Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Temmuz '09

 
Kategori
Deneme
 

Havada aşk kokusu asılı durunca

Havada aşk kokusu asılı durunca
 

Yıllar öncesi ülkemizin kuzeyinde bir dram yaşanmıştı. Sosyal yaranın izleri hala süregelmektedir.

"...Hani Karadeniz'de bir şehrimiz var. Malum şehrimizin erkekleri kahvede ikamet etmeyi çok sever, kadınları da dağda bayırda kınalı elleriyle yeşil çay yaprakları toplarken güneşin kavurduğu eli ve yüzü erken kırışmakta.

Karadeniz kadını, bu ağır şartları, sırtındaki bebesi, arada verdiği ak sütü ile devam ederken, evde kocasına da "hangi aşı, pişireceğim?" kaygısı da taşımaktadır.

Çileli Karadeniz kadını, bunca yaşam mücadelesi içine bir de Rusya'dan akın eden Nathaşa akını ile duygusal sarsılır.

Hastalıklar başlar ama Karadeniz erkeği "bize bir şey olmaz hamsi yemekteyiz, çünkü" der ve her eve bir Rus kadını kuma gelir.

Ee, ne yapsın Karadeniz kadını?

Nasıl başa çıksın, her biri yüksek tahsilli ve yatakta da oynaşmanın her fantezisi ile erkeği düş âlemine götüren…

Boyalı ve beyaz tenli renkli gözlü Rus kadını; kocasını baştan çıkartmış ve evin başköşesine oturmuştur.

Yıllar sonra bu akım güneye yani ANTALYA’YA kayınca biraz soluk alan Karadeniz kadınında ise bir değişim olmuştur.

Nedir bu değişim?

Kuaföre gitmeyen kadın gitmeye başlamış ve saçını boyamış, açmıştır.

Makyaj ve cilt bakımları gittikçe fazlalaşmıştır.

Kısacası Karadeniz kadınında bir değişim olmuştur.

Aşk gerçek evinde kalmıştır.

1999 Marmara depreminden sonra yerleştiğim Edremit Körfez\'inde, ilginç sosyal konular ile karşılaştım.

Yazılacak çok öykülerim birikti.

Birini anlatmadan geçemeyeceğim.

Dişimin dolgusu düştüğünde diş doktoru aramış ve Edremit çarşısı içindeki ilk dişçi muayenehanesinde soluğu almıştım.

Yarım saat beklerken, benle birlikte içeride iki hasta daha vardı. Sohbetlerine ister istemez tanık olmuştum.

"Havan’lı bir adam eşini mahkemeye vermiş. Dört çocuklu adamın mahkemeye eşini verme amacı ise tabi ki, "boşanmak " mış. Meğer yalvar yakar evlendiği eşi çok kilo almış ve televizyonlardaki mankenlere benzemediği için de artık karısı ile bir evde olmak istemiyormuş."

Ne ilginç gelmişti konu bana. Hem gülümseten hem hüzün veren bir yönü vardı. Öyle ya, TV’lerde boy boy bikinili mankenler boy göstermekte, adamın gönül iştahı da kabarır, göze de yasak yok ki...

Sıram geldiğinde, "sonuç ne oldu?" diye de soramamıştım.

"İnsanoğlu çok nankör" düşünceleri ile diş koltuğuna yerleşmiştim. Öyle ya, kadın standartların üstünde bir üretkenlikle dört çocuk doğurmuş. Havran, kırsal bir kesim, öyle spor salonları, güzellik salonları ve maddi özgürlük olsa, hadi neyse...

Doyum doyumsuzluk getirmekte.

Elindekinin değerini bilmediği gibi, elinden yitirdiği zaman "ah ve vah" diye de kendine duygudaş arıyor, mutsuzluğa bulaşınca insan.

Bir söz var çok beğenirim.

"Evlilik bir kaleye benzer, dışarıdakiler içeri girmeye, içerdekiler de dışarı çıkmaya çalışırlar."

Birlikte olduğumuz kişi ile duygularımızı aktarırsak, bence huzuru ve mutluluğu da yakalamış oluruz.

Ne diyeyim?

"Göz mideden büyükmüş" derler.

"Padişahın biri vezirine der;

- Ülkeme haber ver bana huzurun resmini yapsınlar ve onlara yarışmayı bildir. Ödülüm kırk kese altın olacak.

Ferman, kısa sürede yayılır. Ülke içinden ülke dışından da resim yapmaya gelirler. Ve yarışmada iki eseri padişah veziri ile yorumlar.

Resimlerden biri günlük güneşlik ve birbirinden güzel çiçek resimleri ile doğa renk renk tasvir edilmiştir.

Diğer resim ise, karanlık ve fırtınalı bir görüntü ile insanın içine hüzün vermektedir.

Padişah ikinci resmi birinci seçer.

Vezir olağanüstü bir şaşkınlıkla sorar;

-Hünkârım, takdir sizindir, seçim sizindir ama nedendir bu seçim, sebebini şu kulunuz çok merek eder. Çünkü ilk resim aydınlık ve bahar gibi içime huzuru verirken ikincisi ruhumu daraltmaktadır.

Padişah vezirine gülümser ve der ki;

Bak bu resimde; fırtına var ve güneş yok, ağaçlarda yeşillik de yok, ama bak şu dalda bir çift beyaz kuş yuva yapmış yuvalarında oturmakta. Hayat da öyle değil mi? Tüm mutsuzluğa ve karamsarlığa rağmen, öyle bir an gelir ki; o an bizi mutlu etmeye kâfidir. İşte bu yuvadaki kuşları görmek bana huzuru verdi, vezirim..."

Bakmak değil de görebilmek, en güzeli.

Acaba bizler bunu başarabiliyor muyuz?

İki tutuklu, bir çöl hapishanesinde, demir parmaklıkların ardından bakmaktadır.

Biri yerdeki çamuru görmekte diğeri gökteki yıldızları görmektedir.

Yaşam sevinci ve mutluluğu çoğu şairin kalemine de konu olmuştur. Orhan Veli, özellikle sabahların güzelliğine dokunmuş ve kaleminden bakın ne akıtmış?

-Çayın rengi ne kadar güzel.

Sabah, sabah,

Açık havada!

Hava ne kadar güzel!

Oğlan çocuk ne kadar güzel!

Çay ne kadar güzel!

Diye sabahın küçük bir anı ile içine huzuru doldurmuş. Ardından da “Amma…” diye devam etmiş:

Beni bu güzel havalar mahvetti.

Böyle havada istifa ettim.

Evkaftaki memuriyetimden.

Tütüne böyle havada alıştım.

Böyle havada âşık oldum.

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Böyle havalarda unuttum.


Demiş ve güzel havaların da insanı nasıl bir halet-i ruh ile sarstığını ifade etmiş. Demek ki, insan kendini ne çok duyguda ne çok aşırı mantıkta bırakmadan dozunda yaşamalı hayatı.

Bazı şairler ise bu güzel havaların getirisi olan kendinden geçme halini de şu şekilde Cahit Sıtkı’nın mısralarıyla ele verir.

İlk sevgilinin gülüşüne benzer

Bir nisan havası değil mi esen?

Zincirlere, kelepçelere inat,

Kanatlarımı açmak zamanıdır;

Allaha ısmarladık kaldırımlar.

Ve yine duygusal şairimiz Orhan Veli aşkı doyasıya yaşayamayanlara, kaçamak ve gizli davranışlar içinde olanları adeta kalemiyle cesur olmaya kışkırtır. Orhan Veli, bir keresinde çevresindekilere “gizlilik” düşüncesine karşı çıkmış ve haykırmış adeta;

-Neden korkuyorsunuz anlamıyorum. Madem seviyor ve seviliyorsunuz, başkaları duymuş, duymamış ne çıkar?

Ve devam etmiş sözlerini şiir diliyle…

Aynada başka güzelsin.

Yatakta başka.

Aldırma söz olur diye,

Tak takıştır,

Sür sürüştür,

İnadına gel,

Piyasa vakti,

Muhallebiciye.

Söz olurmuş,

Olsun,

Dostum değil misin?

Cemiyet kuralları, örf ve adetlerin aşırı kuralları AŞKLARIMIZI özgürce yaşamamıza engel oluyor. Ardından öyle hatalar eşlik ediyor ki, üleştiğimiz zamana. Geri dönüşümü olmayan duygusal ve ruhsal travmalar oluşuyor.

Geri gelmiyor o an.

Ve kim söylemiş unuttum ama

“Beş dakika öncesi geçmişindir” sözlerinde, çok şey barınırken;

“Bir anı bitirmeden başka bir ana geçemezsin, aksi halde mutluluk değil mutsuzluk taşırsın.”

Belki de Cicero’nun dediği asıldır;

"Nescire autem antequam natus sis quid acciderit, id est semper esse puerum"

"Doğduğundan önce olanları bilmemek, hala çocuk kalmaktır." (Marcus Tullius Cicero)

Herşey daha farklı görünür gerçekten yürek; sevince ve de sevmeyi bilince…

Hele ki;

Bir de;

"Havada AŞK kokusu asılı durunca"…

Sevgi yürekten, gülüşler yüzünüzden eksik olmasın...

Emine Pişiren/Akçay/24.06.2009

 
Toplam blog
: 141
: 1282
Kayıt tarihi
: 02.11.08
 
 

Kayseri- Develi doğumluyum. İlk- orta- lise ve üniversiteyi istanbul'da bitirdim. Kültür Bakanlığ..