başlıyor, metro içindeki hoparlörden bir şarkı duyuyor, sabah duş yaparken söylediği şarkıya benziyor melodisi. Metronun duvarlarına işlenmiş desenlere takılıyor gözleri, her sabah yürüdüğü kaldırımların üzerindeki desenlerin aynısı diye düşünüyor. Karşı tarafta, diğer yöne giden treni bekleyenler arasında birisini görüyor, hayatında ilk defa. Genç bir kız, kısa siyah saçlı, gözlüklü, üzerinde koyu gri paltosu, ayağında koyu turuncu deri çizmeleri, bakışları tren yolunun rayları üzerinde, yüzünde mutsuz bir ifade, tıpkı son bir yılda onun suratında duran gibi. Gözleri ile onu izliyor, bir kaldırsa diyor başını, bir görebilse beni, bir baksa yüzüme, yüzünün gülmesi ile cesaretlendirse yüreğimi, koşsam karşı tarafa, ellerinden tutsam, çeksem çıkarsam onu içinde bulunduğu mutsuzluktan. O bunları düşünürken, diğer yöne giden trenin önüne kendini atışını seyrediyor genç kızın, bir güvercine benziyor gri paltosu içinde kollarını iki yana açtığında. Bunu gören insanların attığı çığlıklar yankılanarak yer altında, kulakları sağır ediyor. O donakalıyor, yerinden bile kıpırdayamıyor.

İşte aylardır böyle yaşıyor. Bir akşam işinden evine giderken gördüğü bu olayı aklından çıkarmaya çalışırken, hayatın kendisi ona aynı trajediyi her akşam yeniden yaşattırıyor. Hiçbirşey olanları unutturamıyor, ne geceleri alınan alkol ve uyuşturucu ilaçlar, ne hayata alaycı tarafından bakmalar, ne içinde oluşturduğu diğer kişilikler, ne oynadığı oyunlar. Bir psikoloğa görünmediği kalmıştı, ama bu ekonomik krizde biraz pahalıya kaçtı.

 

 
Toplam blog
: 9
: 106
Kayıt tarihi
: 05.04.12
 
 

Bir sonbahar günü İstanbul'da dünyaya gelen Teoman Aktürk, doktorasını İTÜ'de tamamladıktan sonra..